Özgürlükçü Pedagoji
İbrahim GEZER
Bilsam Yayınları
Özetleyen: Fatıma DALAZ
Ezberlemekten çok keşfetme üzerine,
Cevap vermekten çok soru sorma üzerine,
Nasıldan çok niçin üzerine,
Geçmişten çok gelecek üzerine,
Tanımlamaktan çok tanıma üzerine,
Kişi ve olaylardan çok olgular üzerine,
Ne düşüneceğinden çok nasıl düşünüleceği üzerine,
Peşin kabullenmelerden çok eleştirel düşünme üzerine,
Konuşmaktan çok dinleme üzerine,
Tüketmekten çok üretme üzerine,
… ve hepsinden çok da
Adalet, özgürlük, ahlak ve onur üzerine yoğunlaşan ve
Birey olarak ‘bir ağaç gibi tek ve hür’,
Toplum olarak ise ‘bir orman gibi kardeşçe’ olmayı başarabilen, fikri, vicdanı ve irfanı hür nesiller yetiştirmeye odaklanmış özgürlükçü, dayanışmacı bir eğitim...
Hertaraf Haber takipçilerinin de yazıları ile yakından tanıdığı kıymetli büyüğümüz, yazarımız, Prof. Dr. İbrahim GEZER Hocamızın bu değerli eserini okurken istifade ettiğimiz ve altını çizdiğimiz kimi bölümlerini sizlerin takdirine sunuyoruz.
Hertaraf Haber - Kültür Sanat Servisi
..
Ben olsam Müslüman Doğu’daki bütün mekteplere “eleştirel düşünme” dersleri koyardım. Batı’nın aksine, Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafın kaynağı budur.
(A. İzzetbegoviç).
Bir devlet, iyi niyetle bile olsa kendi insanlarını, kullanabileceği birer uysal alet haline dönüştürmek için cüceleştiriyorsa, bilmelidir ki küçük adamlarla hiçbir büyük iş başarılamaz. (J. S. Mill).
İslam ahlakının ayırıcı vasfı, hürriyet, eşitlik ve dayanışma fikridir. (S. Halim Paşa)
GİRİŞ
Yaşam, bir farkında oluş durumudur (Fuller).
(…)
Bir Özgürlükçü Eğitim Felsefesine Doğru…
Felsefesi olmayan bir milletin mektebi olmaz. N. Topçu.
Bir eğitim sistemi, felsefi temelleri kadar sağlamdır. Nasıl ki, tohum olmadan meyve olmazsa; bir eğitim felsefesi olmadan da eğitim olmaz. Bu yüzden ilk yapılması gereken şey, eğitim uygulamalarına yön verecek, istikamet gösterecek, insanların hangi amaçlar için nasıl yetiştirileceği konusunda yol haritası çıkaracak bir eğitim felsefesi geliştirmek olmalıdır.
(…)
İşrak Olmadan İdrak Olmaz
“Biz” olmak, elbette güzeldir, ancak önce “ben” olmak şartıyla… İnsan, önce “ben” olmalı, sonra da bu “ben”lerin iradi birlikteliğiyle “biz” oluşmalıdır. Nitelikli bir “biz” ancak böyle ortaya çıkabilir.
(…)
“Ben” olmadan “biz” olmuş toplumlar, manipülasyona, güdülmeye ve istismara açık bir yığın olmanın ötesine geçemezler. Her nerede insanlar “ben” olmadan “biz” olmaya davet ediliyorsa orada bir illüzyon var demektir.
(…)
İnsanlar kavramları, olguları, eşyayı, hayatı, dini ve dünyayı bilgisi ve kapasitesi oranında anlarlar. Örneğin bedevi zihniyete sahip bir kişi Kuran’ı okuyup ondan katı bir monarşi çıkarırken, aynı Kuran’ı okuyan bir Farabi, İbni Sina, Mevlâna, Yunus, M. İkbal, M. Akif, Malik b. Nebi, A. İzzetbegoviç ya da A. Şeraiti ondan tarihin en insani medeniyetini üretirler. Bu yüzden her türlü olay ve olguya nasıl bir zihinle bakıldığı çok önemlidir. Bu durum, iyi bir zihinsel eğitimin önemine ve önceliğine de işaret etmektedir.
(…)
Bu yüzden, insanların özgür bir şekilde gelişimini sağlayacak bir eğitim sistemi oluşturmak büyük önem taşımaktadır. Bu eğitim sisteminin temel amacı; zihinsel, duygusal ve entelektüel açıdan gelişmiş, ben ve biz dengesini sağlamış, bireycileşmeden bireyselleşen, sürüleşmeden toplumsallaşan nesiller yetiştirmek olmalıdır.
Özgürlükçü Teolojiden Özgürlükçü Pedagojiye
Et-tırnak ilişkisine dönüşmüş bu ilişki, İslam coğrafyasının ne üretecekse İslam'dan yola çıkarak ve İslam tasavvurunu dikkate kalarak üretmesi gerektiğine işaret etmektedir. Söz gelimi bu coğrafyada özgürlükçü bir teoloji inşa etmeden özgürlükçü bir pedagoji inşa etmek mümkün olmayacaktır. Zira özgürlükçü bir pedagoji, ancak özgürlükçü bir teoloji üzerine inşa edilebilir. Teoloji alanı özgürleştirilmeden pedagoji alanı özgürleştirilemez.
