metrika yandex
  • $32.5
  • 34.84
  • GA18240

Haberler / Kültür - Sanat

Ne Yapmalı - Ali Şeriati / Özetleyen: Mehmet Yavuz Ay

24.01.2020

NE YAPMALI / DR. ALİ ŞERİATİ

FECR YAYINLARI, ANKARA, 2005

 

NEREDEN BAŞLAYALIM?

     Sözlerimi Ebu Zer’in izinden giderek –çünkü onun takipçisiyim ve benim mektebim, İslâm’ım ve Şiîliğim, ayrıca hedefim, öfkem ve idealim, onun mektebi, onun İslâm’ı, onun Şiîliği ve onun hedefi, öfkesi ve idealidir- “mustazafların Rabbi” (1)nin adıyla başlıyorum.(s. 9)

Dipnot 1 . Kur’an’da “istiz’âf” kelimesi, “çaresizliğe ve zaafa düşürmek” anlamına gelmekte olup çok düşündürücüdür. Çünkü istibdad, istismar, isti’bad (köleleştirme), isti’mar(sömürgeleştirme) ve istihmâr (eşekleştirme) gibi tabirlerden daha genel bir tabirdir. Bunlar hep “istiz’af”ın çeşitli zaman ve sistemlerdeki farklı biçimleri olup kimi zaman istiz’afın bir biçimiyle mücadele edilip ortadan kaldırılırken başka bir biçimi onun yerini almaktadır. İster iktisadî (istismar), ister siyasî zaaf (istibdâd), ister ulusal zaaf (isti’mar), ister fikrî, ruhî ve ahlâkî zaaf (istihmâr) ve ister sonradan türetilebilecek başka bir zaaf olsun, insanı zaafa düşüren her sistem istiz’af sistemidir. Bu sistemin mağdurları ise mustaz’aflar sınıfını meydana getirirler. İşte Kur’an, bu sınıfın kurtuluşundan ve dünyada istiz’af’ın alt edilmesinden söz eder. Bu yüzden sözü diridir Kur’an’ın. Oysa onun yerine, onun şekillerinden birini, örneğin “isti’bad”  ya da “isti’mar “veya “istibdâd”ı yok etmeyi hedef alsaydı, bağımsızlığın ya da demokrasi ve liberalizmin gerçekleşip kölelik sisteminin ortadan kaldırılmasından sonra sözü ölmüş ve misyonu tamamlanmış olurdu ve sadece tarihî değeri olurdu o zaman. Bağımsızlık ve liberalizmden sonra da halk kitlesi yine sınıfsal istismar ve fikrî eşekleştirme gibi başka şekillerde zayıflığa düştüğü için (insanlarda var olan insanî güçleri ve ilahî yetenekleri felç edip güçsüzlüğe düşüren  ve bilinci, uyanışı ve sorumluluğu etkisiz kılan kara büyü mesabesindeki din, sanat, felsefe, edebiyat, ideoloji, propaganda, bilim, cinsel özgürlük, boşluk felsefesi, Beckett oynamalar, hiççilik, tasavvuf, zâhitlik, bireyselcilik, riyâzet, zihinselcilik, maddecilik, realizm, idealizm, uyuşturucu maddeler ve binlerce yeni eski ve renk renk kural aracılığıyla),eğer Kur’an “istiz’âf”ın şekillerinden biriyle mücadele etmeyi hedef seçmiş olsaydı, Kur’an’ın misyonu bu yeni durumda işe yaramaz olurdu. Böyle olunca da aydınlar, kaçınılmaz olarak, yeni sistemi ve yeni ortaya çıkan insanlık dışı durumları ve formları açıklayıp onlarla mücadele edebilecek yeni bir ideolojiye ihtiyaç duyarlardı. (s. 9-10)  

     Günümüzde özelde İslâm toplumlarının, geneldeyse geleneksel toplumların büyük musibeti, halk kitlesiyle okumuş kesim arasında anlaşma ve görüş birliğinin bulunmayışıdır.(s. 12)

     (…) Avrupa’da bir üniversite hocası, sıradan insanların bulunduğu bir ortama rahatlıkla katılabilir ve onlarla konuşabilir. (…) Bizim İslâm toplumumuzda da geçmişte aydın kesimle halk kitlesi arasında bu ayrılık söz konusu değildi. Çünkü büyük İslâm âlimleri –yani fakih, usulî, mütekellim, müfessir, feylesof ve ediplerden oluşan ve İslâm medreselerinde talebelik ya da müderrislik yapan eski entelektüeller –din sayesinde halk kitlesiyle bağlantılıydılar ve dar hücrelerinde, hapishaneyi andıran medrese ve havzalarında avamın gözünden ve gönlünden uzak kalmamaya çaba gösterirlerdi.

