metrika yandex
  • $32.13
  • 34.48
  • GA17570

Bir Şehide Şahitliğim

MUSAB AYDIN
15.04.2024

 

                                                                       Abdülhamid Turgut'u Rahmetle Anarken..

 

Sonbahar hüzün mevsimidir, lâkin gelmek için her zaman vaktini beklemez. Hiç beklemediğimiz bir zaman da gelip bulur bizi hüzün, yaz bahar demeden. Yine de en çok sonbahar da bulur rengini. Gökyüzünü saran bulutlar ıslanır, hüzün gözyaşı olur sağanak yağmura durur. Bazen hüzün doruğa ulaşır, kar boran olur. Sonra zemheri bir kış kuşatır yeryüzünü ve hüzün yüreğimizi rehin alır. İşte böyle puslu ve ayazlı bir sonbahar sabahıydı. Güneş arada bir yüzünü göstermeye dirense de bulut işgalinde, hüzünlü bir İstanbul pazarıydı.

Biz üç delikanlı, -gerçi on üç yaşlarında çocuk da denilebilir- üç arkadaş. Biz üç kafadar her pazar günü yaptığımız gibi yine sinemaya gitmek için Vefa Caddesinde ilerliyorduk. Bir iki kez gördüğüm ve ismini sonradan öğreneceğim Mehmet Yücekaya abimiz yolumuzu kesmiş ve bir camiye vaaza davet etmişti. Sinema niyetimizi gizleyip “Peki.” dedik. Gültepe de bir camiye gittik. Vaizin konuşmasından pek bir şey anlamamıştım ama cami atmosferi iyi geldi. Dönüşte Süleymaniye Akıncılarının buluşma noktası Diriliş’e uğradık. Akşam namazını cemaatle kıldığımız Lokalde kalabalık bir ortam vardı. Siyasi bir yapılanma olduğu için yaşıtlarımızdan kimse yoktu. Hararetli konuşmalar yapılıyor ancak pek bir şey anlamıyordum. Biraz tedirgin bir ruh hali ile dinliyordum konuşmaları. Arada Kur'an, namaz gibi aşina olduğum kelimelerin telaffuz edilmesi tedirginliğimin azalmasına ve ilgimin artmasına vesile olmuştu.

Bizimle kimse ilgilenmemişti. Muhtemelen bizi çocuk görmüşlerdi. İkram edilen çayı yudumlarken yanımıza mütebessim bir ağabey oturdu. Samimi, sevecen ve yirmili yaşlarda biriydi. İsimlerimizi, memleketlerimizi, nasıl bir işte çalıştığımızı sorduktan ve cevaplarımızı dinledikten sonra gayet mütevazı bir ses tonuyla “Ben Abdülhamid Turgut.” diyerek kendisini tanıttı. Diğer insanların aksine karşısında çok önemli birileri varmış gibi davranmıştı. Oldukça doğal ve samimi bir hâl ve üslup ile konuşmaya başlamıştı. Kendimizi çok değerli hissedecek bir atmosfer oluşturmuştu. Öyle ki yıllar önce birbirinden ayrı düşmüş ve uzun zaman sonra mucizevi bir şekilde kavuşmuş iki kardeş gibi hissetmiştim.

Anadolu'nun bir dağ köyünden çıkıp gelmiştik İstanbul'a. İlkokulu bitirdikten sonra, geçim sıkıntısı çeken ailelerimizin bütçesine katkıda bulunmak amacıyla gurbet yollarına düşmüştük. İstanbul'un Vefâ semtinde bekârların barındığı hanların birinde, on beş kişinin yaşadığı bir odayı kiralamıştık. İlkokul okumuş olsak da kendimizi ifade edecek kadar Türkçe bilmiyorduk. Bildiğimiz kelimeleri de doğru dürüst telaffuz edemediğimiz için derdimizi de anlatamıyorduk. Bu durum yüzünden toplumun “ötekileri” olmuştuk. Bunu özellikle sağlayan çevreler vardı. Sadece Türkçeyi iyi konuşamadığımız için hakaretlere muhatap olduğumuz bir şehirde ve toplumda yaşıyorduk. Biz kenar mahallenin çocukları değildik. Aksine şehrin tam göbeğinde yaşıyorduk ama her yönüyle İstanbul’un ötekileri olarak görülüyorduk. Böyle bir şehirde, toplumda yaşam mücadelesi verirken karşımıza çıkmıştı Abdülhamid Turgut.

1979 yılının sonbaharıydı. Müslümanların fikri ve siyasi mücadele ortamına girdiğim ilk gün, daha çocuk sayılabilecek yaşımda tanışmıştım Abdülhamid ağabeyle. Dahası bu mücadelenin bir ferdi olmamı sağlamıştı. Gençler için şehrin her köşesinde kurulan binlerce tuzağa, cinlerin(!) şatafatlı sofrasına, şölenine karşın Abdülhamit ağabey; samimiyetin, sevginin, fedakârlığın, duygunun, azmin, mücadelenin, dostluğun ve vefanın ete kemiğe bürünmüş haliydi. Bütün bu hasletler ile aramızda canlı dolaştığına şahit oldum her zaman. O küçük yaşımda, İslam’ı fikren ve duygusal anlamda benimsememe vesile olmuştu. İlk sokak eylemim de onunla yürümüştüm. İlk sloganımı onunla atmıştım. İlk ev sohbetine onunla katılmıştım. Kitap okumaya onun teşvik etmesiyle başlamıştım. O cihada uğurladığım ilk mücahitti. Afgan cihadının başladığı günlere şahitlik ettiğimiz zamanlarda…