(…)
Yenilikçi Müslüman düşünürlerden M. İkbal'in de ifade ettiği gibi "İslam, insanoğlunun Allah ile birlikte yaptığı tarihsel yürüyüşün adıdır". İki özgür varlığın birlikteliğidir burada söz konusu olan... Her ikisinin de özgür olması Allah'ı (CC) rabb, insanı da abd olmaktan çıkarmaz. Hz. Ali'nin dediği gibi köle tanrıdan korktuğu için ibadet ederken, özgür bir Müslüman Allah'ın güvenini, sevgisini ve dostluğunu kaybetmekten korktuğu için ibadet eder.
Yanık Bir Yürek, Model Bir İnsan
Eğitim sistemi merhum Akif gibi çok yönlü, çok boyutlu, her alanda kendini iyi yetiştirmiş, yüreği insan ve ülke sevgisiyle çarpan insanlar yetiştirmeye odaklanmalıdır.
Vicdan Sahibi Olmak, Rachel Corie Gibi Olmaktır
Rachel, Filistin'den annesine yazdığı mektuplarda; 'Anneciğim! Dünyada böyle bir zulmün, kıyamet kopmadan gerçekleşebiliyor olmasına inanamıyorum, dünyanın böyle korkunç bir hâle gelmesine göz yumuyor oluşumuz canımı yakıyor'' diyordu.
(…)
Dünyanın neresinde olursa olsun, kim olursa olsun, ister barışta ister savaşta, içinde insanlıktan, mertlikten, vicdandan azıcık bir eser kalmış herkes bir genç kız yoluna çıktığında durur. Fakat bu kez öyle olmadı. 16 Mart 2003’de İsrail buldozerleri silahlar eşliğinde Filistinlilerin evlerini yıkmaya başladılar. Bu evlerden biri de Rachel’in Filistinli bir doktor arkadaşının eviydi. Rachel, buna izin veremezdi. Sonucu ne olursa olsun, bu zulme karşı Filistin’in yiğit insanlarıyla birlikte direnecekti. Nitekim öyle de yaptı ve buldozerin karşısına dikildi. Rachel, karşısındakileri normal insan sanıyordu, fakat öyle değildi. Yanılmıştı. 10 tonluk buldozeri kumanda eden insan kılıklı canavar, tereddüt etmeksizin çelik canavarı Rachel’in üzerine sürmüş ve ezip geçmişti O’nu.
(…)
Rachel’in kısacık hayatı bizler için derslerle doluydu. O, son dersini ülkesinden uzaklarda, Filistin topraklarında, Filistin’in kendi gibi cesur ve asil gençleriyle birlikte vermiş ve bu dünyadan ayrılmıştı. Uygulamalı olarak verdiği son dersin konusu alabildiğine anlamlıydı: “Kimden gelirse gelsin zulme karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana olmak”.
(…)
O aslında ne Amerikalı, ne Filistinli, ne Türk ne de Arap’tı. O sadece bir insandı. “Zulüm bizdense, ben bizden değilim” diyecek kadar cesur ve vicdanlı bir insan…
Newton’un Merakı, Nasrettin Hocanın Tefekkürü
(…)
Nitekim Batılılar tarafından yazılmış “Dünya Tarihine Yön Veren En Etkin 100” (Michael Hart) adlı kitap çalışmasında 1 numara Hz. Muhammed, 2 numara Newton, 3 numara Hz. İsa, 4 numara Buda, 5 numara Konfüçyüs olarak belirlenmiştir. 1600’lü yılların ikinci yarısında Avrupa’da veba yaygındır. Hükümetler, hastalık daha da yayılmasın diye üniversiteleri tatil etmişlerdir. İngiltere de benzer bir uygulama yapar ve öğrencileri memleketlerine gönderir. Bu öğrencilerden biri de Newton’dur.
(…)
Köyüne dönen Newton, bir gece vakti ay ışığında bir elma ağacının altında, ağaca yaslanmış halde ve ayı görecek şekilde otururken ağaçtan bir elmanın yere düşüşüne şahit olur. O andan itibaren kafasına bazı sorular üşüşür. Bunlardan biri şudur: “Acaba, neden elma yere düşüyor da ay düşmüyor?”.
(…)
Oysa Kur’an bugün sadece duygularımızı ateşliyor. Kuran’a tutulan yanlış odaklı aynalar ve İslam düşüncesi üzerinde yapılan operasyonlar yüzünden entelektüel kapasitemiz ve zihni melekelerimiz altüst olmuş durumda. Bu durumdan kurtulmanın yolu ise yeniden insan üzerine, hayat üzerine, bilim, kültür ve sanat üzerine, demokrasi ve insan hakları üzerine, adalet ve özgürlük üzerine düşünmeye ve konuşmaya başlamaktan geçiyor.
ÖZGÜRLÜKÇÜ PEDAGOJİNİN TOPLUM HEDEFİ
Bireysel ve Toplumsal Özgürleşme Aracı Olarak Eğitim
Bir eğitim sistemi, özgürlükçü bir yaklaşıma sahipse, muhatap aldığı insanı da özgürleştirir.
(…)
Otorite ve disiplin boşluğu özgürlük ortamını zedelerken, katı disiplin ve otorite ise bireylerin gelişmesi, inkişaf etmesi ve özerk bir kişilik oluşturmasını engeller.