     (…) Fakat ne yazık ki yeni kültürde ve bugünkü eğitim-öğretim sisteminde gençlerimiz, çok sağlam ve kuşatılmaz surlarla çevrili bir kalenin içine çekilip orada eğitilirler. Toplumun içine girdikleri zaman da yine halktan ayrı ve tam anlamıyla özel makam ve konumlarda işlerini sürdürür ve kapalı bir aristokratik tahtırevanda (s. 13) halk içinde hareket ederler.

     (…) Buna göre, birbirinden koparılmış hatta birbirinden kaçan bu öğeler ve parçalar arasında genel bir anlaşma ve bütünsel bir bileşke oluşturmak ve toplumunun yapısını yenilemeye girişmek isteyen kişinin en büyük sorumluluğu, düşünce ve eylem kutupları arasında bir köprü oluşturmak ve aralarındaki büyük yabancılık uçurumunu doldurmaktır.

     (…) “Nereden başlayalım?” sorusuna benim cevabım ne olursa olsun, üstelik cevabımı dile getirdikten sonra bu cevap sizin için kabul edilebilir de olmasa, yine de kaçınılmaz olarak şu esas konusunda benimle hemfikir olmalı ve şunu kabul etmelisiniz : “İlk iş, böyle bir köprünün oluşturulmasıdır.” (s. 14)

     AYDIN KİMDİR?

     Aydın tek kelimeyle, içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal mekânda kendi “insanî konumu”nun bilincinde olandır. Bu bilinç, cebrî ve zorunlu olarak ona bir sorumluluk vermiştir.

     Aydın, özbilinç ve sorumluluk taşıyandır. Hele bir de okumuşsa daha etkilidir.

     (…) Bugün toplumun içinde bulunduğu değişim, insanın ulaştığı çıkmaz ve ikinci dünyanın –amacım eski üçüncü dünyadır- geri kalmış toplumlarının boğuştuğu birçok olumsuzluk karşısında halk kitlesine sorumluluk, bilinç, fikrî hareket ve toplumsal yön kazandırabilen kimsedir aydın. (s. 15)

     (…) Peygamberler, bildiğimiz gibi, filozoflar, bilginler, teknisyenler, sanatçılar ve yazarlar kategorisinde değildirler.

     Peygamberler, daha çok halkın içinden çıkmışlardır. Yahut halkın içinden çıkmamış olsalar bile her halükârda halka yönelmiş ve toplum ve zamanlarının vicdanında yeni bir düstur, yeni bir bakış, yeni bir hareket ve yeni bir enerji meydana getirmişlerdir. Onların bir kökü kazırken yeni bir kökleşmeyi sağlayan bu görkemli devrim hareketleri, durağan, donuk ve geri bir toplumun bu peygamberce misyon sayesinde yönünü, hayatını, imanını, bakışını, kültürünü ve yazgısını değiştirmesine yol açmıştır. Bu peygamberler, ne eski âlimler ve bilginler kategorisinde, ne de cahil ve sıradan halk kategorisindeydiler. Çünkü onlar, kendi toplumlarıyla diğer toplumların tarihsel hareketinde ve yön değiştirmesinde en büyük rolü üstlenmişlerdi ve bu bakımdan üçüncü bir kategoridendiler. : Geleneklerin esiri olup toplumsal kalıpların şekillendirdiği avamdan olmadıkları gibi, soyut ve zihinsel kavramların esiri olup bilimsel ve içsel keşif ve kerametlere boğulan bilginler, âlimler, filozoflar, sanatçılar, ârifler, râhipler ve ruhanîlerden de değildiler. (s. 16)

     (…) Bilgin, yorum getirici ve açıklayıcıdır. İnsana huzur, nimetlerden yararlanma, kendini geliştirme, gönül rahatlığı ve mutluluk imkânı kazandırandır. Nihayetinde bilgin, gerçeklikleri keşfeder. Oysa aydın, hakikatleri gösterir. Bilgin der, “Bu böyledir.” Aydın der, “Bu böyle olmamalı, şöyle olmalıdır.” Bilgin, yolu bulmak ya da yoldan sapmak için lâmba yapar. Aydın ise yolu gösterir, yolculuğa çağırır ve yolculuğun varış noktasını gösterir. (s. 17)

