Giriş: Dil, Doğa ve İnsan İlişkisinin Aynasıdır
İnsanoğlunun ahrazlaştığı/dilsizleştiği bir süreci yaşıyoruz. Hayat dediğimiz şey de mekanik bir döngünün adı olmuş gibi. Gizemi, bilinmeyeni, uzağı olmayan, hesap kitabın unutulduğu ve her bir şeyin yapaylaştığı bir dünya içinde yok oluş sıramızı bekliyoruz sanki. İnsanoğlunun doğanın bir parçası olarak yaşadığı günlerden, doğanın efendisi olduğu yıllara, oradan da doğanın ve insanın mekanikleştiği/ yapaylaştığı yeni bir organizmaya doğru evirildiği günlere geldik. Hayat, insan ve çevresi ile birlikte hayattır; insandaki değişim doğayı, doğadaki değişim insanı etkiliyor. Elbette dil de bu değişim, dönüşüm ve etkileşimden nasibini alıyor. Dolayısıyla doğanın ve insanın yapaylaşması ile dilin ve kültürün yapaylaşıp mekanikleşmesi at başı gidiyor. Doğanın doğallığını yitirip metal ve beton yığınına dönüşmesi mi insanı ve dilini yapaylaştırıp mekanikleştiriyor yoksa insan ve dili yapaylaşıp mekanikleştiği için mi doğa betonlaşıp farklı bir şeye dönüşüyor? Sanırım yumurta -tavuk döngüsü burada da geçerli, çift taraflı olarak bir birlerini etkiliyorlar. Bir taraftan doğa ve insan yapaylaşıp fakirleşirken bir taraftan da dilin tükenişine şahitlik ediyoruz.
İlginç bir şekilde ve gönüllü olarak bir taraftan yeryüzünü çölleştirip metal mezarlığına çevirirken, bir taraftan da kendimizin/ insanın ahrazlaşması/ dilsizleşmesi için elimizden ne geliyorsa yapıyoruz. Bizimkisi/ insanınki, bir şahitliğin ötesinde müteammiden işlenmiş bir suç… Bu müteammid suçun nasıllığını ve boyutunu dil merkezli olarak okumaya çalışalım.
Bilindiği gibi dil şu anki hasta haline son birkaç yılda gelmedi; binyılların zorlaması ve çürümesi sonucu bugünkü sorunlu halini aldı. Dolayısı ile sadece son bir iki kuşağı bu halin sorumlusu olarak mahkûm etmek doğru bir okuma olmaz. Oysa dil, ilk tahribatını ve ilk kayıplarını sözlü dilden yazılı dile geçerken yaşadı ve bu süreçte de pek çok özelliğini kaybetti. Ciddi bir fakirleşme, yoksunlaşma, bir daralma ve düşüş yaşadı. Bu fakirleşme ve düşüş (an itibari ile şahit olduğumuz gibi) yazılı dilden görsel/sanal/ dijital dile geçilirken daha da arttı; neredeyse dilin ölümü gerçekleşecek.
Sözlü dilin egemen olduğu dönemde insan bütün gücünü ve birikimini “an” için harcardı. Sözlü kültürün insanları “biriktirme” ve biriktirme merkezli kültürden uzak bir hayat yaşıyorlardı. Çünkü hayat tasavvurları ve yaşama şekilleri böyle bir şeyi tasavvur etmelerini imkânsız kılıyordu. Onlar, var olmanın ve hayatı devam ettirmenin zorunlu bir gereği olarak “an”da, “an”ın imkânlarıyla yetinmek durumundaydılar. Elbette bu şekilde yaşamanın kültürünü ve örfünü de oluşturmuşlardı; bu kültürün temeli, tüketeceğin kadarını elde etme ve elindekini ihtiyacı olan ile paylaşma üzerine atılmıştı. Ancak onlar bu zorunluluğu, varoluşun bir olmazsa olmazı olarak kabul ettikleri için olsa gerek hem kendi iç dünyalarıyla hem de çevreleriyle barışık durumdaydılar; hayatlarına, suhulet, sükûnet ve yavaşlık hâkimdi. Bu nedenle tüm enerjilerini çevreyi değiştirmek için değil ona uyum sağlamak için kullanıyorlardı. Kabiliyetleri ve hünerleri de bu yönde oluşmuştu. Sanırım mevcudu değiştirmek, onunla mücadele etmek veya inatlaşmak akıllarına bile gelmedi. Çünkü onlar kendilerini mevcudun asli bir parçası olarak gördükleri için, var olandaki/doğadaki her yapısal değişiklik ve eksilmeyi kendi bedenlerindeki bir değişiklik ve eksiklik olarak, uzuvlarındaki bir noksanlaşma olarak görüyor olmalılar ki yazılı kültür çağlarına kadar doğada insan kaynaklı bir tahribat yaşanmadı. Bu anlayış onlara an”ın en aşkın biçimde yaşanabildiği bir ortamı oluşmasını sağlıyordu. Aynı şekilde “an”ın egemenliği, insana haddini ve hududunu da öğretiyordu. Bu haddini ve hududunu bilme durumu onda, olanla yetinme, olanı en ideal biçimde kullanma kültürünü de oluşturmuştu. Sabır, kanaat, israf etmeme ve varlığa/mevcuda vefa bu kültürün en başat kavramlarıydı, hatta hayat bunlar üzerine kurulmuş, bunlar üzerinden devam ediyordu. Hayattan ve çevreden beklentileri “an”ın ihtiyaçları ve çevrenin imkânlarıyla sınırlıydı; bu nedenle, toplum içi ve dışı kavga ve savaşları da bu çerçevede gerçekleşiyordu. Asıl savaşı her bir canlı gibi çevreye/ doğaya uyum sağlamak için veriyorlardı.
Çünkü insan bir ölçüde zamanın ve mekânın/coğrafyanın tutsağıdır; o, ne yaparsa bu tutsaklık sınırları içinde yapar; düşünce ve eylemleri de bu tutsaklık sınırları içinde doğar ve gelişir. Dil ve kültür de böyle bir ortamın ürünüdür. Bu nedenle o, zamanının/ “an”ının dilini, coğrafyasının gerçekliğinde duyar ve konuşur. Yani, dil dediğimiz şey “an”ın ruhudur, “an”ın hafızasıdır; “an”ın ve coğrafyanın sese ve söze dönüşmüş halidir. Tabi biz “an” ifadesini zamanı ve mekânı/coğrafyayı birlikte ifade eden bir terim olarak kullanıyoruz. Çünkü mekândan/ coğrafyadan bağımsız bir zamandan söz etmek mümkün değildir.
Bugünün gerçekliğinde bu anlatılanların, okuyucuya masal veya bir cennet tasviri gibi gelebileceğinin farkındayım, bunu yadsımıyorum ve bunun bu bugünün insanın müktesebatıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Ancak bu dünya cenneti algısı, anlatılanların gerçek olup olmamasından çok bugünün gerçekliğinin ne kadar farklılaştığını, bu günün insanının kendisine ve doğaya ne kadar yabancılaştığını ortaya koyuyor. Oysa evren kendi lisanıyla bu yaşanmışlığı her fırsatta yüzümüze vuruyor; üstelik sonraki dönemlerin insanının hadsizliğini haykırarak. Ayrıca tüm tahribatına rağmen insan bedeni de buna şahitlik ediyor. Arkeolojik araştırmaların/çalışmaların sonuçlarını ve diğer bilimsel verileri söylemiyorum bile.
Doğa- İnsan Bütünlüğünün Tezahürü: Sözlü Dil, Sözlü Kültür, Hıfz ve Hafıza
Tekrar konuya dönersek, insanın yazılı kültür öncesi dili işte bu zaman-mekân gerçekliği üzerinde doğup gelişmişti; dolayısıyla “an”ı ve “an”da olanı/olanları kuşatıp ifade edebilecek bir özelliğe/ doğaya sahipti. Aslında “an” “geçmiş”ten bağımsız ve ayrışık olmadığı gibi “gelecek” ile de ilişkisiz değildi. “An” geçmişin devamı olduğu gibi geleceğin de hazırlayıcısı ve başlangıcıydı. Ancak bu geçmiş ve gelecek, ne fazla ne eksik, “an”da var olduğu kadardı. Çünkü insanlar geçmiş ve geleceği “an” içindeki geçmiş ve gelecek olarak değil “an” olarak yaşıyorlardı. Yani geçmiş ve geleceği “an”a olan uzantılarından, “an” ile olan bağlantı ve kesişme noktalarından tanıyorlardı. Geçmiş ve gelecek tasavvurları bu pratik ile sınırlıydı. Dolayısıyla bir geçmiş dogması / kutsaması veya düşmanlığı olmadığı gibi bir gelecek kaygısı ve korkusu da yoktu. Çünkü geçmişin “an”a bıraktığı miras, “an”ın geçmiş üzerine bina edildiğini gösteriyordu. Bu nedenle temel sağlamdı. “An”ın geçmiş algısı ne ise geleceğin “an” algısı da o olacaktı. Kendisine düşen o mirasın bir parçası ve sahibi olmak, onu “an” olarak, “an”da yaşamaktı. Bunu yaptığında zaten geleceğe de elini uzatıyor, geleceği de kurmaya, hatta gelecekte yaşamaya çalışıyordu. Yani sözlü dilin insanı açısından geçmiş ve gelecek “an” dan ibarettir; zaten o geçmiş ve geleceği bir bütün olarak “an”da yaşamaktaydı. Bunu yaparken bir öncelik sonralık ayrımına veya isimlendirmesine de gerek duymazdı.
Bu gerçeklik içinde dil, sesten/sözden, sözcüklerden ibaret olsa da hem insanın hayatında hem çevre/doğa için çok daha fazlasına karşılık geliyordu. Dil, sadece hemcinsi ile değil tüm varlıklarla bağlantı noktasını oluşturuyordu. Yani çevrenin/doğanın dile gelmesi de bu dil üzerinden gerçekleşiyordu. Sözlü dilin insanı için dil, özel bir anlama ve misyona sahipti; bu dil, varlığını barış, huzur içerisinde sürdürebilmesinin yegâne aracıydı. Bu dil aynı şekilde en temel, en kullanışlı, en etkili saldırı ve savunma aracıydı da. Bu nedenle söz, en ustaca, en mütekâmil, en anlamlı ve en yararlı bir şekilde bu dönemde kullanıldı. Sanırım Yunus Emre’ye ait şu mısralar o dönem sözü/dili hakkında bir fikir verir:
Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ide bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ide bir söz
Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı
Söz ola ağılı aşı, bal ile yağ ide bir söz
Kelecilerin pişirgil yaramazını şeşirgil
Sözün us ila düşürgil dimegil çağada ide bir söz
Bu mısraların da ifade ettiği gibi, o dönemde hayat “söz” üzerine kuruluydu ve her bir insan buna kendi gerçekliğinde şahitlik etmenin ötesinde bunu birebir yaşamaktaydı; öğrenim, hukuk/yargı, diploması ve elbette iletişim sözlü dil üzerinden gerçekleşmekteydi. Bu nedenle en meşhur söz ustaları şair ve kâhinlere (veya bunun eş anlamlılarına) doğaüstü bir güç ve aşkınlık atfedilirdi. Çünkü bunlar bir söz cambazı, sıra dışı bir sihirbaz olmalarının ötesinde toplumun koruyucuları, en etkili ve değerli kişileri hatta mevcut iktidarın bir parçasıydılar. Mesela bugün tıp ve psikolojide bir tedavi yöntemi/aracı olarak kullanılan hipnoz ve hipnotizma bize o günlerin bir mirasıdır ve sözün/ telkinin etkisi ve gücü konusunda fikir vermektedir.