Fertçi ve hürriyetçi eğitim
J. J. Rousseau, birçok eğitimcinin aksine “yaratanın elinden çıkan her şey iyidir, her şey insanların elinde bozulur”, anlayışı ile çocuğa yaklaşılması gerektiğini söyleyerek “çocuk ne hâkim ne asker ve ne de papaz olmalıdır. O her şeyden önce insan olmalıdır; ancak bundan sonra herhangi bir mesleğin insanı olabilir.” demektedir.
(…)
Atomcu toplum görüşü; toplumu, bir sözleşme çerçevesinde bir araya gelmiş insan topluluğu olarak görür. Esas ve öncelikli olan bireydir. Bireyler kendi öz iradeleriyle bir araya gelmiş ve kendi yararları için bazı özgürlüklerinden vazgeçerek toplumu oluşturmuşlardır. Bu toplum, bir sözleşmeye bağlı olarak yönetilir. Sözleşmenin şartları tüm bireylerin katılımıyla belirlenir.
Bu yaklaşımın özgürlükçü ve bireyi öne çıkaran bir eğitim anlayışına yol açacağı açıktır. Burada bireyden topluma doğru işleyen bir süreç söz konusudur. Belirleyici ve etkin konumda olan bireydir.
(…)
“Kurtarıcı” Beklemek, Acziyettir
(…)
Coğrafyamız bir baştan öbür başa krizlerle boğuşmaktadır. Bu durum, önemli oranda, coğrafya insanının özne olmaktan vazgeçip nesne olmaya karar vermesinden kaynaklanıyor. İslam dünyası, mevcut haliyle, hala gelişen olaylar ve sonuçlar karşısında sorumluluk almak yerine mazeretlere sığınmayı, her işte yabancı parmağı aramayı ve mücadele etmek yerine kurtarıcı beklemeyi sürdürüyor.
(…)
Oysa bizler, özne olmayı göze alamadığımız için her şeyin arkasında bir yabancı parmağı arıyoruz. Yaşadığımız felaketleri başkalarının entrikalarına bağlayarak sorumluluktan kurtulmaya çalışıyoruz. Oysa sömürüden çok sömürüye yatkınlığı konuşmaya başlamadıkça bir çıkıştan bahsetmek mümkün olmayacaktır.
Müslüman dünyanın, “özne” olmaktan vazgeçmesi; içtihadın kapısına kilit vurulması; eleştirel düşünmeyi terk ederek sorgulamayı ve itiraz etmeyi unutması; bilim, kültür ve sanat üretmeyi durdurması; adalet, özgürlük, ahlak ve onur arayışına son vermesi maalesef kendisine oldukça pahalıya malolmuş görünüyor.
(…)
Simurg, Sadece Bir Masal Kuşu Değildir
Simurg, bir masal kuşudur. Efsaneye göre Simurg (Zümrüd-ü Anka), uzun boynunda beyaz bir halka taşıyan, safran tüylü, güzel sesli, insana benzeyen kocaman bir kuştur. Kuşların sultanı olan bu kuş Kaf Dağı'nın ardında bilgi ağacının dallarında yaşamakta ve her şeyi bilmektedir. Kuşlar, ülkelerinde ne zaman işler kötüye gitse, kaos ve krizler oluşmaya başlasa sultanları Simurg’un gelip onları kurtaracağına inanırlarmış.
Günlerden bir gün, ülkede işler kötüye gitmeye ve krizler oluşmaya başlayınca kuşlar, onları bu durumdan kurtarmak üzere sultanlarını beklemeye başlamışlar. Fakat zaman geçip gitmesine rağmen Simurg bir türlü ortalarda görünmüyormuş. Bunun üzerine kuşlar, kendileri gidip onu bulmaya ve ülkelerine getirmeye karar vermişler ve binlercesi toplanıp yola çıkmışlar...
Yol uzun, yolculuk zordur. Kaf dağının ardına ulaşmak için her biri bir diğerinden çetin yedi dipsiz vadiyi geçmek gerekmektedir. "Aşk Denizi"nden geçerler önce..." Ayrılık Vadisi"nden uçarlar..". "Hırs Ovası"nı aşıp, "Kıskançlık Gölü"ne saparlar.." Yorulanlar ve düşenler olur. Kuşların kimi Aşk Denizi'ne dalmış, kimi Ayrılık Vadisi'nde kopmuştur sürüden... Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle...
Önce bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış); kartal yükseklerdeki krallığını bırakamamış; baykuş yıkıntılarını; balıkçıl kuşu bataklığını özlemiş…
Yolculuk bittiğinde, Kaf Dağı'nın ardına sadece 30 kuş varabilmiş. Her tarafı aramalarına rağmen sultanları Simurg'u bulamamışlar orada... Sonra bir araya toplanıp neler olduğunu anlamaya çalışırken; sonunda sözcükler sırrı çözmüş. Simurg, farsça bir kelimedir ve "si", otuz; “murg" ise kuş demektir, yani "30 kuş". Anlarlar ki aslında aradıkları sultan, kendileridir… Ve kurtarıcıya yapılan yolculuk, aslında kendine yapılan yolculuktur. (F. Attar, Mantık et-Tayr)
Kurtarıcı arama ve nesneleşmenin zilletinden kurtularak özne olmaya ve inisiyatif almaya karar vermiş birey ve toplumlara selam olsun!
Özgürlükçü Pedagojide Yönetim ve Yönetici
Sağlıklı toplumlar, şartlara ve sorunların çeşidine bağlı olarak insan kaynağını yenileyen ve gerektiği durumlarda gerekli alanlarda yeni liderler, yeni öncüler çıkarabilen toplumlardır.