     Dipnot 4 : İslâm tarihi derslerinde (Meşhed Üniversitesinde) Emevîler rejimiyle Abbasîler rejimini karşılaştırıp birincisinin ömrünün kısalığıyla ikincisinin ömrünün uzunluğunun nedenini anlatırken dedim ki Abbasîler, İslâm toplumunu siyasetsizleştirmek (de politisation), halkın basiretini kör ve toplumsal duyarlılığını felç etmek ve zihinleri somut gerçekliklerden ve “gasp” ile “hak ve batıl” konularında gâfil kılmak için bilim, sanat ve edebiyatı, bilimsel araştırmaları ve felsefî çekişmeleri yaygınlaştırmaya, tercümeyi ve yabancı kültürlerin girişini teşvik etmeye, zihinsel ve kelâmî hassasiyetler oluşturmaya ve dinî ve din dışı soyut ve metafizik tartışmaları gündeme getirmeye yöneldiler. “Dinî ilimler” dini unutturdu! (s. 18)

     Şimdi “Nasıl?” Sorusuna Gelelim :

     (…) Aydının sorumluluğu büyük üniversitelerde öğrenilebilecek bir şey değildir. Bu hususta istisnaî bir kişi varsa bile onun aydın oluşu Harvard ya da Sorbon’da okuduğundan kaynaklanmaz. Bilakis o, şuracıkta da olsa ve yüksek öğrenimi de bulunmasa yine aydın olurdu.

     (…) Bir başka yanlış olarak şu da karşımıza çıkabilir: Avrupa’ya giderek toplumsal ve siyasî ekolleri ve felsefî ideolojileri okuyup dönen öğrenci ya da gencin aydın olduğunu düşünürüz. Oysa böyle değildir.

     (…) Bu kişi, sırf bu ideolojileri okuyup öğrendi diye kendi toplumunda özel bir rol oynayamaz, bir aydın sorumluluğunu yerine getiremez ve topluma iman vererek, toplumsal acıları çözümleyerek, halkta özbilinç meydana getirerek ve onlar için ortak bir hedef ve ideal belirleyerek toplumu harekete geçiremez. (…) Dolayısıyla “aydın” –değişmez evrensel bir tip olarak- yoktur, aydınlar vardır. Örneğin filanca kişi Kara Afrika’da aydındır, denilmelidir. Aynı kişi İslâm (s. 20) toplumuna gelirse hiçbir şeydir, yabancıdır, felçtir ve her ne olursa olsun aydın değildir.

     (…) Jean Paul Sartre, inanıyorum ki Batı Avrupa’da ve genel anlamda dinî ortaçağdan üç ya da dört yüzyıl uzaklaşarak ikinci dünya savaşından sonra ileri sermayedarlık aşamasına ulaşıp özel bir sınıf sistemine ve kendine özgü bir kültüre ve toplumsal psikolojiye ulaşmış olan sanayileşmiş batıda aydındır. (s.21)

     (…) Fakat yoksulluktan kurtulmak isteyen, kıtlıktan ve açlıktan kurtulması gereken ve sanayi bakımından geri kalmışlıktan sıkıntı çeken Asya, Afrika ya da Latin Amerika gibi başka toplumlarda Sartre benzeri bir kurtarıcı bu milletler için faciadır. (s. 22)

     “Aydın” yoktur. Kimse “Ben aydınım” diyemez. Çünkü bu cümle müphemdir, belki de yanlıştır. Beyefendinin nerede, hangi zamanda, mekânda ve toplumsal konumda ve tarihin hangi aşamasında aydın olduğuna bakmak lâzım. (s. 24)

     (…) Gördüğümüz cinsel özgürlük savaşı, Afrika ve Asya’da, özellikle de İslâm toplumlarında ansızın gündeme geliyor. Çünkü bu danışıklı dövüşün, olması gereken savaşın yerini alması gerekmektedir. Bu göstermelik savaş, dünyadaki güç sahipleri için tehlikeli olacak bir savaşı önlemek içindir. Verilen cinsel özgürlük, genç kuşağın istediği özgürlükleri vermemek içindir. Çünkü onu meşgul ederek esasta onun fıtratının, özünün, vicdanının ve hatırasının derinliklerinde bulunan başka özgürlüklere ulaşma kaygısını ortadan kaldırmaktadırlar. “Baş” özgürlüğü yerine “dip” özgürlüğü! (s. 28)

     (…) Fars dili alfabesinin kusursuz olduğunu söylemiyorum. Kesinlikle kusurludur. Fakat yazıyı toplumun geri kalma nedeni olarak görürsek bu, tıpkı bir şehrin caddelerinin çukurlarını o şehir (s. 29) halkının okur-yazar olmayışının nedeni olarak görmek gibidir.

