Hemen hemen her Ramazan ayında Mescid-i Aksa'ya saldırı düzenleyen ve ibadet etmekte olan Müslümanlara orantısız güç kullanan işgalci Siyonist çete askerleri bu yıl da fütursuzca yapacağını yaparak zulümlerine bir yenisini daha eklemiş oldu. Postallarıyla Mescid-i Aksa'ya giren Siyonist işgal askerleri ibadet etmekte olan insanlara saldırarak barbarca şiddet uyguladı, darp etti ve birçok insanı yere yatırıp kolları arkada plastik kelepçelerle bağladı..
Camide bulunan bayanlara da joplarla, silah dipçikleriyle vurarak insanlık dışı zulümlerini icra etmiş oldular. Sosyal medyaya düşen görüntüler Siyonist çetenin "Gestapo" türü zulmünü bütün çıplaklığıyla ortaya seriyordu.
Özellikle saldırı esnasında jop ve dipçik darbelerine maruz kalan kadınların feryadı, çocukların ağlama sesleri arşa yükselirken biz Müslümanları da, bu duruma tanıklığımız kahır ve zillet girdabına sürüküyordu. Bizi asıl kahreden husus ise İslâm beldelerine vaziyet eden, Müslüman halkları yöneten siyasîlerin bu zulümler karşısında sessiz kalmalarıydı.
Olması gereken asla bu değil. İslâm ümmeti olarak iki milyara yakın nüfusumuzla bu zillet hâli bize yakışmıyor...
Sivil toplum kuruluşlarımız protesto mitingleri düzenliyor. Gidip sloganlar eşliğinde mazlum Filistinli kardeşlerimize yapılan insanlık dışı zulümleri telin ediyoruz, Siyonist işgal çetesine lânetler okuyoruz, sonra dağılıp evlerimize gidiyoruz. Olması gereken bu mu? Hayır, asla! Bu konuda siyasîlerimizin vebâli büyük. Onlar konuşmamalı, onlar beyanatlarda bulunmamalı, onlar ivedilikle ve derhâl harekte geçerek Siyonist işgalcilerin anladığı ve hak ettikleri şekilde muameleye/icraata girişmeli. Merhum Erbakan Hocamız, "Siyonistler ancak güçten anlar" deyip bu sözünü lafta bırakmadı ve İslâm Savunma Gücü'nü oluşturmak için D-8'i kurdu. O dönem silahlı kuvvetlerin içerisine sızmış olan Siyonistlerin piyonu bir takım generaller aldıkları talimatlarla derhâl harekete geçip 28 Şubat Post-modern darbesini yaparak REFAHYOL Hükümeti'ni devirmişlerdi. Filistin davasından ve İslâm Birliği'nden söz eden Erbakan'a tahammül edemeyip "Kudüs Günü" etkinliğini bahane ederek alçakça ve melunca darbe yapmışlardı. Hatırlayalım, dönemin Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Sayın Bekir Yıldız ve Kültür Dairesi Başkanı Sayın Hüseyin Avni Yazıcı'nın organizasyonu ile Sincan belediye binasının önünde Mescid-i Aksa maketinde bir çadır kurularak "Kudüs Günü" etkinliği düzenlenmişti. Bildiğiniz üzere Merhum İmâm Humeynî, Filistin toprakları kurtulana kadar her Ramazan ayının son Cuma'sını "Kudüs Günü" ilân ederek Müslüman halkların ve Müslüman halkları yöneten siyasîlerin Filistin davasına sahip çıkmaları için bugünde geniş kapsamlı bir takım etkinliklerin yapılmasını vasiyet etmişti. Bunun üzerine her Ramazan ayının son Cuma'sında dünyanın değişik coğrafyalarında Filistin davasının sahiplenilmesi adına Müslümanlar bir takım etkinliklerde bulunmaktadırlar. Doğal olarak İslâm Cumhuriyeti'ni temsilen buradaki etkinlikte konuşma yapması için İran İslâm Cumhuriyeti Büyükelçisi Muhammed Bakırî davet edilmişti. Büyükelçi bu etkinlikte diplomasî kurallarına riayet ederek siyasî konulara ve Türkiye'nin iç meselelerine temas etmeden sadece Filistin'in İslâm dünyası nezdindeki statüsü hakkında ve mazlum Filistin halkının İslâm ümmetinden beklentilerini dile getirmişti...