Çoğulcu Olmak Medeni Olmaktır
İyi yönetilemeyen farklılıklar eşitsizliğe, eşitsizlikler de çatışmaya yol açar. Bir ülkenin farklılıkları yönetebilme ve sorun çözme kapasitesi demokrasisiyle doğru orantılıdır. Farklılıkların yönetimi sadece bir şirket, şehir ya da ülke için değil iyi ve adil bir küresel yönetim için de şarttır. Farklı olana saygı duymak hem ulusal hem de küresel barışın temel koşuludur. Barış, demokrasi ve özgürlükten yana olan herkes Voltaire tarafından dile getirilen ve “Düşüncelerinize katılmıyorum ama söz söyleme özgürlüğünüzü sonuna kadar savunacağım.” şeklinde ifade edilen hassasiyete katılmalıdır.
(…)
Farklılıkları Yönetemeyenler Bu Ülkeyi Yönetemezler
Bugünün dünyasında farklılıkları zenginlik olarak kabul etmeyen ve farklılıkları yönetmeyi başaramayan hiçbir hareket ya da ülke başarılı olamaz.
(…)
Türkiye sadece bir kesimin taşıyabileceği, tek taraflı değiştirebileceği ya da değişime zorlayacağı bir ülke değildir. Türkiye, ancak mutabakatla değiştirilebilir.
Önce Çingeneleri Götürdüler...
Düşüncelerine katılmıyorum, ama düşüncelerini savunma hakkını sonuna kadar destekleyeceğim. Voltaire.
(…)
Eğitim, farklılıkları zenginlik olarak görmeyi öğretmenin yanı sıra, varlığımızın, dirliğimizin ve birliğimizin de ancak bunu başarmaktan geçtiği bilinci kazandırmalıdır. Farklılıklarımızı yaşamaya vurgu yaptığımız kadar hatta daha çok ortak paydalarımıza ve sosyal bütünlüğümüze de vurgu yapmalıyız. Zira farklılıklarımızı yaşayabilmemiz ve zenginliğe dönüştürebilmemiz sosyal dayanışmamıza ve toplumsal bütünlüğümüze bağlıdır.
Geçmişi Olmayanın Geleceği Olmaz
Bu yüzden asla herhangi bir komplekse kapılmadan bu geçmişe sahip çıkmalı, hatalardan ders almalı, iyi taraflarımızı daha da güçlendirmeli ve bunu yeni nesillere aktarmalıyız. “Geçmişi olmayanın, geleceği de olmaz.” yaklaşımından hareketle geçmişimizle sağlıklı ilişkiler kurmalı ve onun üzerine sağlıklı bir gelecek inşa etmeliyiz. Zira açık ki; “Avrupa’nın meyvelerini koparıp kendi ağacımıza asarak sorunlarımızı çözemeyiz.” (C. Meriç).
ÖZGÜRLÜKÇÜ PEDAGOJİ ve KÜRESEL FARKINDALIK
Daha Adaletli ve Anlamlı Bir Dünyaya Doğru
Küresel düzeyde yaşanan bu süreç diğer taraftan insanoğlunun ağır bedeller ödemesine, yeni sorunların ortaya çıkmasına ve insanlığın geleceğiyle ilgili ciddi kuşku ve kaygıların oluşmasına da yol açmıştır.
(…)
Bu yüzyıl içinde tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar insan kaybı yaşanmış ve sadece savaş meydanlarında ölen insan sayısı iki yüz milyonu aşmıştır. Ünlü düşünür Sorokin’in ifadesiyle “Yirminci yüzyılın sadece ilk yarısında yapılan savaşlarda ölen insan sayısı önceki beş bin yıl boyunca yapılmış savaşlarda ölenlerin sayısından çok daha fazla olmuştur.”
(...)
Nereden bakılırsa bakılsın insanoğlunun kadim adalet, özgürlük, ahlak ve onur arayışında yeni bir dalga başlatmak gerektiği açıktır. Bu ise ancak eğitimle başarılabilir.
(…)
Dünyanın birçok yerinde yaşanılan, yabancı düşmanlığı, ırkçılık vb sorunların insanların birbirlerini anlamamaktan kaynaklandığı dikkate alınarak, yetişen nesillere, anlatmaktan çok anlamayı, öğretmekten çok öğrenmeyi, tanımlamaktan çok tanımayı, kanaat sahibi olmaktan çok bilgi sahibi olmayı, başkalarını eleştirmekten çok kendini eleştirmeyi öğretmeliyiz.
(…)
Bu yüzden insanların birbirini anlayabilmelerinin önündeki en önemli engel olan benmerkezcilik ve etnik merkezcilik gibi yaklaşımlardan vazgeçilmeli ve birbirini anlamanın hızlanması için toplumlararası iletişim imkânları arttırılmalıdır.
ÖZGÜRLÜKÇÜ PEDAGOJİDE POLİTİK HEDEFLER
Siyaset, İslam ruhunun bir ifadesidir. M. İkbal.
(…)
Bir toplumun politik gelişmişlik düzeyi, bireylerin iradesini kullanabilmesine, toplumun ise insan haklarını garanti altına alan eşitlikçi, çoğulcu ve özgürlükçü bir hukuk devleti oluşturmayı başarabilmiş olmasına bağlıdır.
(…)
Kahramancılık (heroizm), kurtarıcılık, kişiye tapınmacılık, çoban-sürü ilişkisi, zulme rıza geleneği, siyaseten katl mekanizmaları, her türlü hak arayışının kıyımla sonuçlanması, kutuplaştırma, ötekileştirme, insani/İslami ve evrensel değerler açısından hiçbir meşruiyeti olmayan şahlık, sultanlık ve krallık gibi insan onuruna aykırı rejimler ve uygulamalar yüzlerce yıldır coğrafya insanının yürüyüşüne eşlik ediyor.
ÖZGÜRLÜKÇÜ PEDAGOJİDE İSTENDİK DAVRANIŞLAR
Bir eğitim projesi, efendisinin şarkısını söyleyen kuşaklar yetiştirmeye odaklanmışsa buradan hayır beklemek beyhude bir çabadır. Bu yüzden bir eğitim projesi; okuyan, araştıran, sorgulayan, iyi, demokrat ve evrensel düşünceye açık bir nesil vizyonunu esas aldığı ölçüde anlamlı olacaktır.
Sonuç olarak özgürlükçü eğitim yaklaşımında yeni nesiller, dürüst, yardımsever, biz bilincine sahip, okuyan, araştıran, analitik düşünen, üretken, demokrat bir kişiliğe sahip, içinde yaşadığı toplumun değerleriyle barışık, ailesine, ülkesine ve içinde yaşadığı dünyaya karşı sorumluluklarının bilincinde, kendi ayakları üzerinde durabilen fertler olarak yetiştirilmelidir.
ÖZGÜRLÜKÇÜ PEDAGOJİDE İÇERİK
Özgürleştiren Bir Eğitim
Özgürlükçü pedagojide eğitimin içeriği, öğrencileri sosyal zekâ ve iletişim becerisi açısından geliştirecek ve onlara analitik düşünme yeteneği kazandıracak şekilde düzenlenmelidir. Ayrıca eğitim, hayatla iç içe yürütülmeli ve öğrencilerde dayanışma, yardımlaşma, biz bilinci, özgürlük, adalet, erdem, iyilik, özveri, fedakârlık vb olgular hakkında farkındalık oluşturacak şekilde tasarlanmalıdır.
Özgürlükçü pedagoji, öğrencilerin ne düşüneceklerinden çok nasıl düşünecekleri üzerine, kişi ve olaylardan çok olgular üzerine, ezberlemekten çok keşfetme üzerine, tanımlamaktan çok tanıma üzerine, öğretmekten çok öğrenme üzerine, anlatmaktan çok anlama üzerine, cevap vermekten çok soru sorma üzerine, konuşmaktan çok dinleme üzerine, tüketmekten çok üretme üzerine, nasıldan çok niçin üzerine yoğunlaşmalıdır.
Eğitimin içeriği, öğrenciyi duygusal, zihinsel ve bedensel açılardan geliştirmeyi hedeflemesi yönüyle çok boyutlu; sosyal ve tabii bilimler açısından geliştirmeyi hedeflemesi yönüyle ise çok yönlü olmalıdır.
Özgürlükçü eğitim yaklaşımında zihinsel gelişime özel önem atfedilmelidir. Nasıl ki bedensel gelişimin en önemli aracı spor ise zihinsel - entelektüel gelişimin en önemli aracı da düşünmek, okumak, yazmak ve tartışmaktır.
(…)
Bu yüzden her durumda akademik eğitim, mesleki eğitime öncelenmelidir. Meslek eğitimine erken yaşlarda başlanmamalı, öğrencilerin gelişmesine, yeteneklerini keşfetmesine, zihinsel, duygusal, bedensel ve entelektüel açıdan tekâmül etmesine fırsat verilmelidir.
İnsanlara kafalarını kullanmayı öğretmeden el ve kollarını kullanmayı öğretmenin, eğitimde bir sapmaya ve emek sömürüsüne yol açacağı unutulmamalıdır. Zira kişinin ileriki yıllarda bir insan olarak, bir meslek adamı olarak başarısı ve üretkenliği buna bağlı olacaktır.
Eğitim aynı zamanda oyunu ve oyunla öğrenmeyi içermelidir. Çocukluğunda alabildiğine ve kendinden geçercesine oyuna yoğunlaşmayan bir çocuk, yetişkinliğinde de ciddi projelere yoğunlaşamayacaktır. Üstelik insan hayatında yaşanmamış her dönem kendini bir sonraki döneme erteleyerek çarpık kişiliklerin oluşmasına yol açacaktır. E. Fromm’un, “Bütün kötülüklerin ve savaşların temelinde yaşanmamış yaşamlar vardır” sözü buna işaret etmektedir.
Sınav odaklı ve tek boyutlu eğitim sistemi, hobileri olmayan ve boş vakit değerlendirme alışkanlığı edinememiş nesillerin yetişmesine yol açmaktadır. Sonuçta spor yapmayan, bir enstrüman çalamayan, resim, bahçecilik, el sanatları ve koleksiyonculuk benzeri hobileri olmayan, el becerileri gelişmemiş, bir sigortayı ya da bir musluğu değiştirmek için bile tamirci çağıran, kitap okuma ve yazma alışkanlığı edinememiş, bu yüzden de boş zamanlarını nasıl değerlendireceğini bilemeyen, bir şey üretemediği için de canı sıkılan, üşenen ve kendini anlamsız bulan ve çareyi kahvehane ve internet salonlarına takılmakta ya da zararlı alışkanlıklar edinmekte bulan bir gençlik ortaya çıkmaktadır. Maalesef, gençliğimizin önemli bir kısmı bu sarmalın içindedir.
Unutulmamalıdır ki, ilkokul yıllarında çocuk klasikleriyle, ortaokul yıllarında kendi edebiyatımızın seçkin eserleriyle, lise yıllarında dünya edebi klasikleriyle, üniversite yıllarında felsefi ve bilimsel okumalarla tanışmamış bir nesil, zihinsel, düşünsel ve politik açıdan yeterince gelişemeyecektir. Böyle bir toplumsal formasyonda düşünsel ve felsefi sığlığın boy vermesi kaçınılmazdır.
Eğitim sistemi, hedef aldığı insana bir fert ve toplum üyesi olma bilincini vermenin yanı sıra, aynı zamanda insan türünün bir üyesi olduğu bilincini de kazandırmalıdır. Yetişen nesiller, artık küresel boyut kazanmış olan, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, gittikçe yaygınlaşan yoksulluk ve açlık, erozyon, ekolojik dengenin bozulması, daha kötüsü bütün insanlığın nükleer silahlarla yok olma riski gibi tehlikelerin farkında ve bilincinde olarak yetişmelidir.
Dünyanın birçok yerinde yaşanılan yabancı düşmanlığı, ırkçılık vb sorunların insanların birbirlerini anlamamalarından kaynaklandığı dikkate alınarak eğitim programları yetişen nesillere tanımlamaktan çok tanımayı, kanaat sahibi olmaktan çok bilgi sahibi olmayı ve başkalarını eleştirmekten çok kendini eleştirmeyi öğretecek şekilde düzenlenmelidir.
Bilim İnşa Eder, Felsefe Aydınlatır, Din Anlamlandırır
Felsefesiz yaşamak, gözü kapalı yaşamaktır. Descartes.
Hayat, bilim, felsefe ve dinin ortak girişimiyle ve beraberce inşa ettikleri bir süreçtir. Aslında, hayat temelde bilim tarafından inşa edilir. Felsefe ve din, inşa sürecinin aydınlanması ve anlamlandırılmasında sorumluluk üstlenirler.
Kısacası, bilim inşa eder, felsefe aydınlatır, din ise anlamlandırır. Sözgelimi bir sisteminin nasıl kurulacağı, bir şehrin nasıl inşa edileceği, bir bitkinin ya da hayvanın nasıl en iyi şekilde yetiştirileceği, teknolojinin nasıl üretileceği gibi insan hayatıyla doğrudan ilgili her şey bilimin konusudur.
(…)
Din ise yaptığı her işte insanı, vicdani duyarlılığa davet eder ve ona, yaptığı her eylemin uhrevi bir karşılığı olduğunu hatırlatır.
Bunlardan biri olmaksızın yürünecek her yol risk ve tehlikelerle dolu olacaktır. Bilim olmadan hayat inşa edilemez. Felsefe olmadan, inşa edilen şey, evrensel ilke ve değerler açısından müzakere edilemez. Din olmadan da, polis ve yasa kontrolünün olmadığı kritik durumlarda insanın canavarlaşması engellenemez.
Bilim ve felsefenin gelişmediği toplumlarda, bunların oluşturduğu boşluk din tarafından doldurulmaya çalışılır. Bir takım insanlar hayatı sadece din ile inşa etmeye kalkışırlar, hatta dindar gençlik yetiştirmekle her şeyin halledilebileceğini düşünürler. Oysa din tek başına hayatı inşa edemez, sadece inşa edilmiş bir hayatı anlamlandırabilir.
Söz gelimi temel bilimler için ya da tarım ve sanayi üretimi için gerekli bilgileri dinden sağlayamazsınız. Bir şehrin nasıl inşa edileceğini, trafiğin nasıl düzenleneceğini dinden öğrenemezsiniz. Fakat bunların felsefe üzerinden aydınlatılması, din üzerinden ise anlamlandırılması mümkün olabilir.
Aslında coğrafya olarak bizim serencamımız, inşa edilmemiş ve aydınlatılmamış, yani bu boyutları eksik bırakılmış bir hayatı, sadece din üzerinden anlamlandırmaya çalışmaktır, hem de çarpıtılmış bir din anlayışı üzerinden…
Hayatın inşası, aydınlatılması ve anlamlandırılması işlevlerinin tamamının dinden beklenmesi, bir taraftan hayatın inşa edilmesini engellerken, diğer taraftan dinin asıl işlevini yerine getirememesine yol açar.
Toplumsal yaşam için gerekli olan sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel sistemleri inşa edebilmek, toplumun ihtiyaç duyduğu teknolojiyi geliştirebilmek vb. amaçlar için din kadar bilim ve felsefeye de ihtiyacımız vardır.
Ne zaman ki, bizim coğrafyamızda dini cemaatler kadar bilimsel ve felsefi cemaatler de boy vermeye başlar, işte o zaman umutlanmak için bir bahanemiz olabilir. Zira umut, gerçeğin görüldüğü yerde ortaya çıkar.
Sanat ve Estetik Duyarlılığı Kazandıran Bir Eğitim
İnsanda nasıl ki, ahlak iç güzelliğin ve iç estetiğin bir göstergesi ise sanat da dış güzelliğin ve dış estetiğin bir göstergesidir. Bu iki alan birbirini tamamlamaktadır. İnsan ahlak ile iç dünyasını, sanat ve estetik ile de dış dünyasını güzelleştirmeli, hatta cennete çevirmelidir. Zira iç güzellik inşa edilmeden dış güzellik inşa edilemez.