     (…) Varsayalım ki yazıyı değiştirip Türkiye’ye yetiştik. Türkiye, yazıyı değiştirdiği için bizden çok mu ileridir? (s. 30)

     (…) Toplumsal konularda kimi zaman bir hak söz, kendi zaman ve mekânından ayrılınca bâtıla yol açar. Bilimsel açıdan doğru bir temeli bulunmayan bir söz ise, özel bir toplumsal ortamda olumlu bir rol oynayabilir. (s. 32)

     (…) Dolayısıyla toplumsal bir teze ulaştığımız her vakit, o tezin hak ya da bâtıl  oluşu üzerinde tartışmadan önce, bu tezin ortaya atıldığı coğrafyada ne gibi etki ve yankısının olabileceğini, onun üzerine hangi eserlerin bina edildiğini incelemek gerekir. Bu, toplumsal tezin coğrafyasıdır. Başka bilimsel meselelerin coğrafyası yoktur. (s. 33)

     (…) Hümanizm, sömürücü insanla sömürüye uğrayan insan arasında sahte bir bağ kurmak ve bu ikisi arasındaki düşmanlık, savaş ve nefret durumunu ortadan kaldırıp insanı kutsayan mistik bir genel barışa dönüştürmek için egemen güçler tarafından dünyaya ve milletlerin kaderine sunulan bir tezdir. (s. 34)

     (…) Din de, istismar edip yağmalayanla istismar edilip yağmalanan arasında, sahte dinî törenler, şiarlar ve telkinler yoluyla sahte ve yüzeysel bir ortaklık meydana getirmede kullanılır. (s. 35)

     Bugünkü aydınlar, bir toplumun içinde diyalektik çelişki olduğunda, bu çelişkiye ve tez ile anti tez arasındaki savaşa neden (s.36) olan etkenin cebrî olarak toplumu harekete geçirdiğine, devrime sürüklediğine, ileri ittiğine, özgürleştirdiğine ve sonunda başka bir aşamaya soktuğuna genellikle inanırlar. Bu inanışa göre, toplumsal bir çelişki olan “yoksulluk” ya da bir başka toplumsal çelişki olan “sınıfsal mesafe”, kendiliğinden diyalektik çelişki meydana getirir. Bu çelişki, toplumun hareketine neden olur. Oysa böyle bir şey yoktur. Bu, büyük bir aldatmacadır. Hiçbir toplum sadece ve sadece içerisinde diyalektik çelişki var diye, yani sınıf çelişkisi yaşıyor ya da feci ve yoldan çıkarıcı bir boyutta yoksulluk-zenginlik çelişkisi barındırıyor diye harekete geçmez, özgürlüğe ulaşmaz. (…) “Diyalektiğin hareketi yoktur.”

     (…) “Yoksulluğun” var olması hareket meydana getirmez. Bilakis, hareketi meydana getiren, “yoksulluğun hissedilmesi”dir. (…) Aydının sorumluluğu, özetle, “toplum içindeki olumsuzlukları o toplum insanlarının duygu ve bilinçlerine aktarmaktır”. (s. 37)

     (…) Çünkü aydın, hangi tarih döneminde, hangi toplumda ve hangi halka bağlı bulunduğunu somutlaştırmalıdır. İslâm toplumumuzun aydını, büyük bir yanılgıya düşebilir. O yanılgı, bugün toplum içinde din adına câri olanı, kendi toplumunun tarih ve kültürünün gerçek dini sanması, ardından da onunla mücadeleye kalkışıp olumsuzlaması, dinî (s. 41)toplumu 19. yüzyıl Alman sanayi toplumuna (ki ortaçağdan iki yüzyıl uzaklaşmıştır) uygun bir ideolojiyle okuması ve toplumda yanlış ve saptırıcı bir rol oynamasıdır.

     Bu aydın, İslâm toplumunda dinle mücadele yoluyla halkı aydın kutbundan korkutup ürkütmektedir. Halk din karşıtı aydının elinden kaçmak için, görünürde dinin hâmisi olan irticâî, saptırıcı ve sömürücü etkenlere sığınır. Böylece halkın aydınla bağlantısı kesilir ve aydın yalnız kalır. (s. 42)

     (…) halkın bilince, aydınımızın da imana ihtiyacı var. (s. 50)

     NE YAPMALI?

     (…) özellikle Doğunun, Avrupalı olmayan toplumların ve herkesten ziyade iktisadî sömürünün kurbanı olan İslâm uluslarının yükümlülük duygusuyla dolu gerçek aydınları, yeni iktisadı tanrılaştıran çıkarcı düzenin, “aşağılık maddî ruh”un ve tüketimi erek kılan felsefenin (ki bu sistemin dinini, ahlâkını oluşturur) hangi yollardan ve hangi insanlık dışı düzen ve tuzaklarla –bilim, felsefe, teknoloji, sanat, edebiyat, toplumbilim, tarih ve ruhbilimiyle, savaş, barış ve siyaset silâhıyla donanmış olarak- dünyanın bütün ülkelerini kendisi için pazar kılmaya çalıştığını görmekte ve bilmektedirler. (…) Böylece herkes “dünya imparatorluğu”nun üretim odaklarına bağlı köleler haline gelecek ve dünyanın doğusundan batısına dek, Asyalı Müslüman, Budist sarı derili, Afrikalı putperest, Latin Amerikalı Hıristiyan, tek bir tip, tek bir ruh, tek bir gereksinme, tek bir hayat tarzı, tek bir beğeni ve tek bir sanı ile evrensel Karun düzeninin tek tip tüketicisi olup çıkacaktır. (s. 51)