Söz, su ve rüzgâr üzerine yazılan yazı gibi bir şey olduğundan ağızdan çıktıktan sonra onu kontrol etmek mümkün değildir. Bu nedenle o dönem insanın ağzından söz rastgele çıkmaz; çünkü böyle bir şey olduğunda, ne olacağı yaşanılarak öğrenilmiştir. İşte bu “an”ı en anlamlı şekilde kullanma bilinci, sözlü kültür insanın “hafıza”ya ve “hıfz”a özel bir önem atfetmesine neden olmuştu. Aslında bu gerçeklik aletleri, araçları değil insanı anlamlı ve önemli kılıyordu. Dolayısıyla insan zihninin/hafızasının en güçlü olduğu ve beynin en mütekâmil anlamıyla kullanılabildiği dönemler o dönemlerdi. O dönemlerde söz merkezi bir öneme ve değere sahip olduğu ve her şey söz üzerinden yürüdüğü için yegâne kültür de sözlü kültürdü. Çünkü insan “an”a ancak söz ile ve hafızasında biriktirdikleriyle dâhil ve müdahil olabiliyordu. Söz ve bellek o insan için varoluşsal bir şeydi, varlığı söze bağlıydı.
İnsan sözün efendisi olabildiği oranda çevresi ile bütünleşebiliyordu. Doğanın temel bir öznesi konumuna erişiyordu. Aslında bu cümle şu şekilde de kurulabilirdi ve aynı gerçekliğe karşılık gelirdi: insan çevresi ile ne oranda bütünleşebilir ve onun temel bir paydaşı haline gelirse o oranda da sözün efendisi olabiliyordu. Bundan dolayıdır insanoğlu çok uzun yıllar boyunca (belki de yüzbinlerce yıl), çevrenin/doğanın bir parçası/ paydaşı ve sözün efendisi olarak yaşadı.
Konu ile ilgili olarak şunu da eklemek gerekir ki, sözlü dil gerçekte sadece insan tarafından kullanılsa da sadece insana özgü bir dil değildi; bu dilde doğanın diğer paydaşlarına ait alanlar, kesişim noktaları da bulunuyordu. İster hayvan, ister bitki, isterse diğer canlı-cansız varlıklar; toprak, su, hava, taş olsun insanoğlunun sözlü dil sayesinde bunların her biriyle ayrı ayrı ortak iletişim alanları bulunuyordu. İnsan doğanın dilinden anladığı gibi doğa da insanın halinden anlardı. Yüzbinlerce yıl insan ve doğa bu dil ve denklem gerçekliğinde bir arada oldu. Bu hal ve dil ile doğanın eşitsizliği ve kutsallığı/ dokunulmazlığı gerçekliğinde bir denge inşa ettiler veya insan bu dengeyi keşfederek kendini var kılmıştı. Bu dil ve denklemi insanın hırsı ve kolaycılığa kayması bozdu.
Şimdi o süreçlere bir göz atalım.
Devam Edecek
Not: Bu makale, Aynı Zamanda Yetkin Düşünce Dergisinin 14. Sayısında (Mayıs-Temmuz 2021) yayınlanmıştır.
Lübnan sınırında ilk sıcak temas
02.10.2024
Tel Aviv'de operasyon
01.10.2024
İran, İsrail'i Vurdu
01.10.2024
Husiler, ABD SİHA'sını düşürdü
01.10.2024
Tebaa ve İtizalciler | Muharrem Balcı
11.09.2024
Allah Var! Gam Yok! AHMET SEMİH TORUN 01.10.2024
my body my decision MUSTAFA AKMEŞE 03.10.2024
İktidar ve Toplum YUSUF YAVUZYILMAZ 05.10.2024
MUHAFAZAKÂRLIK MEHMET YAVUZ AY 12.09.2024
SEVGİLİ AYŞENUR MÜSAADEN OLURSA… ESRA DURU 12.09.2024