metrika yandex
  • $32.45
  • 34.68
  • GA18240

Haberler / Yorum - Analiz

Modern Dünyanın Yeni Sloganı: ’Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak’ / Hüsnü AKTAŞ

02.05.2020

Önce bir tespitte bulunalım. Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın aldığı kararları veto etme hakkı bulunun imtiyazlı devletlerin sözcüleri ve Avrupa Birliği’nde söz sahibi olan ülkelerin liderleri, normal mikroskoplarla görülmesi dahi mümkün olmayan bir virüs karşısında ne yapacaklarını şaşırmışlardır. İtalya’nın başbakanı Giuseppe Conte "Coronavirüsten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Oturup, ticaretin ve serbest piyasanın kurallarını yeniden yazmalıyız. Ekonomimizin acil durumların masraflarını karşılayabilmesi için yeni kurallar koymalıyız. Eğer gerekirse her şeye müdahale etmeye hazırız." diyerek yaşadığı panik halini ifade etmiştir.  Almanya Şansölyesi Angela Merkel de “Almanya olarak ikinci dünya Savaşından bu yana hiç görülmemiş ciddi bir felâketle karşı karşıyayız” itirafında bulunmuştur. Kimyasal ve biyolojik silahları üretmek için birbirleriyle yarışan devletlerin liderleri, coronavirüs felâketinin kendi ülkelerini esir alması karşısında paniğe kapılmışlardır. Büyük bir tarihi kırılma noktasının arifesinde olduğumuzu söylemenin, hayali ve fantastik bir iddia olarak değerlendirilmesi kolay değildir. Küçük bir virüsle başlayan süreç, hemen akabinde büyük bir kırılmayı beraberinde getirmiştir. Tarih, artık dünyanın gidişatının üç asırdır devam etmekte olduğu gibi devam etmeyeceğini; Batı merkezli mevcut sosyal, siyasal ve ekonomik düzenin yani modern uygarlığın, moda tabirle ifade etmek gerekirse “sürdürülebilir” olma vasfını yitirdiğini ifade edebiliriz.

ABD vatandaşı olan (japon asıllı)  düşünürlerden Francis Fukuyama "Tarihin Sonu" isimli makalesinde, şu iddiada bulunduğu malûmdur: "Soğuk savaşın sona ermesi ve komünist ideolojinin iflası, sadece tarihi bir dönemin sonu olarak değerlendirilmemelidir. Bu aynı zamanda piyasa ekonomisine dayanan liberal demokratik sistemin; yönetim tekniğinde nihai form olarak evrenselleşmesidir. İnsanlığın ideolojik evriminin varabileceği son nokta budur. Eğer insanoğlu yeni bir yol bulamazsa, liberal demokratik sistemin getireceği rekabetin çarkları arasına sıkışıp kalacaktır. Bu tarihin sonu demektir" Batı düşüncesine damgasını vuran liberalizm; bireycilik, rasyonalizm, hümanizm ve tabii-doğal hukuk teorisine dayanır. Rasyonalizm, bireyi rasyonal (akılcı) bir varlık olarak görür ve bireyin her türlü tercihine değer verir. Ayrıca her insanın doğuştan ve dokunulmaz haklara sahip olduğunu esas alan bu felsefi akımın temsilcileri, "hümanizm'in" temel hedeflerini de benimsemişlerdir. İnsanoğlunu her şeyden "müstağni" bir varlık olarak değerlendiren ve ferdin egemen (özerk değil)  olduğu alanlara müdahaleyi reddeden filozoflar, Allah'ın indirdiği hükümleri de mahkûm etmenin zaruri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yaklaşık üç asır önce temelleri atılan modern-maddi uygarlık; gelmiş bulunduğu noktanın, tarihsel olarak insanlığın ulaşabileceği en son, en ileri ve en mükemmel uygarlık noktası olduğunu, bu sebeple artık tarihin sona erdiğini, tarihin bundan sonraki zamansal akışı içerisinde, verili uygarlığın haricinde, farklı ve yeni bir paradigmaya/uygarlığa geçişinin mümkün olamayacağını ifade etmişlerdir.

Modern uygarlığın iflası

Üç asrın sonunda bugün gelinen noktada, modern/postmodern uygarlığın insanlığa huzur, adalet ve saadet getirebilmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Rasyonalist, seküler, pozitivist bir paradigma üzerine kurulan modern uygarlık, yeryüzünün temel direği olan insan-Allah, insan-tabiat ve insan-insan ilişkisini ifsad ederek yeryüzünü yaşanamaz hale getirmişlerdir. Modern paradigmanın temel taşlarından biri olan rasyonalizm; hakikati, araçsal aklın sınırlarına indirgeyerek, ölçümlenebilir, matematiksel, nicel, nesnel bir boyuta hapsetmiş, bunun neticesinde başta Allah’ın (cc) indirdiği hükümler olmak üzere bütün ulvi hakikatleri gerçek dışı/irrasyonel ilan etmişlerdir. Son tahlilde insanın ‘Allah’ın kulu olma’ vasfından kurtulmasını, özgürleşmesini ve hatta ‘kendi kendisinin ilâhı’ olmasını teklif ederek, profan vatandaş haline gelmesini sağlamaya çalışmışlardır.

Allah’ı hayatın ve tarihin dışına iten seküler-lâik aydınları, kötülük yapmaktan alıkoyan, sınırlayan, denetleyen, dengeleyen hiçbir bağlayıcı üst otorite, ilke, kural, değer kalmamıştır. Potansiyel olarak her türlü gayr-ı ahlakiliği, ilkesizliği ve adaletsizliği/zulmü yapabilir hale gelen modern insanlar, birbirlerinin kurdu haline gelmişlerdir. Allah’ın (cc) indirdiği hükümleri hafife alan ve birden çok ilâhın kulluğunu (hizmetkârlığını) yapan modern insan, sonunda bu çok efendililik haline isyan ederek kaçınılmaz olarak, "varoluşçu" "post-modern" veya  "ateist" bir felsefeyle baş başa kalmıştır. Modern uygarlık, insanın özgürlüğünü o kadar kısıtlamıştır ki Albert Camus gibi varoluşçular, tek özgür eylemin "intihar" olduğunu söyleyebilmişlerdir. Modern dünyanın cendereleri o kadar güçlüdür ki Foucault gibi düşünürler, onu bir hapishaneye benzetmişler ve buradan çıkışı, insan için mümkün olmadığını ifade etmişlerdir. Allah’a kulluğu, "esaret" sayan modern zihniyet, bu çağda, putperestliğin (çok tanrıcılığın) en girift ve aynı zamanda somut misallerini sunmuştur. Modern dinin putları servet, iktidar,  şehevi arzular, teknoloji ve bunun gibi simgelerdir. Kısaca seküler-lâik insan, esaretin en şiddetlisini özgür olduğunu zannettiği modern zamanlarda yaşamıştır. Dinin hayat veren mesajına kulak tıkayan modern insan; tabiat, toplum, tarih ve nefs zindanlarında, kendisine zulmetme hastalığıyla baş başa kalmıştır.

Herhangi bir sınır ve ahlaki değer tanımayan modern bilim ve teknoloji; kitlesel katliamlar yapacak nükleer silahlardan, fıtrata müdahale cüretkârlığına varan genetik mühendisliğine kadar haddi aşmada en ileri noktalara ulaşmayı başarmış durumdadır. Dolayısıyla bu uygarlığın gidişatının yol açacağı ekonomik, teknolojik kıyametler beklemek artık hiç de şaşırtıcı ya da sürpriz bir beklenti olarak görülemeyecektir. Özellikle, liberal ekonomiyi tarihin sonu ve son harikası ilan eden Amerikan devşirmesi Fukuyama’nın bu mütekebbir iddiasının aksine, liberal ekonomik düzenin, sadece Batı dışında değil, Batı’nın kendi içi de dahil olmak üzere bütün dünyada yol açtığı küresel adaletsizliği artık dünya kaldıramaz hale gelmiştir. Batı başkentleri evsiz, aç insanlarla dolup taşmakta, banliyölerden merkezlere doğru dinmek bilmeyen büyük öfke dalgaları yükselmektedir. Modern paradigma ile artık dünyanın/devranın dönemeyeceği açığa çıkmış durumdadır. Bu sebeple, yaşanan corona virüs salgını, modernitenin kendi elleriyle kendi sonunu hazırladığı büyük bir ekonomik kıyametin tetikleyicisi ve ardından gelecek olan büyük bir tarihi kırılmanın da başlangıç noktası olabilir.