      (…) Sömürü, hissetmiştir ki bir toplumun seri bir biçimde yeni tüketim pazarına dönüştürülmesi ve insanların Batı üretimine bağlı olarak sadece ve sadece ihtiraslı ve sefil boğazlardan ibaret varlıklar haline getirilmesi önünde direnişi, dayanmayı ve insanî bakımdan gıdalanmayı sağlayan en büyük etken, bir toplumun “kültürel asâleti”, “tarihî kişiliği” ve “sağlam geleneksel şirazeleri”dir. (s. 52)

     (…) İslâm ülkelerinde bizim genç yarı-aydınımız, gazete okuyacak aşamaya ulaşır ulaşmaz ya da Avrupa tarzı elbise ve eşya kullanmaya başlar başlamaz, özellikle de okullarda matematik ya da deneysel bilimler ile ilgili birkaç ders görür görmez, artık Tanrı kulu olamazdı! Oysa Einstein, “Dinî duygu, bilimsel araştırmaların en büyük ışığıdır” diyordu. Modern fiziğin iftiharı Max Planck, “İlim mabedinin kapısının üstüne ‘imanı olmayan girmesin’ yazılıdır” diye haykırıyordu. (s. 54)

     (…) Böyle bir faciada, uyuşukluk, cehalet, yoksulluk ve teslim dinini ruhun derinliğinden ve hayatın içinden söküp atacak tek mucizevî etken “din”dir! Sadece ve sadece din! İnsanların hayatları boyunca hep gördüğümüz bu tuhaf kelime.  Hem öldüren hem dirilten, hem uyutan hem uyandıran, hem köleleştirip uysallaştıran hem özgürlük yolunda isyanı ve dik başlılığı öğreten kelime. İnsanlık tarihi hep “dinlere karşı dinin" cihadının hikâyesidir, dinsizliklere karşı dinin değil. (s. 72)

     (…) Bilinçli dindar düşünürler arasından, Fanon ve Aime Cesaire’lerden yıllar önce İslâm toplumlarında Batı sultasına karşı fikrî mukabeleye ve kültürel mücadeleye girişen ve herkesten önce, bu uygar yağmacı saldırganın siyasî-askerî sömürgeciliğinin kültürel yüzünü tanıyan öncü önderlerin etkisi altında bir takım dalgalar ortaya çıkmıştır. Onlar, “Selefiye” hareketini oluşturuşuyla Seyyid Cemaleddin (Afganî), İslâm âlimlerinin Kur’an’a dönüşünü esas alan bir kültür devriminin temellerini atışıyla Muhammed Abduh ve nihayet, benlik felsefesini ortaya atışı ve bütün dindar düşünürleri “dinî düşünme tarzının yapısının yenileştirilmesi”ne çağırışıyla Allame Muhammed İkbal’in adımlarını takip ederek “uyumuş ve boşaltılmış” İslâm toplumlarını uyandırıp kendine getirmeye çalışmışlardır. (s. 77)

ŞİMDİ NE YAPMALI 

     (…) Aydın, insanları bilince, özgürlüğe ve insanî olgunluğa doğru yönlendirmek ve cehalet, şirk ve zulümden kurtulmada onlara yardım etmek üzere toplumuna gönderilmiş (meb’us) bilinçli bir insandır. (s. 82)

     (…) Ümmî olmanın bir anlamı da halktan olmaktır¸ümmetin içinden gelmek ve ümmetin yanında olmak. Peygamberlerin toplumsal özellikleri işte budur. Aydınlar da peygamberlerin vârisleri olduklarına göre, onlar, Avrupalıların deyişiyle inzivalarının “fildişi kulelerinde” halktan gizli yaşayamazlar ve Kur’an’ın deyişiyle “örtülerine bürünüp elbiselerinin içine kıvrılamazlar”. (s. 83)

ÖYLEYSE NE YAPMALI?  

HEDEFLER

1. Bu toplumun dindarları ve özgür insanları bir araya gelmelidirler.

2. Düşünce, iman ve kaderinin önüne aynı amaçla kurulmuş olan iki tuzaktan halkı kurtarmalılar. Kurtarmalılar ki hem halk kitlesi cehaletin, hurafenin ve zararlı ya da yararsız zihinsel, duygusal ve geleneksel  meşgalelerin –din adına- oyuncağı olmasın ve doğruluk, uyanıklık, hareket ve izzet dini, yalanın âleti ve uyumanın, katılaşmanın ve zilletin etkeni haline gelmesin, hem de genç ve aydın neslimiz, din adına verilmiş olan bu tuhaf gerçeklikleri görerek dinden kaçmasın. (s. 88)

3. Şimdiye dek dünyayı bizim yeni aydın ve okumuşlarımıza batı tanıtmaktaydı. “Medeniyet” ve kültür adını taşıyan şeyden, bize batı bahsetmekteydi. İnsanı, doğu ve batıyı, bilimi, dini, felsefeyi, eğitim ve öğretimi, toplumsal ve iktisadî sistemleri, siyasî önderliği, yeni yaşama tarzını, ahlâkı, edebiyat, sanat ve estetiği, kısacası insan hayatının yönlerini ve toplumun boyutlarını bize batı anlatmakta ve kendi düşündüğü ve istediği gibi bize yorumlayıp betimlemekteydi.

Ne diyoruz? Hatta dinimizi, tarihimizi, edebiyat ve sanatımızı, insanî övünçlerimizi, geçmiş ve günümüzdeki büyük simalarımızı ve insanî değerlerimizi bize hep o açıklıyordu ve biz kendimizi tanımak ve kendi tarihî, İslâmî ve manevî yüzümüzü görmek için, gözümüz, kulağımız bu “mutlak öğretmen”deydi ve hâlâ da öyle. İslâmî alanlarda ya da Fars şiiri alanında çalışan düşünürlerimiz, okumuşlarımız, bilginlerimiz, araştırmacılarımız ve hatta yazarlarımız, hep batının kültür makinesinin ürettikleri malların tüketicisi durumundalar. Bizim araştırmacılarımız da onların mütercimi!

Yani Sartre’ın – Fanon’un kitabına yazdığı önsözde batının diliyle konuşurken- dediği gibi, biz Asya’dan, Afrika’dan ve Latin Amerika’dan gençleri getiriyor, bir iki sabah Paris, Londra, Belçika ve Amsterdam’da dolaştırıyor ve onlara batı dilini, edasını ve tavırlarını öğretiyorduk. Aracılık yapabilecekleri ve üçüncü dünyaya götürmek istediğimiz şeyleri nakledebilecekleri kadar öğrenim verdikten sonra onları ülkelerine döndürüyorduk. Ardından, buradan kelimeleri fırlatıyorduk ve hemeninde Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki bu “ağızlar” açılıyor ve duyduklarını kendi dilleriyle tekrarlıyorlardı!

Şimdi “kendi sözümüzü söyleme”nin güç ve cesaretini kendimizde bulmalıyız. (s. 89)

4. Özümüze dönelim.

     (…) Bilakis hedef, “kendi insanî, kültürel ve itikadî özümüze dönmek”tir. (…) Bu, “kendine yabancılık”tan ve “yabancının kendi insanî mahiyetimize ve manevî kimliğimize hulûl etmesi” (alinasyon)nden kurtuluş için öncü ve ileri bir hareket ve sonuçta yitirilmiş hakikatimizi, yağmalanmış değerlerimizi yeniden kazanmak ve kendi asaletlerimize dayanmak, başkasının beyniyle düşünmemek, başkasının ağzıyla konuşmamak ve nihayet başkasının ayaklarıyla yürümemek ve “kendimiz olmak” demektir!

5. Tarihin karanlık çağlarının kalın katmanları altında gömülü ve hatta meçhul kalmış olan ve vârislerinin kendisinden yararlanma liyakatini yitirdikleri, sonuçta gördüğümüz gibi insanlık tarihinde benzeri bulunmayan bu büyük ve uçsuz bucaksız hazinenin üzerinde aç, yoksul, boş ve yabancıya muhtaç oturdukları, azametli, manevî ve kültürel kaynakların ortaya çıkarılıp ayaklanması.

6. Toplumun düşünce ve ruhunu felç edip zehirlemiş olan hurafelere, yanlış düşüncelere, insan ve İslâm karşıtı inanış, gelenek ve göreneklere karşı tarihsel kökenlerine inerek, olumsuz toplumsal etkilerini, inanç ve bilim alanında, Müslüman halkın hayatında bıraktığı uğursuz izleri ortaya çıkararak fikrî ve ilmî bir mücadele vermek, bidatleri, sapma noktalarını ve olumsuz tevilleri bulmak ve tarihimiz boyunca işin içinde olan sınıfsal, siyasî, dinî ve felsefî etkenlerle sayısız garazkârlıkları sergilemek.