Edep, Aşk ve Özgürlük Yoksa Eğitim de yoktur
(…)
Eğitimin temel kavramlarından biri “edeb” tir. “Edeb”; bedenin, aklın ve ruhun disiplinidir. “Edeb”, insanın hayat içinde doğru yerde durması, doğru pozisyon alması, kendine, ailesine, topluma ve yaratıcıya karşı sorumluluk duygusu içinde hareket etmesidir.
Eğitimi eğitim kılan, onu salt bilgi ve malumat yığınından ayıran şey, insanı “edeb” sahibi yapması ve onda insana, çevreye, hayata, ölüme ve Yaratıcıya karşı “farkındalık” oluşturmasıdır. Edinilen bilgi ve alınan eğitim edebe yol açmıyorsa anlamsızdır. Bu yüzden özellikle birçok eğitimci düşünür bilgi, eğitim ve edep arasında kavramsal ve semantik bir ilişki kurmuşlardır. Bu yönüyle eğitimin temel amacı, insanı olgunlaştırmak ve edeb sahibi kılmaktır.
(…)
Eğitimin amaçlarından biri de insanı aşkla tanış kılmaktır. Zira aşkla tanışan insanlar maddenin, servetin ve dünyanın köleleştirici etkisine esir olmazlar ve ona daha kolay meydan okuyabilirler.
Aşkla tanış olanlar, varlığı ve varoluşu daha derinden duyumsarlar.
(…)
Aşkı bilenler için, cimriliğin darlığından kurtulup cömertliğin bolluğuna erişmek çok daha kolaydır.
(…)
Aşk ehli olmayan insan hamdır, taassup ehlidir, sığdır... elmayı kabuktan, hayatı dünyadan ibaret görür; cimridir, bu dünyayı öte dünyaya taşıyacağını sanır; kibirlidir, dünyanın kendi etrafında döndüğüne inanır…
Aşk insana fedakârlığı, cömertliği, diğerkâmlığı ve başkaldırıyı öğretir.
(...)
Hürriyetsiz hayat ruhsuz beden gibidir… Hayat, hürriyet ve fikir… Yok olmayan ve yıkılmayan ezeli bir tek cevherin üç esasıdır.
Aşk ve onun doğurduğu başkaldırı ve onun vücut verdiği hürriyet Allah’ın görünümlerinden üç görünümdür. Allah âlemin sırrıdır.” (Cibran, 2007).
Bu dünya daha güzel, daha adil, daha özgür ve daha anlamlı bir dünya olacaksa, bu, ancak ve ancak, insanlık adına; hayat adına; adalet, özgürlük, barış ve kardeşlik adına; iyilik ve güzellik adına bir ideali, bir davası, bir derdi olan insanlar eliyle olacaktır.
İslam dünyasının önde gelen düşünürlerinden Ali Şeriati'ye göre insan doğa, tarih, toplum ve benlik zindanları tarafından kuşatılmıştır. Bununla birlikte insan, doğa bilimleriyle doğa zindanından, tarihi yasaları öğrenerek tarih zindanından, toplumsal değişim ve dönüşüme hükmeden yasaları keşfederek toplum zindanından kurtulabilir. Ancak bu mücadelesi boyunca bilgisini artıran insan, süreçte alabildiğine çok şey öğrenmiş olan bilgili benlik tarafından esir alınır. Bu zindandan kurtulmak ise bilgiyle değil, ancak aşkın devrimci darbesiyle mümkün olabilir.
İnsan olarak akıl ve aşkı bir arada tutabilirsek anlamlı şeyler üretebilir ve ancak o zaman dünyadan, onu tahrip etmeksizin istifade edebilir ve canavarlaşmadan hayatı geliştirebiliriz. Bunlardan sadece birincisine yaslanmak insanın azgınlaşması ve doğanın tahribiyle, ikincisine yönelmek ise insanın doğaya, tarihe ve topluma mahkûmiyetiyle sonuçlanır.
Ahlaklı Olmak, İlkeli Olmaktır
Ahlak; bilgece davranmak, nezaket sahibi olmak, iyilik, güzellik ve doğruluk arayışını devam ettirmektir. Hoşgörülü olma, ölçülü ve tutarlı davranma, gelişmeye açık olma, akla, inanç ilkelerine ve evrensel değerlere uygun bir yaşam sürme, hürmet, hizmet ve fedakârlıkta bulunma ahlakın temel ilkeleridir.
Yetişkin Olmak Bu Kadar Kolay Olmamalı!
(…)
“Kızılderili gençler, yetişkinliğe adım atmak, artık bir yetişkin olarak kabul edilmek ve onun getireceği bir takım haklardan yararlanmak için bir cesaret ve dayanım sınavını geçmek zorundaydılar. Bu delikanlılar, yetişkinliği ya da erkekliği hak ettiklerini ispatlamak zorundaydılar. Bu yüzden bunu talep eden ya da uygun yaşa gelen genç, vahşi hayvanların yaşadığı bir ormana götürülür, oraya bırakılır ve geceyi yalnız başına orada geçirmesi istenirdi. Karanlık bir ortamda ve vahşi hayvan ulumaları arasında geceyi ormanda geçirmeyi başaran delikanlı, ertesi gün köyün ortasında törenlerle karşılanır, kutlanır, takdir edilir ve erkekler safına katılırdı. Dahası, bu delikanlı kadınların tesirinden kurtulsun ve her konuda erkekçe davranmayı başarabilsin diye iki yıl süreyle onlardan uzak tutulur, annesi de dâhil hiçbir kadınla direkt olarak görüştürülmezdi.” (Biddulph, 2004).
