metrika yandex
  • $32.13
  • 34.48
  • GA17570

AYDINLANMA, MİLLİYETÇİLİK, ULUSÇULUK VE SİYONİZM - 3

MEHMET YAŞAR SOYALAN
30.03.2024

Üçüncü Bölüm

Asırlardır Lanetlenen Yahudi Toplumunun 20.yy da “Kutsal İneğe” dönüşmesi

Yahudiler ve Yahudilik, Hıristiyanlığın bir Yahudi olan Pavlus’un öğretileri çerçevesinde Roma pagan kültürü ile mezcedilerek Roma İmparatorluğunun resmi dini haline gelmesinden 20.yy’lın ortalarına (1940’lara) kadar Hristiyan dünyada; bir bütün olarak Avrupa’da ve Çarlık Rusya’sında toplumdan ve devlet işlerinden dışlanarak, ötekileştirilerek, hatta düşmanlaştırılarak gettolarında yaşamaya mecbur bırakılmışlardı. Yahudilerin tek rahat yaşadıkları coğrafya Müslüman coğrafyaydı.

Özellikle de Osmanlının “Millet/ din” merkezli toplum yapısı onlara bu coğrafyada Hristiyan coğrafyadakiyle kıyaslanamayacak ölçüde geniş bir özgürlük ve din hürriyeti sağlıyordu; bu sayede iktisadi ve eğitim alanında kendilerini oldukça geliştirme imkânı bulmuşlar, hatta devlet işlerinde bile görev alabilmişlerdi. Burada Yahudilerin iktisadi durumları ve devletle ilişkileri konusuna bir parantez açmakta yarar var.

Yahudiler hem Roma İmparatorluğu öncesinde hem de bu döneminde pek çok kez bulundukları yerlerden sürgün edilerek dünyanın pek çok bölgesine dağılarak binlerce yıl birbirlerinden ayrı şekilde ama ilişkilerini de kesmeden yaşıyorlardı. İfade ettiğimiz gibi bu coğrafyalarda toplumdan ve devlet işlerinden dışlandıkları için yapabilecekleri şeyler çok sınırlıydı. Çünkü pek çok yerde toprak sahibi olmalarına da izin verilmiyordu. Bu sıkışmışlık onların iktisadi/ticari alanda temayüz etmelerine neden oldu ve bu alanda oldukça da mahir hale geldiler. Müslüman coğrafyada el zanaatları konusunda da kendilerini oldukça geliştirmişlerdi. Eğitim konusuna önem vermeleri ve pek çok dil biliyor olmaları onlara önemli avantajlar sağlamıştı. Bu özellikleri onlara devletlerin üst yönetimleriyle ilişki kurma imkânı sağlıyordu. Yahudiler kendilerine konulan yasakları zaman içerisinde kendi lehlerine çevirmeyi başarmışlardı. Hatta bazı dönemlerde pek çok ülkede iktisadi konularda temel belirleyici haline gelmişlerdi.

Ancak bu kazanımları zaman zaman yaşadığı toplumların tepkisini çekerek linçe uğramalarına de neden olmuyor değildi. Özellikle her savaş, ekonomik ve toplumsal kriz onların daha da zenginleşmesine hem de linç yemelerine neden olmuştu. Özellikle farklı coğrafyalara dağılmış olmaları ve iletişimlerini de koparmamaları onları uluslararası ticaretin başat aktörleri haline getirmişti. Devletler onların bu özelliklerinden/ kazanımlarından yararlanma yoluna gittiler; pek çok ülkede yöneticilerin Yahudi danışmanları vardı; hatta Hitlerin, Holokost sürecinde bile Maliye bakanı bir Yahudi’ydi. Paranın ticarette mübadele aracı olarak kabul görmesi sonrasında finans için tüm dünyada merkezi bir konuma geldiler. Bu durum onların yaşadıkları toplum içinde görünür olmalarını sağlamış ve bir şımarıklık hali de ortaya çıkmıştı.

Özellikle kriz dönemlerinde bu zenginlik, şatafat ve şımarıklık hali hem içinde yaşadıkları toplumların hem de yönetimlerin şimşeklerini de üzerlerine çekmişti. Ayrıca bu hal Yahudi toplumu içinde önemli ayrışmalara ve kırılmalara da neden oldu; bir tarafta şatafat içinde yaşayanlar bir yanda da kıt kanaat geçinmek durumunda kalan dindar Yahudi kesimi. Özellikle bu durum 18.yy ile birlikte zengin kesimin dini duygularının zayıflamasına ve sekülerleşmelerine neden oldu. Kendi halkından ayrışan bu seküler kesim süreç içerisinde Aydınlanmacı Hristiyan kesim ve burjuvazi ile birlikte hareket etmeye başladılar. Aynı zamanda bu süreç Yahudileri, dini bir topluluk/ bir cemaat olmaktan çıkararak bir “Yahudi Ulusu” haline getirilmeleri çalışmalarını da başlatmış, bu yolda da oldukça mesafe de kat etmişlerdi..

Aydınlanmacı Sömürgeciliğin Osmanlı Coğrafyasındaki tezahürü ve Bölgede Siyonizm’e Biçilen Rol

Filistin bir Osmanlı toprağıydı ve orada ve orası için olanlar her durumda, her haliyle ve her boyutuyla Osmanlıyı da ilgilendiriyordu. Dolayısıyla bu konuyu Osmanlı’nın son yüz yılı ile birlikte ele almak ve okumak gerekiyor.

Bilindiği gibi 18.yy’ın sonlarından itibaren Aydınlanmacı Sömürgeci devletler, Osmanlı’yı “hasta adam” ilan ederek, gerek gruplar halinde gerekse tek başlarına onu parçalayıp yutma yarışına girdiler. Osmanlı bunlarla bir şekilde baş etmeye çalışıyor, geneli itibari ile toprak bütünlüğünü muhafaza ediyordu. Ancak bir valisi tarafından ortadan kaldırılmak isteneceğini hiç hesaba katmamıştı.

Bu durum, Osmanlı tarihinin yeniden yazılmasına, bütün kartların yeniden karılmasına neden oldu. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın Kütahya önlerine kadar gelip tahtı sallamaya başlaması üzerine Saray’ın telaşla Britanya ve Rusya’nın kapısını çaldı.

Önce Rusya, sonra da Britanya’nın desteği ile Mehmet Ali Paşa “belası” defedilmişti ama artık Rusya, Britanya, Almanya ve Fransa, özellikle de Britanya Osmanlının iktidar ortağı haline gelmişti.

Yapılan anlaşmalar Osmanlı’nın elini ayağını bağlamıştı. Böylece bu devletler İmparatorluk içerisinde her türlü ameliyatı kolayca yapar hale gelmişlerdi.

Ayrıca “Milliyetçilik fitnesi” de İmparatorluğun başını ağrıtmaya başlamıştı; sadece gayri Müslim tebaa değil, farklı etnik yapıdaki Müslüman Tebaa da ayartılmaya çalışılıyordu. 19.yy sonlarına geldiğimizde bu sorunlara bir de Siyonizm tartışmaları ve Siyonistlerin ve arkalarındaki devletlerin onlar için toprak talepleri eklendi.

Osmanlı tüm bu taleplere elinden geldiğince direndi ama gücü sınırlıydı; anlaşmalarla kendisini bağlamıştı.

Batılı devletlerin arasındaki rekabet ve biraz da Sultan Abdülhamit’in siyaseti nedeniyle “hasta adam”ın ölümü gerçekleştirilemedi, ancak kan kaybı çok fazlaydı. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Batılılar için daha uygun şartlar oluşmuştu ve aralarındaki rekabeti işbirliğine çevirmişlerdi. Britanya, Fransa ve Rusya’nın üzerinde uzlaştıkları Sykes-Picot anlaşması ile düğmeye basıldı. Almanya devre dışı bırakılarak 1918’de Osmanlı’nın parçalanma işi önemli ölçüde tamamlandı. Rusya’daki 17 Eylül Komünist Devrim ile birlikte Rusya’nın hem bu anlaşmadan hem de işgal ettiği bölgelerin bir kısmından çekilmesi ile birlikte anlaşma kadük kalsa da İngilizler sahip olması gereken bölgelere sahip olmuşlar, kendi planlarını gerçekleştirmişlerdi.

Suriye ve Lübnan dışındaki bütün bölge (Irak, Filistin, Arap Yarımadası, Mısır ve bir bütün olarak körfez İngilizlerin kontrolüne geçmişti. İngilizler bölgeyi ele geçirmeden önce bölgenin geleceği ile ilgili planlarını zaten hazırlamışlardı ve bu plan içerisinde Yahudilere/Siyonistlere merkezi bir rol verilmişti.

Fransız bölgesi de içinde olmak üzere, yer altı ve yerüstü kaynakları dâhil tüm bölge Siyonistler üzerinden kontrol edilecekti. Zaten plan 1800’lü yılların sonlarından itibaren aşama, aşama uygulamaya konulmuş; gizli ve açık göçler, doğrudan ve dolaylı, rızaya dayalı veya zoraki toprak edinmeler yoluyla Filistin’deki Yahudi nüfus arttırılmaya başlanmıştı. Bunda dönemin savaş şartlarının ve Osmanlı’nın yerel merkezi otoritelerinin zafiyetlerinin önemli payı da vardı. Özellikle de İttihat ve Terakki dönemi Osmanlısının…

Aslında Filistin’deki demografik yapı Fransızların adamı Mehmet Ali Paşa döneminde ilk ciddi değişime uğramış, ağırlıklı olarak Fransa’dan olmak üzere ciddi bir Hristiyan nüfus bölgeye yerleştirilmiş, Misyoner mektepleri bölgenin her tarafına pıtrak gibi yayılmıştı. Bu dönemde özel izin, teşvik ve imtiyazlarla Hristiyanların elde ettikleri taşınmazların önemli bir kısmı sonraki süreçlerde İngilizlerin yönlendirmesiyle Yahudilerin eline geçmişti. Bölgenin demografik yapısındaki değişimler tartışılırken Mehmet Ali Paşa dönemindeki uygulamalar genellikle göz ardı edilir. Gayrimüslimlerin bu dönemde elde ettikleri imtiyazlar hiçbir zaman tam olarak ortadan kaldırılamadığı gibi sonraki uygulamalar açısından da bir örnek de teşkil etmişti.