Seksen yılının sonlarında, ilkbaharda ayrıldığım İstanbul'a tekrar dönmüştüm. 12 Eylül darbesinin üzerinden henüz iki ay geçmişti. Siyasi partiler, vakıflar, dernekler gibi Diriliş de kapanmıştı. Arkadaşlarımdan kimseleri görememiştim İstanbul sokaklarında. Henüz İslam düşünce yapısını kavramış değildim. Yalnızlıktan bocalamaya başlamıştım. Böyle bir dönemde -nasıl oldu bilmiyorum- arayıp beni bulmuştu Abdülhamid ağabey. Sonraki yıllarda da İstanbul’a gelişinde, iş değiştirdiğim zamanlarda bile bir şekilde adresimi öğrenip beni ziyaret eder ve yoklardı. Vefâ civarında bir ev kiralamıştı. Herkesin kendi gölgesinden korktuğu bir dönemde ara vermediği ev sohbetlerine katılmaya başlamıştım. İlerleyen yıllarda bazı konularda fikirlerim farklılık göstermeye başlamıştı. Kırmadan, dökmeden ve dışlamadan konuşmuştuk birçok konuyu. Bende gelişen bazı fikrî değişime rağmen ihmal etmemişti. İstanbul’a her gelişinde bana zaman ayırıp süreç içerisindeki İslam dünyasındaki gelişmeleri değerlendirirdik. Beni bu davanın bir neferi olarak görünceye kadar ilgisini esirgemedi Abdülhamit ağabey. O yüreğine dokunduğu bir insanın sorumluluğunu her zaman omuzlarında taşıyacak kadar bilinçli bir davetçiydi. 

Karlı bir kış gecesinde, Malatya'daki evinde misafir olmuştum. Sonrasında bir gece İstanbul’da benim misafirim olmuş, sabah ezanına kadar sohbet etmiş, hatta kendisinden ilahiler dinlemiştim. Derdi olan bir dava adamıydı. Hedef kitlesi gençlerdi. Umudun ve geleceğin gençlerde olduğunu gören, kendisi de genç bir davetçiydi. Cemaatler arası görüş ayrılıklarının derinleşmesine endişe ile bakıyordu. Bu ayrılıkların giderek kronikleşmesine karşı önerileri ve çabaları çok iyi anlaşılamadı o dönem. İlme, ahlaka ve takvaya verdiği önemi onun şahsında müşahede etmek için kısa bir tanışıklık kâfi geliyordu.

Beraberinde otuzdan fazla arkadaşıyla gözaltına alındığını duyduğumda 12 Mart 1990 yılıydı. Fatih Kadınlar Pazarı’nda, daha önce defalarca çay eşliğinde derin sohbetler ettiğimiz çay ocağındaymış baskın esnasında. Sonrasında öğrendiğimize göre kayıt dışı ve bilinmedik bir yerde akla hayale gelmeyen işkencelere maruz kalmışlardı. İlk baskını Mit yapmış olsa da sorgularını CIA veya Kontrgerilla yapmıştı. On yedi gün boyunca gece gündüz yılan ve köpek gibi vahşi hayvanların da dâhil edildiği korkunç işkencelere maruz kalmıştı. Bu işkencelere karşı gösterdiği direnci ve metanetli duruşunu sağ ve sol cenahtan farklı gruplara mensup mahkûmlardan da dinlemiştik. Birçok ünlü fâili meçhul cinayeti üzerlerine yıkmak istiyorlardı. Sonrasında polis kontrolünde devam etmişti işkenceler. Fethullah Gülen’in işkenceci polislerini ilk kez Abdülhamid ağabeyden duymuştu Türkiye. Ama bizim mahalle de kimse bu tehlikeyi duymak ve görmek istememişti. 

Devlet Güvenlik Mahkemesindeki yargılamaları tutuklu olarak devam etmişti. Uzun zaman sonra bir bayramda açık görüş için Sağmalcılar Cezaevi önünde toplanmıştık. Mahşeri kalabalık vardı. Bizim camianın her kesiminden kendisini tanımadığı halde binlerce kişi toplanmıştı. Polislerin kimsenin içeri alınmayacağını söylemesinden sonra, dışarda epeyce gürültü kopartmıştık. Bunun üzerine sınırlı sayıda bir grubu içeri almaya karar verdiler. Ben ilk içeri girmeyi başaranlardan olmuştum. Hasretle sarılmıştık, dakikalarca. Sanırım bu yüz yüze son görüşmemiz olmuştu. Üç yıla yakın bir zaman haksızca ve ağır iftiralar ile içeride tutulmuştu. Tahliye olduktan sonra mahkemesi devam ediyordu. Birkaç aylık özgürlükten sonra, Malatya’dan İstanbul’a mahkemeye geliyordu. İstanbul'da karşılayacak ve kucaklaşacaktık. Ama olmadı, baharın ortasında hüzün ayazdan bir ateş olup yüreğimizi yakmıştı. 13 Nisan 1992 yılında, doğduğu topraklar olan Malatya’nın Darende ilçesine yakın bir yerde, şaibeli bir trafik kazası sonucu şehadet şerbetini içmişti. Evet, bu normal bir kaza değildi.

Hâlâ da üzerinden sis perdesinin kalkmadığı gizemli bir kaza olarak hafızalarımızda kalmaya devam ediyor. Abdülhamid ağabey de kalbimizde...

Özlemle ve rahmetle...

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş