Gül Yetiştiren Adam[1]
“Gül Yetiştiren Adam” romanı[2] temelde “iki hayat” arasında geçişler yapıyor. Sitare ile gül yetiştiren adamın hayatı arasında bu geçişler.
Sitare modern eğitimden geçmiş, bir Batılıyla evlenmiş, bir banka memuresidir ama kocasından dolayı da fabrika işleticisi olmuştur. Fakat mutlu olamamış bunun için de kendini eleştirenler olsa da mutlu olabilmek için başka hayatlar üzerinde emeller geliştirmiş biridir. Onun için oyun sadece kumar masasında oynanmayıp arkadaş ilişkilerinde de oynanmaktadır.
Anadolu kızıdır. Fakat yabancılaşmıştır değerlerine. Dur durak bilmeyen bir hayatı vardır. Kumarı sevmektedir. Kumar için gerekli parayı da bir iş kadını olarak elde etmekte zorlanmamaktadır. Erkeklerle takılmak ve onlarla zaman geçirmekten hoşlanan bir yanı vardır.
Engelli bir çocuğu ölmüştür. Onun ölmesini istemiş mi, istememiş mi tam bilememektedir. Okumayacağı kitapları alıp biriktirmektedir. Evinin içi kendi portreleriyle doludur. Yığınla konuk ağırlamaktadır. Deniz kıyısında, kentin ortasında, dağın başında, bir sayfiyede ayrı ayrı evi bulunmaktadır. Sevdiği bir erkeğe daha yakın olabilmek için kocasını hastanede yalnız bırakabilmektedir. Gittiği yurt dışındaki otelden ise bir kez olsun kocasının durumunu telefonla dahi sormamaktadır. Onun bu durumunu; arkadaşlarından eleştirmek isteyenlere karşı ikna edici, minnet altında bırakıcı cevapları hazırdır.
Sitare, Albert Camus’un “Yabancı” adlı eserindeki ailesiyle “güvenli bağlanamayan” kahramanı Meursault’u hatırlatmaktadır. İki karakterde ortak olan temel özellik “kayıtsızlık” tır. Onlar için hayatın yaşamaya değer mi değmez mi olduğu sorusu çok da önemli olmayan bir sorudur. Bu yaklaşım bir isyandır. Bu isyan, kendisini ihtimaller üzerinden ifade etmektedir. Evlilik ola da bilir olmaya da bilir. Dostluk kurula da bilir, kurulmaya da bilir. Çocuk sahibi olunabilir, olunmaya da bilir. Ölüm olsa da olur, olmasa da. Bu yaklaşım modeliyle insan, kendisine sözde özgürlük alanı açmış olmaktadır.
Çünkü ele avuca gelmez bir yaklaşım üretilmiş durumdadır. Bu insana kimse sınır çizememektedir. Kurallar, kabuller, gelenekler tek bir ihtimal cümlesiyle boşa çıkarılabilmektedir.
Özellikle gençler için bu isyan şekli çok kullanışlı durduğundan Meursault’un ve Sitare’nin bir kahraman olması muhtemeldir. “Yabancıyı” okuyan bir üniversiteli gencin “Benim kahramanım Meursault” dediğine şahit olmuşluğum vardır. Meursault “ailesiyle bağlanamamış” bir kahraman dediğimde ise kesinlikle bu yaklaşıma sıcak bakmayan ve çok şaşıran öğrencimiz, bağlanma üzerine yaptığımız uzun konuşmalar sonucunda “kahramanımı elimden aldınız” demiştir.
Kayıtsızlığın bir bağlanma problemi olması anlaşılmadığında sahte kahramanlar ortaya çıkmaktadır. Çocukluğunda ailesi tarafından önemsenmeyip değerli olduğu kendisine hissettirilmeden büyüyen çocuklar; intikamlarını söyleneni boşa çıkararak, değerli görülüp tavsiye edileni önemsizleştirerek, sorumluluk ilişkilerine mümkün olduğunca girmeyerek almaktadırlar.
Bu tepkilerin her biri isyandır. İsyan duygusu, güven telkin eden ne varsa hepsine yönelik olabilmektedir. İnsanın en zayıf anında, çocukluğunda, güveninin sağlanmaması onda bağlanmaya değer bir şey yok aslında fikrine götürmektedir. Çünkü kendisine küçüklüğünde sen değerlisin, bizim biricik yavrumuzsun, biz seni çok seviyoruz denilip sarıp sarmalanmayan, ihtiyaçları yeterince gözetilmeyen çocuk, intikamını isyanla almaktadır.
Bu isyana bir örnek de yanlış kurulan aidiyettir. Nitekim Sitare gülün hikâyesini bilmektedir. ABD de erkek arkadaşıyla gezerken bir çiçekçide güllerle karşılaşması gül üzerine değerlendirmelerde bulunmasına neden olur. Çölde bile gülün yetiştirilebileceğini söyler. Ona göre gül yetiştirmek isteyen herkes, her şartta gül yetiştirebilir. Bu istek olduğu sürece güller de olacaktır. Bakır devri, tunç devri nasıl yaşanmışsa “gül devri” de yaşanmıştır. Toplumda iyi olarak var olanlar, gül devrinin insanlarıdır. Gül yetiştirmek için, içinde bulundukları toplumdan izole yaşamak durumunda kalan gül yetiştiricileri muhalif insanlardır. Belki de onlara marjinal demek daha doğru olur. Bugün en çok gülleri bu anlamda Çingenelerin yetiştirdiğini söyler Sitare. Gül yetiştirmek için toplumun kenarına gitmek sanki gül yetiştirmenin şartı gibidir. Çünkü kenar bölgelerin besleyici ve fark ettirici bir etkisi vardır. Kenardan bir değil iki toplum anlayışı birden görünür. Kenara gitmeye imkân bulamayanlar, toplum içinde gül devrini kuracak kenarlar oluşturmaya çalışırlar.
Gül yetiştirmek fedakârlık istemektedir. Bunu Sitare bildiğinden insanı tanımak için bir tanım yapar arkadaşına. Çünkü arkadaşı Sitare’yi çok iyi tanıdığını söylemektedir. Sitare insanı tanımanın en kolay yolu onu “yok saymak” tır der. İnsanın aslında soğan gibi katmanlardan oluştuğunu ve özünü tanıyabilmek için bu katmanlardan onu soyutlamak gerektiğini anlatmak ister. Bu katmanların her birini, yanlış bir tanıma olarak değerlendirir. Hatta insanın bu katmanlara ek olarak karşısındaki insana yeni katmanlar sardığını ilave eder. Bu analizi yapan Sitare, acaba gül olarak yetiştirilmek istenen biri olmuş olabilir mi? Sorusunu akla getirir.
Sanki bir gül yetiştiricisi Sitare’ye ulaşmış, ona emek vermiş ama sonradan Sitare gül olmak yerine gül yetiştiren adamdan uzaklaşmaya karar vermiş biri gibidir. Üzerine tanınmamak için de katmanlardan oluşan cilalı zarlar döşemiştir. Eğer Sitare gül olmaktan vazgeçtiyse bu durumu bir “aidiyet problemi”/isyan olarak da okuyabiliriz. Çünkü gül olarak yetişmek için bir dizi geçişken aidiyet ilişkileri yaşamak gerekir. Önce aileyle aidiyet, sonra toplumsal değerlerle aidiyet sonra da soyut değerlerle aidiyet süreçleri gülü yetiştiren süreçlerdir. Ailesiyle aidiyet ilişkisinde problem yaşayan çocuklar kendilerini ait kılabilecekleri ilişkiler ararlar. Bu arayış, bulana kadar devam eder. Amerikalı iş adamı sanki aradığı aitlik ilişkisinin bir durağı gibi durmaktadır. Geçici bir durak…
Sitare kendi ait olduğu kültürden de uzak görünmektedir. Ama değerlendirmelerine bakıldığında gerçekte ait olduğu kültürü de çok iyi bilmektedir. Fakat üzerini tanınmasına engel olacak örtülerle sarmaya başlamıştır. Bir Batılı nasıl yaşarsa öyle yaşamaya başlamıştır. Çünkü yanlış ve geçici durakta aitlik ilişkisi kurmak beraberinde ona Doğulu olmayı değil Batılı olmayı kolaylaştırmıştır. Bir gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemek gibi bir başlangıç yapmıştı Sitare. Geri de dönüp bu düğmeye müdahale de edemiyordu. Bir de yeni durak arayışları, doğru durağı bulacağı anlamına gelmiyordu. Böyle olunca da ontolojik çözümlemeleri doğru yapamıyordu. Sitare bu dünyaya neden gelmişti, ölünce nereye gidecekti, bu dünyanın anlamı neydi… Bu sorularla yüzleşebilmesi gerekiyordu ama gömleğin düğmeleri yanlış iliklenince durak problemi Sitare’nin bu sorularla yüzleşmesini engellemiş oluyordu.
Ölen çocuğunun kendisi için bir hayat bağı olmasını istemiş mi istememiş mi tam bilemese de, idam öncesi bir mahkûmun son dileğini söylerken gösterdiği çaresizlikle mi bu bağı istediğini söylemişti… Doğru bir başlangıç için bu bağa ihtiyacı olduğunu biliyordu Sitare. Kendisini ait kılabileceği bir ilişkiyi kaçırdığını anladığında engelli de olsa bir çocuğunun olması, aradığı durağı bulduğunu ona göstermişti. Fakat meseleye konfor açısından baktığında çocuğunun ölmesini, aitlik duygusu açısından baktığında ise yaşamasını istemişti. İki kutuplu bir hayatın sahibi olmak, ikilemi de kaçınılmaz kılıyordu.
Gül Yetiştiren Adam’a gelince yaşadığı zamanın şahitliğini tam yapamadığını düşünen biridir. Fransızlara karşı yapılan çetin savaşın içinden gelmiştir. Bu savaşın anlamını çok iyi bildiğinden elinde savaşma nedenlerinin bir listesi vardır. Fakat savaştan sonra, listede yer alanlar hiç savaşılmamış gibi hayatın içine girmeye başlar. Arkadaşları bunun için asılırlar. Fakat o, sehpaya çıkma cesareti gösteremediğinden “içine kapanmaya” karar verir. Bu kapanma onun için hem bir protesto hem de sözünü söyleyecek güce erişebilmek için kendini eğitme zamanıdır.
Protestosunu yükseltmek için karar aldığında bunun kolay bir eylem olmayacağını da bilmektedir. Kimseyi bu eyleme ortak olmaya davet etmediği gibi kimsenin de kendisine karışmasına izin vermemiştir. Zihin dünyasında dolaşan hız treninin camında “zalime zalim demeyen kâfir olur” diyen bir prensip yazmaktadır. “Kâfir” kelimesinin gerçeği/hakikati örten anlamına geldiği düşünüldüğünde, gül yetiştiren adamın gerçeğin/hakikatin üzerindeki örtüyü kaldırmak ve gerçeği/hakikati “örten” olmamak için sivil itaatsizlik hakkını kullanarak evinin ve gönlünün kapısını dış dünyaya kapattığı anlaşılmaktadır.
Bu kapanma/eğitim tam elli yıl sürmüştür. Bu süreçte okumuştur, düşünmüştür, gül yetiştirmiştir, yükselen binaları seyretmiştir, eşini kaybetmiştir. Ölüm denilen hakikat kapısının kendisi için açılacağı zamanı dakika dakika bekleyerek yaşamaya çalışmıştır. Yetiştirdiği güllerin yapraklarının açılması ve bir süre sonra solup kuruması; dört mevsim bir hayatı, bir tablo güzelliğinde seyredip imtihanı unutmamasını sağlamıştır.
Eylemsizlik kararı “boş” bir karar değildir. Kara bir gecede, kara bir karıncanın, kara bir taşın üzerinde duruşu nasıl anlamsız değilse bu eylemsizlik de anlamsız değildir. Karınca misali yola düşmektir. Ancak bu yolculuk içe doğru yapılan bir yolculuktur daha çok.
O elli yılda binlerce gül yetiştirdi, ancak gülün kokusuyla çimentonun kokusu birbirine karışmaya başladığında sokakların da ahlakı değişmeye başladı. Yatsı namazından sonra insanlar evlerine çekilip çok acil bir işleri yoksa başka mahallenin sokaklarına gitmeyi doğru bulmazlardı. Eğer gitmişlerse “hayrola?” soruna cevapları hazır olmalıydı. Çimento kokusu gül kokusunu bastırınca hayrola sorusu, sorulamayan bir soruya dönüşüp unutuldu.
Nihayet “Gül yetiştiren adam” sabah namazıyla, mahalleye çıkmaya karar verdiğinde, torununa birlikte camiye gitme teklifinde bulunur. Cadde de camiye doğru yol alırken mahallesini tanıyamaz, insanları tanıyamaz. Sadece camiyi tanıdık bulur. Namaza durduklarında da bir tek imamın cübbesi ona sıcak gelir. Cübbesinden taviz vermediğini düşündüğü imamı muhabbetle selamlar. Fakat dışarı çıkıldığında bu muhabbet yerini sıkıntıya bırakır. Çünkü imam dışarıda cübbe giymemektedir. Cemaate gelenler arasında da şapka giyeni görmek sinirlerini altüst eder. Kendine hâkim olamayıp çevresindekilere “Hıristiyanlaştırıldığınızın” farkında mısınız der. Bu cümle hapse atılması için yeterli olur. Otuz yaşında gösteremediği tepkiyi elli yıl sonra gösterir ve seksen yaşında içeri alınır.
