28 Şubat Hikâyeleri /
Ateş Çukurunun Kenarında
İkbal günlerinin hiç bitmeyeceğini düşünürdü.
Titreyen sağ eli, huzursuz ayağı; güçlü olduğu günlerin etrafa saçtığı korkuyu, sahneye çıkardığı kadınların gözlerindeki dehşeti sürekli hatırlatıyor.
Bitimsiz bir film şeridi gözlerinin hep önünde . Toplantının cam kırıkları canını acıtıyor. Başka acı ve sızılara benzemiyor.
İnsan geçmişinde tutuklu kalır mı? Ellerinde kelepçe yok. Villasında yapayalnız. Kapısını açan kalmamış. Paralı bakıcıların soğuk yüzlerinde sevecenlik kırıntısı arıyor. Kalbinde bin düğümlü bukağılar…
Makam koltuğunda mağrur bakışlar fırlattığı maiyetini hatırlıyor: Nasıl duracaklarını, ne konuşacaklarını şaşıran, tir tir titreyen astlarını. Dünyanın parmağının ucunda durduğunu…
Kaç kişinin defterini dürmüştü, hatırlamıyor. Parmağı gibi kalemi de kudretliydi. Attığı imzalar kaç ailenin ocağını söndürmüştü haddi hesabı yok.
Hiç hedef tahtası olmamıştı. Sorgulanmamış, aşağılanmamıştı. Öteki değildi.
Geçmişin kara koridorları bataklığa dönüşmüş içine çekiyor… Direnemiyordu dünün güçlü paşası. Geceleri de kabusa dönmüştü.
Çoğu zaman yakaza halinde tören gününü yaşıyordu:
O gün bir başka gündü.
İşi organize eden personel subayı, programın detaylarına kadar bilgi verdi komutanına.
Zor beğenen, soğuk, mesafeli komutanın gözlerinde hiç görmediği ışıltıyı fark etti. Mağrur bakışlı, üst perdeden konuşmaya alışkın katı yüzünde keyifli bir hal vardı. Yaklaşan terfi zamanında puan getirecek define bulmuş , savaş kazanmış bir fatihin hali…
Her defasında tedirgin girdiği odanın havası ilk kez yumuşaktı. Ne yapacağı belli olmaz adama gülümseme cesareti gösterdi. Yarının izler bırakacak bir gün olduğundan bahsetti…
Gerçek ile rüya arasında yakaza yakasını bırakmıyor.
Bir ateş çukurunun etrafına dizilmiş gibi kadınları, erkekleri görüyor. Elleri önde birleşik. Yere bakıyorlar.
Değişen lojman yönetmeliğini büyük zevkle imzalıyor. Sık sık eşli eğlenceler tertipliyor. Eşleri sıkı takibe aldırıyor.
Belki de kimsenin aklına gelmemiştir. Hedefi 12’den vurduğunu düşünüyor. İçinden yükselen sevinç dalgası boğazını yakıyor.
* * *
Üzerine çöken tanımlanamaz kâbus günleri olacağı hiç aklına gelmemişti.
Karışık duygular, gelgitler kalbinin üzerini örtmüştü. Soru işaretleri, heyecan, bilmediği bir çevre. Subay eşi olmak nasıl bir şey; kışla, lojman, orduevi çevresinde dönenip duracak yeni hayatı ne getirecek; bir fikri yoktu… Gençliğin verdiği heyecan kasırgası, soruları önüne katıp götürmüştü. Sorularını unutmaya çalışarak evlenmeye karar vermişti.
On iki yıl sonra, kırık dökük süren lojman hayatının cehenneme döneceğini bilemezdi.
Şimdi : çıkamadığı balkonun, açamadığı pencerelerin koyu tül perdelerinin ardında, varlığından şüphe ediyordu.
Ellerine bakıyor, parmaklarını birbirine geçiriyor, canı yanana dek sıkıyor.
Ellerini, başörtülü başına götürüyor. Aynanın karşısında, hiç tanımadığı bir duygu genzini yakarken, hışımla başörtüsünü çekip parçalamak istiyor. Sakinleşmeye başlarken, az önce içini kavuran düşüncelerden ürküyor. Kör karanlık bir kuyuya yuvarlanma dehşetini yaşıyor.
Tam altı aydır evden çıkmamıştı. Lojman bölgesinden çıkan başörtülü asker eşleri evlerine almıyorlardı. Nizamiyeden geçmek için eşinin yaptıkları, varlığını silip süpürmenin başlangıcı oldu. Arabanın arka koltuğuna yatmış, üzerini battaniye ile örtmüştü eşi. Varlığının yokluğa gömüldüğünü fark etti dehşet içinde… Evlerine son girişiydi.
Varlık şüphesi durmaksızın şişen bir balona dönüştü. Yokluğunu kabullendiğinde bir parça ferahlıyor, uzun zamandır mırıldanmadığı bir şarkının berceste sözleri dökülüyor ağzından.