7. Fikrî bakımdan çöküntüye uğramamızı, inanç bakımından parçalanmamızı, kültür bakımından tefrikaya düşmemizi ve batı karşısında kişilik ve insanî bağımsızlığımızın manevî şirazelerinin dağılmasını hedefleyerek toplumumuzun düşünce ve duygusuna sürekli saldırıp güçlü ve derin darbeler indiren zehirli ve sapkın düşüncelerin saldırıları karşısında bağımsız bir fikir hareketi oluşturmak, fikir ve inanç sermayesi yanında para gücünü de takviye ederek, genç nesilde bilinç düzeyini yükselterek, doğru bilgilenmeyi sağlayarak ve ideolojik direniş gücünü besleyerek direnmek.

8. Düşünme gücünü dumura uğratmak, hatta düşünme mecal ve fırsatını ortadan kaldırmak, bilinci ve insanî sorumluluk duygusunu yok etmek ve imanı, inancı, özbilinci ve insanî değerleri (s. 92) fesat bataklığında boğmak için ve özellikle genç ve okumuş neslin ahlâkî çöküntüsünü hedefleyen rengârenk projelere, çeşit çeşit entrikalara karşı keskin bir düşünce akımı oluşturmak, bilinç alanını genişletmek. Fikrî konuları ve toplumsal sorumlulukları gündeme getirmek. 

9. Dünyanın, yeni medeniyetin, batı kültürünün, sömürgeci güçlerin, doğu ile batının açık ve gizli ilişkilerini ve özellikle bir din, bir kültür ve tarih ve insanlık âleminin büyük bir bölümü olarak İslâm’ın özel konumunu doğru ve bilinçli bir biçimde bilmek.

     (…) Çünkü bugün toplumsal ilişkilerin ve kitle iletişim araçlarının hızla geliştiği, kapalı geleneksel kale ve burçların yıkılıp çöktüğü, özellikle batının bütün insanları ve milletleri tek tipleştirerek ve galip kültürünü dünyanın bütün millî ve dinî kültürlerine dayatarak bu cebri hızlandırdığı dünyada, “kendini tanımak”, hatta “kendine bilinçli olarak dönmek” ve Allâme İkbal’in tabiriyle “dinî görüş ve İslâmî düşünüş yapısını yenilemek”, ancak geniş ve açık bir dünya görüşüne sahip ve içinde yaşadığı zamana ve dünyada sahip olduğu beşerî konuma karşı doğru ve dakik bir bilince mâlik olan kesim için mümkündür. (s. 93)

10. “İslâmî bir Rönesans” meydana getirmek. (…) Mesajı yeniden gündeme getirmek;  insanlık tarihinin solmuş, pörsümüş ve kararmış kalbinde ansızın köklü ve keskin bir inkılâba yol açan,  ahlâkta, düşüncede, duyguda, bireylerde, toplumlarda o güçlü coşkuları yaratan, çölün ortasında şaşırtıcı dehalar çıkaran, vahşilikte medeniyetler yeşerten, donuklukta devinimler başlatan, güçsüzlükte güçler, zebunlukta ve zillette izzetler, esaret ve kölelikte özgürlükler ve nihayet mahrum ve mustazaf sınıfların derinliğinde özbilinç ve yeniden dirilme meydana getiren mesajı. (s. 94)

     (…) İlk başta, herkesin ittifak ettiği bir esas olarak, “geleneksel bir toplumda ya da bilinçsiz bir kitle”de aydının ilk sorumluluğunun “kendi toplumunu bilinçlendirmek” olduğuna inanmalıyız. (s. 94)

Bu esasa göre biz, “Müslüman aydın” olarak “Bu hedeflere ulaşmak için nereden başlamalı?” sorusunun cevabında “nihâî slogan” olarak şuna inanıyoruz: İslâm’ın yeniden doğuşu.

NASIL?

İslâm, takipçilerine, tarihte yolunuzu kaybettiğiniz, çağların ve sapa yolların karanlığında fırka fırka olup birbirinizden kaçar olduğunuz ve düşünce çölünde korkup umutsuzluğa düştüğünüz her zaman, sapa yollardaki yolculuğunuzu sürdürmeyin, parçalanmışlıklara ve bölünmüşlüklere katlanmayın, yetmiş iki milletin savaşıyla fırsat ve güçlerinizi boşuna heder etmeyin ve kelâma ilişkin neticesiz çekişmelerle kaderinizi yıkıma doğru sürüklemeyin diye öğretmiştir. (s. 95)

