BEŞ DOĞUM
GÖKTUĞ: Sen doğdun ve herkese bir ad verdin. Birine baba denilmeye başlandı, birine anne. Ortaya anneanne, babaanne, büyükbaba, dayı, hala, amca, teyze denilen kimseler çıktı. Güzel bir bebektin. Herkes gelişine çok sevindi, herkes seni çok sevdi. Yakınına çektiği beşiğinde sen tatlı mırıltılar çıkararak yatarken baban seni, piyanoda çaldığı tatlı nağmelerle uyutuyor şimdi.
ALPEREN: Sen doğdun, ailenin ilk çocuğu olarak. Görevin ailenin soyunu sürdürmek ve ailenin makus kaderini değiştirmekti. Ailen devlet yardımıyla ayakta duruyor, annen devlet desteğiyle aldığı ineklerin sütlerini ve danalarını satarak hem borcunu ödemeye hem de sana bakmaya çalışıyor. Baban da ne iş bulursa… Çünkü artık bakması gereken kişilere biri daha eklendi; o da şimdi danaların arasında dolaşan sensin.
YİĞİT: Sen doğdun, çok kalabalık bir ailenin kaçıncı torunu olduğun kimsenin umurunda olmadı. Ayağın aksaktı, annen tüm imkânlarını kullanarak -yani tüm altınlarını satarak- senin kalça çıkığını ameliyat ettirdi. Aksaklığın belli oranda geçti. Annen istiyordu ki ayağını pek yormayan iyi bir işin olsun, bunun için tüm gücünü kullanarak seni okutmaya çalıştı. Ama olmadı. Sen, sallandığın beşikte -tıpkı baban ve büyükbaban gibi- bir gün kamyon sırtlarında haftalarca evden uzakta kalacağını bilmiyordun o zamanlar.
KAĞAN: Baban, annenle zorla evlendi. Almanya’da işçiydi, düğünden sonra da çekip gitmişti. Dört, beş yılda bir gelirse gelmiş, gelmezse o da yoktu. Annen, bu konuyu hiç gündeme getirmemişti sana karşı. Deden kol kanat germiş hepinize ama zorla yaptırılan bu evlilikte asıl sorumlu da oymuş. Baban orada başkasıyla evlenmiş, ayrılmış, sonra yine başkaları olmuş hayatında. Yıllar sonra geldiğinde, seni, canını dişine takarak çalışıp iş kurmuş, yanında on beş işçi çalıştıran bir patron olarak göreceğini hiç düşünmemişti. Şimdi senin hafta sonları gitmek için yaptırdığın bağ evinde, kafasını dinlediğini söylüyor. Annen ise artık onu görmek istemiyor.
MUHAMMED ABU LOULİ: Sen doğdun, Gazze-Refah’ta. Doğduğunda bilmiyordun coğrafyanın kader olduğunu. İşgalci-terörist Yahudi’nin çocuk, kadın demeden yağdırdığı bombalardan evin yerle bir olmuştu. Bombardımanın ardından beton tozlarına bulanmış, korkunun şokuyla titreyerek hastaneye getirildin. Korktuğunu belli etmemek için kendini o kadar sıkmıştın ki bir doktorun şefkatli kollarında çocuk olduğunu hatırlayınca hıçkırmaya başladın. İnsan olan herkes de senin korkuyla bakan kara gözlerin, titreyen bedenin, hıçkırıkların karşısında gözyaşlarına boğuldu. Her şeyiniz vardı, mutlu bir çocukken bir anda -bombalanması her zaman muhtemel- bir mülteci kampında yaşamaya başladın.
BEŞ ÖLÜM
CENGİZHAN: Sen doğdun ailenin ilk erkek torunu olarak. Seni herkes çok sevdi. Sen iyi ve başarılı biri olmak zorundaydın. Çok çalıştın, didindin sonunda uçak mühendisliğini kazandın. Ailen seninle gurur duyuyordu. Büyüklerin seni, olur olmaz birine gönlün kayar diye düşünerek akrabadan bir kızla nişanladı. Önce sesin çıkmamıştı ama sonra istemediğini söyleyerek nişanı bozdun. Herkes arasında büyük bir soruna neden oldu. Üçüncü sınıftaydın hastalandın ve bir süre sonra bir Ramazan ayında herkes bayramı beklerken Kadir gecesinde sen öldün.
YAVUZ: Bir köyde doğmuştun, beş sınıfın tek öğretmenle okutulduğu bir ilkokul eğitimin olmuştu. Sonra ilde yatılı okula verdiler. Ardından zengin çocuğu olan birkaç arkadaşınla Ankara’ya geldin. Onlar hukuk fakültesine kaydolduğu için sen de oraya kaydoldun. Senin yol göstericin yoktu, onlar ne yaparsa onu yapıyordun. Onlar dört yılda sen yedi yılda mezun oldun. Sonra babaannenin isteğiyle köyünüzden Almanya’ya giden bir ailenin ilk okul üçüncü sınıftan ibaret eğitimi olan kızlarıyla evlendin. Söz arasında nedense ‘O Almanya’da yetişti.’ demekten hoşlanırdın aradaki eğitim farkını örtmek arzusuyla. Oysa Almanya onun için küçücük bir evden ibaretti. Sonra iki oğlun oldu, işlerin pek iyi değildi. O arada siyasi ilişkilerini kullanarak bir Hukuk Fakültesinde işe başladın. Hızla kariyer basamaklarını çıktın çünkü yol sana açılmıştı artık. Profesör olduğunda yaşadığın hazzı başkalarının anlayabilmesi mümkün değildi. Oğullarına, senin gibi hukuk okumalarını, kariyer yapmalarını söylüyordun sürekli. Oğlun üniversite sınavına girdiği sene sen bir kazada öldün.