Osmanlı İmparatorluğun Arap nüfusunun yoğunlukta olduğu bölgelerde ciddi petrol yataklarının keşfi Batılı devletlerin, özellikle de Britanya’nın bölgeye ilgisini arttırmıştı. İki yüz yıldır devam ettirdiği sömürgecilik tecrübesi nedeniyle bölgeyi, sadece askeri yöntemlerle ve bölgeden devşirdiği adamlarla elinde tutamayacağını anlamıştı. Bunlara ilaveten başka araç veya araçlara ihtiyacı vardı. Bölgeyi on yıllarca meşgul edecek bir araca ihtiyacı vardı.

Bu araç “kaos” ve bu “kaos ”un sürekli hale getirilmesiydi. Bunu da ancak bölgede bir İsrail Terör Devleti kurarak sağlayabilirlerdi. Çünkü o dönemde Yahudilerden başka bu rolü oynayabilecek kimse yoktu.

Çünkü Yahudiler, toplum olarak yaşadıkları travmalar, Nüfuslarının sınırlı olması ve bir “vatan”larının olmaması nedeniyle bu iş için biçilmiş kaftandı.

Üstelik Yahudilerin, “Filistin” ve “Arz-ı Mev’ud” gibi bir efsaneleri de vardı.

1903 yılı itibari ile bu hedef Britanya’nın devlet politikası haline geldi ve o günden bu güne kadar da kesintisiz bir şekilde uygulanmaya devam edildi.

Ancak bunun bir zamanı ve sıralaması vardı. İlk önce İmparatorluğun parçalanması, bu süreçte içeriden ortaklar bulunması ve bir bütün olarak toplumların sekülerleştirilmesi, etnik, hatta mikro milliyetçiliğin yaygınlaştırılması ve Batı hayranlığının pompalanması gerekiyordu. Bunların hepsi gerçekleşti, bölgede onlarca devlet kuruldu; Osmanlı döneminde birer valilik olan bölgeler devlet haline getirildi, neredeyse her aşirete bir devlet verildi. Arkasından da bu aşiretler arasındaki tarihi husumetler, devletlerarası düşmanlığa dönüştürüldü.

Tüm bunlar yaşanırken bölgeye yoğun bir Yahudi göçü başlatıldı. Eş zamanlı olarak Yahudi çeteler teşkil ettirilerek ve süreç içerisinde bu çeteler birer terör yapılanmasına dönüştürülerek Müslümanlar taciz edilmeye, mal ve mülklerine el konulmaya başlandı, hatta köylerinden çıkmak zorunda bırakıldılar.

1917’ye kadar “çetecilik” şeklinde hareket eden Yahudi gruplar, bölgenin İngilizlerin kontrolüne geçmesinden sonra İngilizlerin verdiği destekle bir terör örgütüne dönüştüler.

Sonraki süreçte de bu çeteler/ terör örgütleri İsrail devletinin kurucu unsurları oldular: 1948’den bu yana da İsrail bir terör devleti olarak başta İngiltere ve ABD olmak üzere batılı egemenlerin bölgedeki nüfuzlarının devamı için üzerine düşen görevi eksiksiz olarak yerine getirdi. Şu an Gazze’deki katliamlar da bu görevin ifasından başka bir şey değildir.

Bir ara not olarak söyleyelim: Milliyetçilik ve mikro milliyetçilik sadece bölgemizde değil tüm dünyada sömürgeciliğin en temel ayağıdır; milliyetçilik ortadan kaldırıldığında süreç içerisinde egemen güçlerin sultası da ortadan kalkacaktır.

Çünkü bu “fitne” ortadan kalktığında toplumlar “insan olma ekseni” üzerinden adalet ve sorumluluk asgari müştereğinde, coğrafya ve toplum gerçekliğine uygun yeni toplumsal yapılar ve yönetim şekilleri inşa edebileceklerdir.

Yorum Ekle
Yorumlar (3)
Mustafa Demir | 06.04.2024 10:28
İsrail toplumu sürekli vahset uretiyor, Amerika da onlari besliyor durmadan.
Halit Ataoğlu | 31.03.2024 19:47
Çok çok teşekkür ediyorum. Yazınız tarihi bakımdan çok güzel. Kalemine yüreğine sağlık
İlhan Ayan-Turhal | 31.03.2024 14:51
Teşekkürler abi,doyurucu bir çalışma olmuş.