Küresel sömürü uygarlığı

Fukuyama’nın liberal ekonominin zaferini ve “tarihin sonu”nu ilan ettiği yirminci asrın son çeyreğine tekabül eden yıllarda, bir başka Amerikalı A. Toffler da “eko spazm” olarak adlandırdığı teorisiyle, liberal ekonominin büyük bir çöküşe doğru yol aldığını ifade etmiş ve bu sistemden kurtulmanın zaruri olduğunu ifade etmiştir. Toffler, eko-spazmın klasik bir krizden, özellikle en yakın örnek olan 1929 Büyük Buhranı’ndan bile oldukça farklı ve çok daha büyük bir çöküş, adeta bir kıyamet olacağını öne sürmüştür. Bilindiği gibi piyasa ekonomisine dayanan liberal demokrasi, insanların ihtiraslarını (kendi hevâlarını) ilâh edinmelerini beraberinde getiren bir ideolojidir. Bu siyasi teoriye göre; insanların maddi hürriyetlerinin başında "Ekonomik hürriyetleri" gelir. Hareket noktası, kişisel menfaatlerin korunması ve siyasi iktidarın sosyal yönünün asgariye indirilmesidir. Şahsi menfaatlerini, her türlü manevi değerin üzerinde gören insanların adâlete riâyet etmeleri kolay mıdır? Jean De Lajudie; "İktisadi Doktrinler" isimli eserinde,"Liberalizm bir hayaldir. Çünkü birbirine zıt dört ilke üzerine kurulmuştur. Bu ilkeler; şahsi menfaat, hürriyet, rekâbet ve sorumluluktur. " diyerek, bu ideolojinin kendi içindeki çelişkilere dikkati çekmiştir.  Bütün devletlerin ve çok uluslu şirketlerin her yıl; bir önceki yıla oranla daha fazla büyümeyi bir hedef olarak önlerine koydukları ekonomik sistemde, rekabet her şeyden önce gelen bir unsurdur ve bu unsur bütün sorumlulukları/mes’uliyetleri ortadan kaldırabilir. Hiçbir ahlaki değeri dikkate almayan vahşi rekâbet, insanlığı hangi felaketlere sürükleyeceğini iyi tahlil etmemiz gerekir.  

Küresel düzeyde, birbirine hassas bağlarla bağlı ve bağımlı olan mevcut ekonomik sistemde, illa ekonomik temelli olması gerekmeyen, herhangi bir siyasi ya da sosyal kriz, piyasayı yangın yerine çevirebilir. Meselâ: küresel bir coronavirüs pandemisi, beraberinde büyük bir panik ve kargaşa sarmalı oluşturabilir ve bütün dünyada insanlar aynı anda bankalara koşup hesaplarındaki bütün paralarını çekmeye, borsadan çıkmaya ve ellerindeki nakit paraları, kıymetli kâğıtları reel değere/ürüne çevirmeye yönelebilirler. Böylece birbirine hassas dişlilerle bağlı olan çarkın dişlerinden birinin ya da birkaçının kırılması, ‘hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ sloganı eşliğinde kasırgaya dönüşebilir. Bugün virüs sebebiyle yaşamakta olduğumuz kriz tam da böyle bir krizdir; kaynağı ekonomik olmamakla birlikte, bütün dünyada verili ekonomi paradigmasını, ekonomik sistemi ve ekonomik ilişkileri kökten değiştirebilecek ve sonrasında sosyal ve siyasi değişimlere de öncülük edebilecek bir kırılma noktası olabilecek bir krizdir.

Esasen bu dönüşüm yani köklü bir paradigma değişimi, dünya ve insanlık için kaçınılmaz hale gelmiş durumdadır. Hem adaletsiz, hem kırılgan olan bu sistem krizini ağır hasarlarla atlatmayı başarabilse bile, yakın bir gelecekte duvara toslamaktan kurtulamayacaktır. İktisadi rakamlar büyüdükçe kaynakların, tabiatın ve de insani değerlerin ters orantılı olarak küçüldüğü bir gerçektir. Büyümeye dayalı bu ihtirasın, bu doyumsuzluğun bütün insanlığa bedeli zaten küresel yoksulluk, açlık ve kıtlık olarak geri dönecek, dolayısıyla kaçınılmaz büyük tarihi kırılma da ortaya çıkmış olacaktır. Bu büyük kırılma noktası aynı zamanda tarihin yeni bir paradigma ile yeni bir başlangıç noktası olması anlamına gelmektedir. Bu değişime, henüz kapıda hazır bekleyen büyük kriz öncesi, gönüllü/iradi ve daha az hasarlı olarak bugünden geçilebileceği gibi; kaçınılmaz krizin sonrasında zaten çok ağır hasarlarla, zorunlu olarak geçilebilir.  Dolayısıyla bütün dünyaya bugünden “gelin, sonu olmayan ve insanlığı büyük bir felakete doğru götüren, büyümeye, israfa, tüketim çılgınlığına, sömürüye, adaletsizliğe dayalı bu muhteris ekonominin yerine, kanaate dayalı ahlaki değerlere önem veren bir ekonomiye hep birlikte ve aynı anda geçme kararı alalım” şeklinde bir ilkesel çağrıyı Müslümanların yapması gerekir. Bu ahlaki çağrı hemen karşılık bulmasa bile tarihe düşülmüş bir not olarak bir gün mutlaka bir karşılık bulacaktır. İnsanlığın ihtiyaç duyduğu adil, insani ve ahlaki değerleri esas alan medeniyet paradigması yalnızca İslam’da vardır, fakat Müslümanların bu büyük paradigma değişimine henüz kendileri bile  hazır  olmadığını söylemek mümkündür.