Ayrıca bu toplantıda Selâm Gazetesi Haber Müdürü Nurettin Şirin bir konuşma yaparak mazlum Filistin halkının uğradığı zulümleri kendine has üslubu ile (tabiri caizse) feveran ederek/haykırarak ifade etmişti. Yüreği Filistin için yanan bir insan feveran etmesin de ne yapsın? Maatteessüf ki, bu etkinliğe istinaden hemen harekete geçen Siyonist güdümlü medya sekiz sütuna manşetlerle olmadık tezvirat ve saldırılarda bulunarak "Asker İşbaşına" çağrısında bulunmuşlardı. Yine maatteessüf ki, silahlı kuvvetlerin içerisine sızmış ABD ve Siyonist uşağı bir takım generaller "Gerekirse silah kullanırız" beyanatlarıyla Siyonist işgalcileri "kraldan çok kralcı" mantığı ile savunma refleksine girerek harekete geçtiler. Perde arkasından verdikleri talimatlarla İran İslâm Cumhuriyeti Büyükelçisi Muhammed Bakırî, diplomasi dilinde kullanılan "Persona non grata" (istenmeyen adam) ilân edilmişti. Öyle ki, bu tutumla nezaket diplomasisi ve mütekabiliyet ilkesi ayaklar altına alınmış ve Büyükelçi küstahça apar topar sınırdışı edilmişti. Nurettin Şirin'e ise, Hamas ve Hizbullah'a yönelik övücü sözler sarf ettiği için bu örgütlerin "sair efradı" olmaktan (bir hukuk skandalı muamelesiyle), haksızca 17.5 yıla mahkum edilmişti. Belediye Başkanı Sayın Bekir Yıldız'a, Kültür Dairesi Başkanı Sayın Hüseyin Avni Yazıcı'ya ve etkinlikte tiyatro oyunu sergileyen 15-16 yaşlarındaki çocuklara 5'er buçuk yıl mahkûmiyet verilmişti.
Az önce söz konusu ettiğimiz o dönem, siyasete müdahil olan ABD ve Siyonist çete piyonu askerî unsurlar tam bir "Gestapo" örneği sergilemişlerdi. Düşünebiliyor musunuz? Müstevlilere/işgal güçlerine özgü bir tutum içerisinde Sincan sokaklarına tankları indirmişlerdi. Sincan halkı olağanüstü bir tedirginlik, korku ve panik yaşamıştı.
Sormak lazım, Sincan halkını korku ve endişeye sevk etmek alçaklık ve melunluk değil de nedir? Bu nasıl bir küstahlıktır böyle? Siz işgal gücü müsünüz?
Bu halkın ekmeğini yiyeceksiniz, bu halkın ödediği vergilerle maaş alacaksınız, bu halkı temsilen o makamlarda bulunacaksınız sonra da kalkıp bu halka tank namlusu doğrultacaksınız. Bu olacak iş midir?
Demek ki siz büyük şeytan ABD'den ve Siyonist çeteden aldığınız talimatlarla halkınıza bu alçak muameleyi reva görüyorsunuz.
Oysa Müslüman bir halkı temsil etmekle mükellef olan silahlı kuvvetlerin literatürümüzdeki diğer ismi, "Peygamber Ocağı"dır. Cumhuriyeti kuran irade bunu dile getirmemiş olsa da Müslüman halkımız nezdinde olan tanım budur. Bu ordu geçmiş tarihlerde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de sadece kendi halkına yönelik değil, yeri geldiğinde başka coğrafyalarda, hatta başka din mensubu halklara hamilik yapmıştır. Tartışılan yönleri bizde mahfuz olmakla birlikte Galiçya ve Kore savaşları buna en somut örnektir. Peki şimdi bize ne oluyor ki din kardeşlerimiz olan mazlum Filistin halkı zamana yayılmış bir şekilde ve orantısızca soykırıma maruz kalırken bizim siyasîlerimiz neden harekete geçmiyor? Oraya ilk etapta bir barış gücü göndermemiz gerekmiyor mu? Bildiğiniz üzere benzeri zulümlere maruz kalan Kıbrıslı soydaş ve dindaşlarımızın feryadına (20 Temmuz 1974 tarihinde) "Barış Harekâtı" ile koşmadık mı? Bosna'nın Zenica kentinde hâlâ barış gücümüz görev başında. Peki Filistin'de neden barış gücümüz yok? Oysa biz ülke olarak Osmanlı'nın bakiyesi değil miyiz? Filistin toprakları 400 yıl Osmanlı'nın muhafazsı altında değil miydi? Osmanlı 400 yıl Filistin topraklarına hamilik yapmadı mı? Şimdi bu zillet hâlimiz neyin nesi? Şairin dediği gibi, "Ey milleti merhume uyan!" Daha ne kadar bu zulümlere tanık olacağız? Siyonist işgalcilerin Filistinli kardeşlerimize yaptığı zulümlere sessiz kalmak, o mazlumların feryadına kulak tıkamak, onlara bu soykırımı reva görmekten başka bir şey değildir...
Şehid Şeyh Ahmet Yasin uzunca bir şiirinde dile getirdiği üzere, (özellikle Müslüman ülkelerin başındaki yöneticileri kast ederek), "Allah'ım, ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum" diyor. Bu siteme, bu şikâyete nasıl tahammül edilir? Bu sitem nasıl sineye çekilir?
Yaptığımız sokak röportajlarında insanlarımızın kahir ekseriyeti Filistin davasına sahip çıkmayan siyasîlerimize sitem ediyorlar ve Merhum Erbakan Hocamız'ın D-8 projesine sahip çıkılmasını ve D-8 bünyesinde kurulmak istenen "Barış Gücü"nün ivedilikle hayata geçirilmesini istiyorlar. Elbette bütün bu projelerden güdülen nihai hedef "İslâm Birliği"nin kurulması ve yeni bir dünya düzeninin tesis edilmesidir. Ancak bu şekilde uluslararası arenada yaptırım ve caydırıcılık gücüne sahip olabiliriz ve ancak bu şekilde ABD'nin ve Avrupa ülkelerinin hamiliğini yaptığı katil sürüsü Siyonist işgal çetesi Filistin topraklarından kovulabilir.
Bakınız, biz halkımızın duygularına tercüman olarak dile getirdiğimiz çözüm önerileri pratize edilebilecek nitelikte olmakla birlikte biz Müslümanlar için bu mesele imânımıza/akidemize taallûk etmektedir. Bu projeleri ümmet olarak hayata geçirebiliriz. Zira Rabbimiz bize kaldıramayacağımız bir mükellefiyet yüklememektedir. (Bakara: 286)
Merhum İmâm Humeynî'nin ümmete yaptığı vasiyetler de bu doğrultudaydı. İslâm ümmetinin başındaki siyasîler ne yapıp edip "İslâm Birliği"ni tesis için her türlü diplomatik girişimde bulunmak ödevindedirler. Bu imânî bir sorumluluktur. Öte yandan Rabbimize hamd ve senalar olsun ki, sahada cihadî mücadele veren "Direniş Cephesi" büyük bir sorumluluk yüklenmiş vaziyettedir.