İZZETTİN: Bir köyde doğmuştun, zor şartlar altında liseyi bitirmiş, güç bela bir işe girmiştin. O işte okurken Açık öğretimden dört yıllık bir okulu da güç bela bitirmiştin. Sonra kurumunuzda sizin yöreli birisinin üst bir göreve getirildiğini duydun. Onun talimatıyla her yıl deniz kenarında kuruma ait bir tatil köyünde işletme müdürü olarak görevlendirildin, yıllarca. Aynı yerde, akrabalarından pek çok kişiyle birlikte lise terk oğlun ve ilkokul mezunu olan eşin de mevsimlik işçi olarak çalışıyorlar ama onları çalışırken hiç kimse görmüyordu. Sezon bitmiş, sen asıl kurumuna dönmüştün. O gün geceden beri içinde bir sıkıntı vardı. Geniş masanın gerisindeki koltuğa gömülerek geri yaslandın. İşte o oturduğun yerde sen öldün.
MELİKE: Ailenin beşinci kızı olarak doğmuştun, oysa herkes artık bir erkek çocuk bekliyordu. Erkek çocuk eksiğini seni tıpkı bir erkek çocuk gibi yetiştirerek giderdi ailen. Ata biner, traktör kullanır, tarlada çalışır, kız kardeşlerini koruyup kollardın. Ablaların evlenince sıranın sana geldiğini söylemeye başladı herkes. Oysa sen kendin için bunu hiç düşünmemiştin. Baban gibi olmalıydı senin evleneceğin erkek ama öyle de kimse yoktu. Sonunda büyüklerinin isteğiyle halanın oğluyla evlendin ama o babana hiçbir açıdan benzemiyordu. Çocukların dünyaya geldi, eşini sevdiğini hiç hissedemedin, eşinin de seni sevip sevmediğini hiç anlamadın. Böylece yıllar geçti, kendi çocukların da yuvadan uçtu. Göğsünde bir daralma vardı, hastaneye kaldırdılar. Daralma geçti ama ciğerler görevini yeterince yetine getirmiyor demişlerdi. Karanlık bir gece sabaha doğru, bir hastane odasının yalnızlığında sen öldün.
REŞAT: Annen kardeşini doğururken ölmüştü, arkasında üç ağabey, bir abla, bir de küçük kardeşinle seni bırakarak. Baban yokluk içinde sizi büyütmeye çalıştı. Büyük ağabeyini evlendirdiğinde o da Hakkın rahmetine kavuşmuştu. Ablan hepinize bakmaya çalıştı oysa o da daha çocuktu. Sonra akrabaların yardımlarıyla ağabeylerin, ablan, sen ve en küçük erkek kardeşin de evlenmiştiniz. Sen, kim ne iş gösterirse yapıyor, verilen ücret neyse razı oluyor, eve ekmek getirmeye çalışıyordun. O sıralarda, bazıları yurt dışına çalışmak için gitmeye başlamışlardı. Büyük iki ağabeyin de çaresizlikten gitmişlerdi. Sen de karar verdin gitmeye. O günlerde şöyle demiştin: ‘Eğer bir gün ben de gider, bu yokluktan kurtulursam bir deve kurban edeceğim.’ Gittin, altı yol sonra da eşini götürdün, yokluktan kurtuldun. Çocukların yokluk görmeden büyüdüler. Ev aldın, araba aldın, harcayacak paran vardı ama deve kurban etme adağını unutmuştun. Ufak tefek bazı hastalıkların vardı yaşının gereği olan. Yaşadığın ülkede, yabancı işçiler için yapılmış, kızınla yan yana oturduğunuz küçücük sosyal konutunuzda yemek yedikten sonra yatağa uzanmıştın. İşte uzandığın o yatakta sen öldün.
ÇİÇEKTİR ÇOCUKLAR|HATUN ÖZKÜMÜŞ
12.09.2024
Ebu Ubeyde'den önemli açıklamalar!
26.08.2024
İSTİKLAL MAHKEMELERİ VE ŞEYH SAİD KIYAMI
25.08.2024
Nurettin Topçu ve Anadolu Sosyalizmi-5
25.08.2024
Giyinmek Güzeldir | Hatun Özkümüş
22.08.2024
MUHAFAZAKÂRLIK MEHMET YAVUZ AY 12.09.2024
SEVGİLİ AYŞENUR MÜSAADEN OLURSA… ESRA DURU 12.09.2024
MEVLİD-İ NEBİ AHMET SEMİH TORUN 15.09.2024
Zamanın Ruhu Aydınlar ve Söylem YUSUF YAVUZYILMAZ 15.09.2024
Küflenmiş Bir Zihin Dünyası ATASOY MÜFTÜOĞLU 20.08.2024
EKSİKLER RİSALESİ RÜSTEM BUDAK 24.08.2024
İslam’ın Son kalesi Hamas… ABDULAZİZ TANTİK 22.08.2024