Yeni iktisadi düzen

Bugün yaşanan virüs krizi sonrasına ilişkin bizim tahminimiz, bu krizin “de facto” ve spontane biçimde şekillenecek yeni bir iktisadi düzeni ortaya çıkaracağı yönündedir. Bu yeni düzenin, bilahare, Müslüman dünyanın göstereceği entelektüel gayretle, büyük paradigma değişiminin habercisi olması en büyük temennimizdir. Kriz sonrası şekillenecek olan bu yeni iktisadi ve siyasi düzenin militarist ve totaliter anlayışların ön plâna çıkmasına da  vesile olabilir.  Bu yeni sistem makro düzeyde, devletlerarası karşılıklı bağımlılıkların en aza indirildiği ve kendine yeterliğin öncelikli hedef haline geldiği bir anlayışı da beraberinde getirebilir. Mikro düzeyde ise reel ürün (mahsül), bireysel emek, bireysel beceri ve yetenek (ustalık ve uzmanlık) dışında reel ve sahici olmayan hiçbir şeyin ticari/ekonomik bir karşılığının ve değerinin olmadığı bir anlayışın ortaya çıkması mümkündür. Yani, karnını doyurmanın, beslenmenin en önemli insani-iktisadi amaç haline geldiği, dolayısıyla tarımın yani gıdanın/yiyeceğin de en önemli iktisadi faaliyet haline geldiği dünya, bugünkünden farklı olacaktır.  Bu sebeple tohum ve yerli tohum, bağımlılık ve kendine yeterlilik denkleminde büyük bir önem kazanmış olacak, kendi tohumuna sahip olan toplumlar daha güçlü ve özgüvenli olacaktır. Kriz sonrası ortaya çıkabilecek büyük çaplı işsizlik ortamında, köye/kırsala dönüşün büyük bir ivme kazanacağı (tersine göç), şehirlerin göreli olarak boşalacağı bir süreç yaşanacaktır. Bu süreçte, köyünde ya da herhangi bir kırsal alanda, sebze-meyve yetiştirebilen, birkaç kanatlı, küçükbaş ya da büyükbaş hayvan besleyebileceği birkaç dönüm arazisi olanların kendilerini şanslı sayacakları günler gelebilir. Bu yeni iktisadi manzarada; küçük işletme, küçük esnaf, küçük üretici, ev/aile içi üretim yeniden önemli hale gelebilir. Ayrıca büyük işletmeler küçülürken, finans ve hizmet sektörleri önemini yitirerek asgari düzeylere inmesi mümkündür. Zanaatkarlığın yani bir hüner ve meslek sahibi olmanın tekrar altın bilezik olarak görüldüğü günlerin uzak olmadığını söylemek mümkündür. Zira sınırlı üretim ve sınırlı takas imkânlarıyla elde edilen sınırlı kazançlarla artık, eskiyen eşyaları hemen atmak gibi bir lükse sahip olunamayacağı için, tamirat ve tadilatın, el işinin, el emeği göz nurunun değeri de kat kat artmış olacaktır. Bu sistemde uluslararası ticaretin temeli de, gıda ve küçük işletmelerin ürettiği “hayatî” ürünlerin takası mantığına dayanacağından, büyük çaplı lüks endüstriyel ürünlerin astronomik değeri olmayacaktır. Mesela: bugün olduğu gibi yüz kamyon dolusu elma parasına bir otomobil almak gibi bir sömürü hali yaşanmayacaktır. Zira insanlar bir otomobil alırken karşılığında ne kadarlık bir gıdanın parasını ödediğinin hassas hesabını yapmak durumunda kalacaktır. Dolayısıyla pahalı ve lüks endüstriyel ürünlere talep azalacağından arz da, fiyatlar da düşecek ve takas/emek-ihtiyaç-değer ilişkisi çerçevesinde, dengeli noktalarda yeni fiyatlar oluşacaktır. Aslında bütün açıklığı ile “geliyorum” diyen büyük küresel ekonomik kriz ve sonrasında oluşması muhtemel bu iktisadi düzen, tarihi hala lineer olarak okuma ön kabulüyle hareket edenler için imkânsız ve hayali görünüyor olabilir. Oysa onlar zihinlerine vurdukları seküler, ilerlemeci prangalardan kurtulup tarihe bakacak olsalardı, insanlık tarihinin irili ufaklı nice kırılmalar yaşadığına, her kırılmanın ardından yeni bir dönemin ya da köklü dönüşümlerin ortaya çıktığına, nice medeniyetlerin zirvelere yükselip sonra yere çakıldığına da şahitlik edebilirlerdi.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Coronavirüs salgının küreselleşme üzerindeki etkisini iki yönlü olarak düşünmekte fayda vardır. Bir yandan, küreselleşmenin dünyayı gerçekten küçük bir köye çevirdiği görülmüştür. Çin’in bugüne kadar ismi bilinmeyen bir şehrinde ortaya çıkan virüs, muazzam bir hızla diğer ülkelere sıçramış ve kısa bir sürede bütün dünyayı tehdit eden bir felâket haline gelmiştir. Muhakkak ki geçmişte de bölgesel ve küresel düzeyde öldürücü salgın hastalıklara rastlanmıştır. Lâkin sürat açısından hiçbir dönemde yaşanan salgın hastalıklar, Coronavirüs felâketiyle kıyaslanamaz. Bir hastalığın bir ülke veya kıtadan bir başka ülke ve kıtaya yayılma süresi, dünden bugüne çok kısalmıştır. Yoğun iktisadi faaliyetler, büyük sosyal hareketlilik ve modern ulaşım araçlarından ötürü, bugün dünyanın bir ucunda boy veren bir hastalık yarın dünyanın diğer bir ucuna taşınabilmektedir. Diğer yandan, sorun küresel olmakla birlikte devletler bu soruna karşı genellikle ulusal imkânlarıyla mücadele vermeye başlamışlardır. Salgının patlak vermesinin ardından, devletler sınırlarını tahkim ederek, hatta dijital duvarlar örerek kendilerini korumaya çalışmaktadırlar. Hadisenin sosyal, ekonomik ve siyasal alanlarda ilk etkileri, artık dünya düzeninin değişeceği veya “hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı” kanaatini güçlendirmektedir. Artık neo-liberal ekonomik düzenin çatırdadığı ve bu düzenin değişeceği görüşü yaygınlaşmaktadır.

KENAR:

Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın aldığı kararları veto etme hakkı bulunun imtiyazlı devletlerin sözcüleri ve Avrupa Birliği’nde söz sahibi olan ülkelerin liderleri, normal mikroskoplarla görülmesi dahi mümkün olmayan bir virüs karşısında ne yapacaklarını şaşırmışlardır. İtalya’nın başbakanı Giuseppe Conte "Coronavirüsten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Oturup, ticaretin ve serbest piyasanın kurallarını yeniden yazmalıyız. Ekonomimizin acil durumların masraflarını karşılayabilmesi için yeni kurallar koymalıyız. Eğer gerekirse her şeye müdahale etmeye hazırız." diyerek yaşadığı panik halini ifade etmiştir.  Almanya Şansölyesi Angela Merkel de “Almanya olarak ikinci Dünya Savaşından bu yana hiç görülmemiş ciddi bir felâketle karşı karşıyayız” itirafında bulunmuştur. Kimyasal ve biyolojik silahları üretmek için birbirleriyle yarışan devletlerin liderleri, coronavirüs felâketinin kendi ülkelerini esir alması karşısında paniğe kapılmışlardır. Modern paradigma ile artık dünyanın/devranın dönemeyeceği açığa çıkmış durumdadır. Bu sebeple, yaşanan coronavirüs salgını, modernitenin kendi elleriyle kendi sonunu hazırladığı büyük bir ekonomik kıyametin tetikleyicisi ve ardından gelecek olan büyük bir tarihi kırılmanın başlangıç noktası olabilir.

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş