sarslantas46@hotmail.com
Ortadoğu neredeyse tarih boyunca kan ve gözyaşı ile sulanmış topraklardır. İstisnası yok mu, elbette var. Hz. Ömer’in özellikle 637 yılında Kudüs’ü fethinden Haçlı istilâsına kadar (1099–1187) sulh ve sükûn içerisinde yaşandı. Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Kudüs’ü ve bölge topraklarını Osmanlı’ya dahil etmesinden sonra 1917 Balfour Deklarasyonu’na kadar yine bir dört yüz yıl sükûnet dönemi yaşandı.
Osmanlı sonrası ve bilhassa Balfour Deklarasyonu (2 Kasım 1917) ardından Siyonistlerin, Filistin başta olmak üzere, yoğun olarak bölgeye göç etmeleri beraberinde terör ve istikrarsızlığı da getirdi. Osmanlı Devleti’nin önde gelenlerinden Şerif Hüseyin ve oğullarının ihaneti sonrası da Siyonistlerin devlet olma arzuları depreşti. Bilhassa İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Yalta Antlaşması (5–11 Şubat 1945) ve sonrasında da BM 181 sayılı kararı ile (29 Kasım 1947) İsrail Devleti’nin kurulması kesinleşmiş oldu.
İsrail 14 Mayıs 1948’de kuruldu; kuruluşunun hemen sonrasında ilk Arap–İsrail savaşı yaşandı. Savaş, İsrail’in galibiyeti ile sonuçlandı. Ve savaş sonrası Filistin toprakları; İsrail’in kurucu başbakanı Ben-Gurion, Ürdün Kralı Abdullah ve Mısır Kralı Faruk arasında varılan bir anlaşmayla bu üçlü arasında paylaşıldı. Batı Şeria, Doğu Kudüs Ürdün’e; Gazze Mısır’a verildi. Ürdün ve Mısır’a verilen bu topraklarda Mısır ve Ürdün 1967 Haziran Savaşı’na kadar Filistin’e devlet olma imkânını vermediler.
1967 savaşı sonrası BM’in almış olduğu 242 sayılı kararın âmir hükmü: “İsrail 1967 öncesi topraklara çekilsin.” İfadesidir. Arap ligi önce bu karara direndi ama Reagan’ın 1982 önerisi ardından Fez zirvesinde bu kararı kabullendiler. İşte Filistin davası bu kararın kabulü ile kaybedildi. 13 Eylül 1993 Oslo Mutabakatı doğrultusunda Washington’da imzalanan “Eriha Yarı Özerk Filistin Yönetimi” anlaşması ile de resmen Filistin’in tapusu İsrail’e verilmiş oldu. Bu kararı Arafat ve Mahmut Abbas imzaladı.
1967’den itibaren Türkiye’de dahil olmak üzere neredeyse tüm dünya “İsrail 1967 öncesi topraklara çekilsin, başkenti Doğu Kudüs olan iki devletli bir çözüm gerçekleşsin” demeye devam ediyorlar. Ne demek iki devletli çözüm? Yani Ortadoğu’nun bağrına saplanan Siyonist hançere evet mi diyeceğiz? Keza desek bile en azından 7 Ekim’den bu yana Siyonist İsrail’in tarihte yazılan ve yazılmayan bütün zulüm, soykırım ve insanlık suçlarını işlediği göz önüne alındığında bu yaklaşım asla Filistin’e, bölgeye huzur getirmez. Kaldı ki İsrail’in sadece Filistin’le yetinmeyeceği de ortada. Suriye devriminden sonra yoğun bir şekilde Suriye’ye yaptığı saldırıları Şam hükümetine karşı bir saldırı olarak okumak eksiktir. Zira 1982’de somutlaşan Yinon planına göre “Suriye’nin etnik/dini azınlıkların yaşadığı bölgelere bölünmesi” hedeflenmektedir. Bu doğrultuda Suriye’de; Dürzi, Alevi, Kürt, Maruni, Kıpti ve diğerlerini de kapsayan parçalanma İsrail’in projeleri arasındadır. Ve tabii ki Suriye planının benzerleri diğer Ortadoğu ülkeleri için de planlanmaktadır. Sanırım bu plan bile Türkiye’nin Filistin ve Suriye konusundaki hassasiyetini ortaya koymaktadır.
BM ve Bölge Gerçeği
BM ve diğer uluslararası kuruluşların ortaya koydukları tasarı, öneri ve kararların hiçbirisi Filistin’in ve bölgenin menfaatine olmaz. Zira bu kuruluşlar tedvin edilirken İmam Humeyni’nin deyimi ile yeryüzünde İslâm diye bir dinin, Müslümanlar diye bir topluluğun varlığı dikkate alınmamıştır. Kudüs başta olmak üzere bu topraklarda mukaddesleri bulunan üç din (elbette Allah indinde tek din İslâm’dır; konunun anlaşılması için bu ifadeyi kullanıyorum) yani İslâmiyet, Hristiyanlık ve Yahudilik, 637 yılında Hz. Ömer’in Kudüs ve bölgeyi fethinden sonra 1099–1187 Haçlı istila dönemini hariç tutarsak 12 asır İslâmi yönetimler tarafından yönetildi. Bu on iki asır için sulh ve sükûn dönemi diyebiliriz. Her din mensubu da kendi mukaddeslerine rahatlıkla ulaşabildi. İşte birkaç örnek: Mescid-i Aksa, Hz. Ömer Camii, Dormition Kilisesi, Ağlama Duvarı, Altın Kapı, Herod Kapısı, Yafa Kapısı ve Doğuş Kilisesi bunlardan bazılarıdır. Katolik dünyasının ruhani lideri II. Urbanus, I. Haçlı Seferi’ni başlatmadan önce 1096’da Almanya’nın Bavyera ve Ren bölgelerinde yaşayan on iki bin Yahudi’yi katlederek Haçlı seferlerini başlattı. Haçlılar 1099’da Kudüs’e girdiklerinde de Yahudi, Müslüman demeksizin bütün halkı kılıçtan geçirdiler. Galiba ABD’nin ergen Dışişleri Bakanı Rubio, Katolik kimliğini unutmuş olacak ki başına kipa geçirerek Ağlama Duvarı’nda poz verdi.
Amerika ve Rubio’yu anlıyorum. Onlar bir bakıma iktidarlarını Yahudi sermayesine borçlular. Ya halkı Müslüman olan ülkeler! Evet onlarda iktidarlarını, koltuklarını Siyonistlere borçlu olan ABD başta olmak üzere İngiltere vd.’ye borçludurlar. 7 Ekim’den bu yana yaşananlara baktığımız zaman bugünkü Arap yönetimlerinden Gazze için, Filistin için bir çözüm beklemek nafiledir. Ama artık yönetilenlerin başlarının çaresine bakmaları kaçınılmazdır. Bugün neredeyse iki yıldan buyana dünyanın en modern silahları ile teçhiz olunan İsrail, Hamas’ı yenemedi ve yenemeyecek. Çünkü onlar, Arap Ligi yöneticilerinden farklılar. Onlar Amerika, İngiltere vd.’ye hesap vermeyi düşünmüyorlar. Onlar hesaplarını Allah’a verecekler. Yeryüzünde davasına adım atarken vasiyetini yazan bir millet duydunuz mu? Söyliyeyim: onlar Filistin’in ve Hamas’ın yiğit evlâtlarıdır.
İsrail ve Netanyahu Niçin Bu Kadar Saldırganlaştı?
Çünkü İsrail ve Siyonistler Babil sürgününden (MÖ 597) buyana elde ettikleri tüm masumiyet karinemlerini kaybettiler. Özellikle de Türkiye’ye karşı özel bir kinleri oluştu. Zira İsrail Devleti meşruiyetini BM 181 sayılı kararından almadı. Türkiye Cumhuriyeti’nin 28 Mart 1949’da CHP’nin son başbakanı Şemsettin Günaltay zamanında tanıması ile meşruiyet kazanmıştı. 14 Mayıs 1950’de DP’nin iktidara gelmesi ardından Menderes–Ben-Gurion ikilisinin yakın ilişkileri ile de ete-kemiğe büründü. Ancak 29 Ocak 2009’da dönemin T.C. Başbakanı R. Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta İsrail siyasetinin duayenlerinden olan Shimon Peres’e karşı: “Sen benden yaşlısın, senin sesin benden çok çıkıyor. Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajdaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü biliyorum…” sözleri ile Osmanlı bakiyesi T.C.’nin 28 Mart 1949’da İsrail’e vermiş olduğu işletme ruhsatı askıya alındı. Üstelik Cumhuriyet tarihinde adeta bir akide meselesi gibi kabul edilen ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ söylemine rağmen bugünkü Türkiye ve yönetimi Osmanlı mirasına sahip çıkıyor, Sykes-Picot’a meydan okuyor. Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Kudüs’ün bir karış toprağını vermeyiz” sözleri ve devamında “Kudüs İslâm dünyasının ortak mirasıdır; namahrem ellerin kirletmesine izin vermeyiz.” ifadeleri içeride yankı bulmasa da adresine ulaşmıştır. Türkiye’nin bu açık ve net tavrı İsrail’i daha da hırçınlaştırıyor. Evet içimize sinmese de Sisi’nin yönetimindeki Mısır’la yakınlaşma, güvenlik ve istihbarat anlaşmaları artı 22 Eylül’de başlayacak olan Mısır–Türkiye ortak deniz tatbikatı İsrail’in uykularını kaçırıyor. Onlar da biliyorlar ki Türkiye, Mısır ve İran’ın yakınlaşması bölge dengelerini değiştirecektir. İsrail’deki paniğin önemli nedeni de bu olsa gerek.
Doha İİT Zirvesi ve Gazze’de Son Durum
Doğrusu Doha zirvesinde neredeyse havanda su dövüldü; 25 maddelik sonuç bildirisinde İsrail’e yönelik beylik lafların dışında bir şey yok. Sanki İsrail uçakları Doha’yı değil de Seyşeller Adaları’nı vurmuş gibi. İsrail Doha’yı vurmak için neredeyse 3.600 km yol katetti. İsrail uçakları havada yakıt ikmali olmaksızın ve ‘tip tankları’ da dahil olmak üzere ancak 2.200 km yol katedebilir. Soru şu: bu uçaklar hangi ülkelerin hava sahasından geçti? İkinci soru: İsrail uçaklarına havada yakıt ikmali yapacak olan İngiltere tanker uçakları nereden kalktı? Evet, Siyonist İsrail uçakları Ürdün ve Suudi Arabistan güzergâhını kullandı. Muhtemelen İngiliz tanker uçakları da Körfez ülkelerinden birinden havalandı. Eğer Körfez ülkeleri bu hava saldırısında İsrail ve bileşenleri ile işbirliği halinde olmasalardı asla İsrail bu saldırıyı gerçekleştiremezdi. Bu hakikat dikkate alındığında Doha’da gerçekleşen zirve günü kurtarma zirvesidir. Bu saldırı İsrail tarafından hem Amerika’nın hem de Körfez ülkelerinin İsrail tarafından test edilmesidir. Zira bu saldırı karşısında ABD’nin en büyük askeri üssü Katar’dadır. Her ne kadar Rubio saldırı öncesi İsrail’de olsa da ABD isteseydi bu saldırıyı durdurabilirdi. Keza Katar başta olmak üzere Körfez ülkelerinin hem modern savunma sistemleri hem de avcı ve av-bombardıman uçakları mevcuttu. İki taraf da imkânlarını kullanmadığına göre İsrail’e herhalde “hoş geldin” demişlerdir. ABD Dışişleri Bakanı Doha saldırısına ilişkin olarak; “Herkesin geçtiğimiz hafta Doha’da olanlara değil, bundan sonra olacaklara odaklanmasını sağlamaya çalışıyoruz.” diyor. Göreceğiz.
Gazze’de son duruma gelince; Gazze Sivil Savunma Kurumu’nun 19 Eylül’de yaptığı son açıklamaya göre Ağustos ayı sonlarından itibaren kuzeyden güneye 450 bin Gazzeli göç etmiştir. Bu tabloya göre sivillerin bölgeyi kısmen de olsa boşaltmaları sonrası İsrail kara birlikleri ile Hamas mücahitleri karşı karşıya gelecekler. İşte dananın kuyruğu o zaman kopacak. Şöyle ki, İsrail iki yıldan buyana Gazze’deki yer altı tünellerinin sadece %10’una ulaşabildi. 591 km uzunluğundaki tünellerde binlerce mücahit bulunmakta. Merak etmeyin, bu mücahitlerin yiyecek ve mühimmat stokları da aylarca yetecek düzeydedir inşallah. Yerin üstündeki mücahitlerin en az on katı da yerin altında. Allah yar ve yardımcıları olsun.
İsrail Maliye Bakanı Smotrich: “Biz Gazze’yi ganimet olarak görüyoruz.” diyor. Ey kafir! Ava giderken avlanmakta var. Bunu da unutma.
Makalemi Küresel Sumud filosunda yer alan aktivist Ayçin Kantoğlu’nun şu veciz, inançlı ifadeleri ile bitirmek istiyorum: “Gazze’ye ulaşacağız ve ablukayı kıracağız. Bu yolda ölürsek, bu ardından üzüntü duyulacak bir ölüm değildir, biline.”
(20 Eylül 2025)
Sumud Filosu Saldırıya Uğradı
24.09.2025
İtalya'da Gazze için hayat durdu
24.09.2025
Zorlu CEO'su geri döndü
01.09.2025
KONYA OLAYI VE AYRIMCILIK YUSUF YAVUZYILMAZ 31.08.2025
Dil, Kabalık, Kavga ve Cinayet OSMAN KAYAER 21.09.2025