Az önce ifade ettiğimiz gibi ümmetin siyasî birliği elbette şart, ancak sahadaki mücadele başlı başına bir sorumluluktur. Buna istinaden Merhum İmâm Humeynî sadece "Kudüs Günü"nü ilân etmekle ve bu kapsamda yapılması gereken etkinliklerle yetinmemiş ve ümmetin namus-u ekberi olan Filistin topraklarının kurtarılması için verdiği talimatla Devrim Muhafızları Ordusu bünyesinde müstakilen "Kudüs Gücü"nü kurmuştu. Bu güç kurulduğu günden beri sahada "Direniş Cephesi" olarak mücadelesini/cihadını sürdürmektedir. İşte bu gücün lojistik desteği ile Filistin intifadası sapanı, taşı bir kenara bırakıp "Kudüs Gücü" Komutanı Şehid Hacı Serdar Süleymanî'nin kendilerine ulaştırdığı silahlarla, roket ve füzelerle işgalci Siyonist güçlerine karşı sarsılmaz bir mücadele vermektedirler.
Bu destekten dolayıdır ki, 2005 yılında Siyonist işgalcileri Gazze topraklarından bi iznillah kovmuşlardı. Ve o gün bugündür Siyonist çete defalarca Gazze'yi işgal için saldırıda bulunduğunda, her seferinde İran'ın verdiği füzelerle karşılık verip düşmanı geri püskürtüyorlar. Nitekim Netanyahu yaptığı beyanatta, "Biz Gazze'de İran'a karşı savaşıyoruz" diyor. Yine gazeteci Netanyahu'ya, "Üç düşman ülkesi sayar mısınız?" dediğinde, Netanyahu, "Bir, İran; iki, İran; üç, İran" diyor. Sosyal medyada bu beyanatların videoları yaygın bir şekilde dolaşımda. Keşke bunu bazı hocaefendiler de görse de artık, "İran bugüne kadar İsrail'e bir taş atmış mıdır?" diyerek dile getirdikleri tezvirat ve iftiralardan vazgeçseler. Elbette aklımıza şu da geliyor! Bu videoları görmemiş olmaları mümkün değil. Aslında Emevî zihniyetiyle iğdiş edilen beyinleri bu hakikati görmelerine mani oluyor. Boşuna dememişler, "Gören göz buğulu ise her şey buğulu görülür." Onların gözleri de böyle.
Nitekim Rabbimiz buyuruyor ki: "Onların kalpleri vardır ama kavrayamazlar; gözleri vardır ama göremezler; kulakları vardır ama işitmezler." (Â'râf: 179)
Şunu ifade etmiş olalım ki, hem ümmet bünyesindeki ahmak düşmanlar tarafından (buna sadece bir takım hocaefendiler değil, IŞİD ve muadili olan terör örgütleri de dahil), hem dış düşman büyük şeytan ABD'nin engelleme çabalamalarına rağmen "Direniş Cephesi" bi iznillah hedefine ulaşacaktır. Gidişat ve gelişmeler bunu gösteriyor.
Nasıl ki, Hayber Kalesi'nin fethini Allah Teâlâ bir sürü sahabenin arasından İmâm Ali'ye nasip ettiyse, Filistin'in fethini de bir sürü devletin arasından İmâm Ali ve Ehl-i Beyt yâranı olan İran İslâm Cumhuriyeti'ne nasip edeceğe benziyor.
Gelişmeler ve gidişat buna işaret ediyor.
Vesselâm...
HOCAM ŞEYHO DUMAN-CELAL SANCAR
06.12.2024
Halep Savaşı başladı
02.12.2024
ALİYA’DA HUKUK VE DÜZEN / Muharrem BALCI
11.11.2024
Gazze'de Öldürülenler Kadın ve Çocuk
09.11.2024
Hamza ER'le Derkenar..
11.11.2024
Ecel ve Ölüm SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 05.12.2024
CUMAYA GİTTİM GELECEĞİM ESRA DURU 06.12.2024