Lojman dışından gelen sesler, telefon sesi, kapı zili… Salata yaparken kestiği parmağından sızan kan ve duyumsadığı sızı… Yokluğun kendisi olmuş varlığını, kalbinin orta yerine dikiyor. İşte o an, zemberek boşanıyor. Kafasını duvara vuruyor vuruyor. İrkilmiş gözleri, gerilmiş bedeni, önüne getirilen varlığın kendisi olduğunu anlayana dek…
Başörtüsü kanlanıyor. Sakinleşiyor. Kalın tül perdelerin ardında, boş gözlerle uzaklara bakıyor…
Müftü babasının biricik nazlı kızı,” komutan gelecek, beni başörtülü görecek, eşimi ordudan atacaklar!” sözlerine kilitleniyor. Kırılmış plak, başka sözler çıkmıyor...
O gün bir başka gündü. Yüzünün coğrafyası darmadağınık eşi, bir şeyler söylemek istiyor, kelimeler çıkmıyordu ağzından. Yutkunuyor, terliyor, ellerini ne yapacağını bilemiyor. Kelimeler, onlarca yıl konuşmamış bir insanın kısık boğuk hırıltılı sesinde karanlıkta… Uzunca bir süre sonra kelimeler netleştiğinde anlıyor, yarının bir başka gün olacağını.
Lekesi çıkmamış kanlı başörtülerden kurtulacak, komutan eve kontrole gelmeyecek, balkona çıkacak, perdeleri açacak ki taze güneş ışıkları evine dolsun.
Subay eşleri muhbirlik yapmayacak; vitrinler, kitaplıklar, duvardaki tablolar cinnet saatlerine neden olmayacak. Eşini atmayacaklar.
Kantinde, orduevinde, kamplarda rahatsız edilmeyecek.
Bir ateş çukurunun etrafından alacaklarmış onları ve onlar gibileri…
Bütün gece uyuyamadı. Delirme nöbetlerinin arasında kısık sesli vicdanı sesleniyordu:
Ateş çukuru kimin çukuru? Yüzünü ateşe dönüp adım atmak mıdır kurtuluş. Sırtını ateşe dönüp, varlığından vazgeçmek midir?
Ertesi gün akşam vakti… Konferans salonu çok kalabalık. Makyajlı kadınların, sinek kaydı tıraşlı subay astsubayların kahkahaları dolduruyor dört bir yanı. Havada ağır bir koku. Bir ateş çukurunda yanmış insan cesetlerinden yayılan koku gibi.
Komutan, yanında eşiyle yerini alır. Açılış konuşması… Komutanın uzun konuşması yankılanır duvarlarda.” Ortaçağın karanlıklarından bilimin aydınlığına gitmenin” öncüsü olduklarını haykırır. Kürsüyü yumruklayarak, parmağını sallayarak…
Sonra yumuşar yüzü. Sert ve mağrur çehresine bir gülümseme oturur.
Personel subayı, sahneye davet anonsu yapar:
Müftü kızı ile birkaç başörtülü hanım, eşleriyle sahnede yerlerini alır. Elleri önde birbirine kenetli, başları yerde, titreyen bedenleri, sapsarı yüzleriyle.
Müftü kızı, zaman ve mekân duygusunu yitirir önce. Geçmiş ve ân birbirine girer… Renkler karışır… Sesler anlamını yitirir… Yanmış ceset kokuları midesini kaldırır… Çöl susuzluğu çekerken bedeninden ter fışkırır…
Kütüğe dönmüş kadın elleri başörtülerine uzanır. Müftü kızı kan lekeli eşarplardan tiksinmektedir. Hep birlikte başlar açılır.
Ateş çukurunun etrafında seyre gelmiş kadın ve erkekler çılgınca alkışlamaktadır…
Villasında yalnız ve huzursuz; kaşık ve kalem tutamıyor, dünün kudretli paşası… Attığı imzalar, dürdüğü defterler, işsiz bıraktığı askerler gelip dikiliyor karşısına. Titreyen eline bakarken kurduğu son cümle:
“Fazlasıyla hak ettim” …
05.04.2021, Kardelen/Ankara
Mehmet Yavuz AY
myavuzay@hotmail.com
Kibrin Mağlûbiyeti -1 | İlhan Akar
23.04.2024
Baş Döndüren Diplomasi AHMET GÜRBÜZ 24.04.2024
Seçimin İmkanları YUSUF YAVUZYILMAZ 21.04.2024
Kemal Kılıçdaroğlu ÜSTÜN BOL 06.04.2024
YEREL SEÇİMLER ÜZERİNE SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 08.04.2024
SİYASET VE SERMAYE YUSUF YAVUZYILMAZ 13.04.2024
müslüman ‘Allah diri’dir! valla! MUSTAFA AKMEŞE 19.04.2024