I. ARAŞTIRMA BÖLÜMÜ

Felsefe ve Hedef

     (…) Şimdiki çağda İslâmî ilimleri eski ilimler kılan, tarihin akışında İslâmî bakışı zamanın hareketinden alıkoyan etkendir. Zaman, İslâm’ın kılavuzluğundan uzak, sapma içindeki hareketini sürdürdü. Zamanın hareketiyle birlikte yürümemiş olan İslâm bakış ve kültürü ise “eski” konumuna düştü ve kaçınılmaz olarak kalbi ve beyni de birbirinden ayrı kaldı. Dinî inanç ve ameller kaldı, ancak avam arasında. İslâmî ilimler kaldı, ancak eski çağlarda ve sonuçta İslâmî ilimler eski ilimler olarak ve kadim medreselerin eski duvarları arasında mahsur ve eski kitaplar içinde mahpus kaldı. Okumuşlarımız –zamanımızın toplumsal ve bilimsel hayatının faal ve sorumlu beynini oluşturanlar- ise İslâm’a yabancılaştılar.(s. 105) (…) Tabii, böylece bugünkü İslâm, ilimden kopuk bir iman, “beyin”den ayrı kalmış bir “kalp”, “akıl”dan mahrum bir “duygu” ve ruh, anlam ve felsefeden yoksun hükümler olup çıktı.

     (…) İslâm’ın beyni kalbine nasıl döndürülebilir? (s. 106)

     (…) Evet, nasıl?! Bu sorunun cevabı ne olursa olsun, kesin olan, son derece ağır, âcil ve hayatî bir sorumluluğun varlığıdır.

     (…) Fakat biz inanıyoruz ki İslâmî ruhun zamanın mecrasındaki hareketini engelleyen ve İslâm kültür ve bakışını taşlaştıran, içtihat ruhunun ölümüdür.

     İçtihat, zaman kafilesinin uğrak yeri olan dinî ruh ve kültür şehrine açılan bir kapıydı; İslâm dâru’l ilm (akademi)’ine açılan ve içeriye sürekli temiz hava getiren bir kapı. (s. 107)

İSLÂM ÜLKELERİ GRUBU

     (…) İşte böylece bugün, İslâm ülkelerinin aydınları ve okumuşları bile, Batı’nın sıradan yazarlarını, adı sanı bilinmez şairlerini ve Avrupa ve Amerika’da olup biten gündelik olayları dikkatle takip edip bilirken, diğer İslâm ülkelerinde meydana gelen büyük fikir ve toplum hareketlerinden, bu ülkelerdeki düşünüş ve inanışlar ile ileri konumdaki düşünür şahsiyetlerden, toplum ve kültür sistemlerinden, kurumlarından, basından ve yazarlarından, şairlerinden ve ıslahatçılar bilim, edebiyat ve inanç alanındaki büyük eserlerden ve hatta komşu Müslüman ulusların hayat ve kaderlerinin nasıl olduğundan bütünüyle habersizdirler. (s. 135)

Özetleyen : Mehmet Yavuz AY - Hertafaf Haber

Yorum Ekle
Yorumlar (5)
Adil büyükçolak | 02.02.2020 13:15
Sağ olasın emeğine yüreğine sağlık. Böylece herkes “dünya imparatorluğu”nun üretim odaklarına bağlı köleler haline gelecek ve dünyanın doğusundan batısına dek, Asyalı Müslüman, Budist sarı derili, Afrikalı putperest, Latin Amerikalı Hıristiyan, tek bir tip, tek bir ruh, tek bir gereksinme, tek bir hayat tarzı, tek bir beğeni ve tek bir sanı ile evrensel Karun düzeninin tek tip tüketicisi olup çıkacaktır. (s. 51) Rahmetli Ali şeriatı bugünleri öngörmüş bazı önerilerde bulunmuş ama aradığı aydınları ve halkı bulamamıştır.
Yusuf Çağlayan | 01.02.2020 12:14
Mehmet Yavuz Ay, okuduğu kitapları sadece kütüphanesine kaldırmıyor. Özünü çıkarıp, etrafı ile paylaşıyor. Bu güzel özeti "kitap özetleri" arşivime ekledim. Kendisine çok teşekkür ediyor, selam ve saygılarımı sunuyorum.
Mahmut AY | 29.01.2020 12:17
Bu yazıda kendime felsefe edinebileceğim idol olarak kabul edeceğim düşüncelerini kendime yol haritası çizdim. Teşekkür ederim.
Hidayet ÇELİK | 26.01.2020 18:49
Sanırım "aydın olunmaz", "aydın doğulur." Bu biraz da kişiliğin özü ile ilgili olsa gerek...Oldukça uzun olsa da, aydınlatıcı ve içerik bakımından zengin bir yazı olmuş. Elinize sağlık...
Yılmaz TAŞOVA | 26.01.2020 07:53
Eyvallah altına imza atılacak bir yazı olmuş. Kalemine sağlık. Ne var ki eshab ene ye binmiş dalalet vadilerinde at koştururken kendine aydın diyen zatında enaniyet abidesi internet papağanı insanları gerçek aydın çizgisine çekecek eğitim şart.