Eylemsizlik duruşunu, kullandığı “Hıristiyanlaştırıldığınızın” farkında mısınız cümlesinin ne derece bozduğu tartışmalıdır. Çünkü muhataplarının Hıristiyanlaştığını söylememektedir. Yani özne olarak siz Hıristiyanlığı araştırıp bu dinin temsilcisi olmaya karar verdiniz dememektedir. Tam tersine kendi tercihiniz olmayan bir dini, şekil olarak taklit ediyorsunuz demektedir. Hem camiye gelip hem de kilise müntesibi gibi giyindiğini düşündüğü topluluğa edilginlikleri üzerinden bir değerlendirmede bulunmaktadır.
Bu yaklaşım küçümseyen değil düşünmenin yolunu açmaya çalışan bir yaklaşımdır. Tezat olarak görülene dikkat çekmedir.
Muhataplar kendilerine yapılan uyarı üzerinde düşünürler. Elinde şapkası olan şapkasını atacak çöp tenekesi ararken bir diğeri bu uyarı sahibinin kim olabileceğini tahmine çalışır. Netice de söylenmek istenen söylenmiş ve söz yerini bulmuştur. Fakat bu olay gazetelere çok farklı yansır. “Seksen yaşında akli dengesi olmayan bir adamın mahkûmiyeti” cümlesi gazetelere manşet olur.
Bir insanın düşündüğünü söyleyememesi, söylediğinde hapse atılması ve deli denilerek itibarsızlaştırılması insanın kendi olması önündeki engeller olarak bizi karşılamaktadır. Toplumda gül yetiştirenler azaldıkça toplum, çimento kokusundan kurtulamayacaktır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki bu roman; modernizme yapılan bir eleştiri denemesi niteliğindedir. Modernizmin gölgesinde birey kayıtsızlaşırken, düşünce ise kendisini yanlış bulduğuna karşı ifade etmek istediğinde cezalandırılmaktadır. Mimari yapıya gelince o da hızlı değişimden nasibini aldığından elli yıl gibi kısa bir sürede bir mahalle tanınmayacak hale gelebilmekte ve bu durumda hafızada -geçmiş yaşantılarla ilgili- büyük bir kopukluğa neden olmaktadır. Yazar modernizmin açmazlarını açık hale getirmeye çalışarak kendi üzerine düşen aydın sorumluluğunu yerine getirmeye çalışmıştır. Belki de bir aydın için en büyük sorumluluk, içinde yaşadığı topluma veda etmeden önce yanlış bulduğuna, zulüm olarak gördüğüne bir perde, bir örtü çekmeyip ya da çekilmesine müsaade etmemeye çalışarak dikkatleri, yanlış yapılanın üzerine yönlendirebilmesidir.
Not: Rasim Özdenören’in “Gül Yetiştiren Adam” isimli romanını okumuş ancak bir değerlendirmede bulunamamıştım. Kendisinin tedavi gördüğü hastanede vefat ettiğini öğrenince, hem rahmetle hem de tek romanı olan söz konusu eserini değerlendirmekle anmak istedim. Allah rahmet eylesin. [3] Sevenlerine sabır diliyorum.
[1] “… Üzerinde hak ettiği kadar çalışma yapılmayan, tedirgin zamanların kült kitabı sayılabilecek “‘Gül Yetiştiren Adam” romanı düşünceden devraldığı aksiyonu duyarlığa giydiren niteliği haizdir.” ( Hüseyin Akın, Milli Gazete, 26.07.2022)
[2] “‘Gül Yetiştiren Adam’ edebiyatla düşüncenin sarmal biçimde yazıldığı kitap. Bazı kavramlar eşliğinde bir kimlik tartışmasını okuyoruz bunda. Batı karşısında bizim konumumuz nedir? Bu kitap, insanımızın hem kendisiyle hem Batı’yla hesaplaşmasının, durumunun destanı… Eser, bir başka kültürü özümsemeden onu uygulamaya kalkışın dramı. Doğu-batı çakışmasının güncesi.” (Doğan Hızlan, Hürriyet Gazetesi, 26.07.2022)
[3] “Güzel insanlar güzel atlara binip gitti. “‘Gül Yetiştiren Adam” öksüz kaldı.” (Hasan Öztürk, Yeni Şafak Gazetesi, 26.07.2022)
HOCAM ŞEYHO DUMAN-CELAL SANCAR
06.12.2024
Halep Savaşı başladı
02.12.2024
ALİYA’DA HUKUK VE DÜZEN / Muharrem BALCI
11.11.2024
Gazze'de Öldürülenler Kadın ve Çocuk
09.11.2024
Hamza ER'le Derkenar..
11.11.2024
Ecel ve Ölüm SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 05.12.2024
CUMAYA GİTTİM GELECEĞİM ESRA DURU 06.12.2024