(…)
Kendini Gerçekleştiren Kehanet
(…)
Çocukları ve gençleri harekete geçirmenin, onları iyiye yöneltmenin ve sorumluluk sahibi fertler hâline getirmenin öncelikli yolu onları eleştirmek değil, bol bol takdir etmek, iyi yönlerini öne çıkarmak ve yanlışlarını süreç içinde düzeltmektir. Bir çocuğu ve genci sürekli takibi gerektirmeyecek şekilde iyi hâl üzere tutmanın en güvenli yolu, onun iyi bir isim yapmasını ve çevresinde iyi bir insan olarak tanınmasını sağlamaktır. Bir kez çevresinde iyi olarak tanınan bir genç, kolay kolay bu sıfatın elinden gitmesine razı olmayacak ve ona göre davranacaktır.
Unutmayalım ki, her çocuk keşfedilmeyi bekleyen bir zekâya, geliştirilmeyi bekleyen bir yeteneğe ve öne çıkarılmayı bekleyen bir özelliğe sahiptir.
Yüzme Biliyor musun?
Bir çok kültürde anlatılan meşhur bir anekdot vardır. Mevlana da Divan-ı Kebir adlı eserinde aynı anekdotun benzer bir versiyonunu aktarır.
“Gemi ile seyahat eden ünlü bir dilbilimci, yolda gemici ile sohbet etmektedir. Bir ara dilbilimci gemiciye, “Sen Nahiv (dilbilgisi) bilir misin?” diye sorar; “Hayır” cevabını alınca da, “Ömrünün yarısı boşa gitti” der. Gemicinin kalbi kırılır, kızarır ama susar. Derken fırtına çıkar, gemi bir girdaba yakalanır, girdaptan geminin kurtulamayacağı anlaşılır. Gemici dilbilimciye “Sen yüzme biliyor musun?” diye sorar. Yüzme bilmeyen dilbilimci, yalvaran gözlerle gemiciye bakar ve “Hayır” cevabını verir. Bunun üzerine gemici şöyle der. “Eğer yüzme bilmiyorsan bütün ömrün boşa gitti demektir, çünkü girdaba düşen gemi kurtulamaz”. (Mevlana, Divanı Kebir)
(…)
Hayatta her şey sınav kazanmak ya da üniversite okumaktan ibaret değildir. Çocuklarımız tek başına da kalsa yıkılmadan ayakta durabilmeyi, hayata tutunabilmeyi, sağlıklı yaşayabilmeyi ve zorlu şartlarda da olsa hayatlarını sürdürebilmeyi öğrenmelidir.
İki Günü Birbirine Denk Geçen Ziyandadır
Hz. Peygamberin bu sözünün yanı sıra Cervantes’in “Doğmakla meşgul olmayan, ölmekle meşguldür”, Eric Fromm’un ise “Nice insanlar var ki daha tam olarak doğmadan, ölmeye başlıyorlar”, Mevlana’nın ise “Hamdım, piştim, yandım” sözlerinin tamamı sürekli gelişim, yenilenme, kendini gerçekleştirme, olmaya ve olgunlaşmaya devam etme, yani kendi zirvemize giden yolculuğu sürdürme çabasının önemine işaret etmektedir.
(…)
Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine
Okumak, yazmak ve düşünmek tarihin motoru, değişimin dinamiğidir. Tarih, en gelişmiş toplumların en çok okuyan, yazan ve üreten toplumlar olduğuna şahitlik eder. Bu adeta tabiat yasaları gibi değişmez bir yasadır. Yaratıcının yeryüzüne koyduğu bir kaidedir. Bir sünnetullahtır. Bu yüzden kutsal kitabımızda “Oku! Rabbin kerem sahibidir.” (96/3) denilmektedir.
Kural açık ve basittir: Eğer okur, yazar, düşünür ve üretirsen nimetlere mazhar olursun, gelişirsin, mutlu ve huzurlu bir cemiyet kurarsın. Bunları yapmazsan yerinde sayarsın hatta geriye gidersin. Zira burada Yaratıcının başka bir sünneti/yasası devreye gider: Bir toplum kendini değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez (8/53). “Biz, insanın kaderini kendi çabasına bağladık.” (17/13) ya da “Allah, aklını kullanmayanları rezillik içinde bırakır.” (10/100).
(…)
Kısacası, Okumak ve yazmak, sıradanlaşmaya karşı direnmektir.
Okumak ve yazmak, hayatın karşısında seyirci olmaktan kurtulmaktır.
Okumak ve yazmak, yaşanmış serüvenlerin yoğunluğuyla ürpermektir.
Okumak ve yazmak, adalet, özgürlük, barış ve kardeşlik arayışını sürdürmektir.
Okumak ve yazmak, duymak, duyumsamak ve hissetmektir.
Okumak ve yazmak, metafizik esintilere ve entelektüel fırtınalara duçar olmaktır.
Okumak ve yazmak, tanımak, tanışmak, keşfetmek, öğrenmek, özgürleşmek, zenginleşmek, gelişmek, olmak ve olgunlaşmaktır...
Ahmed-i Hani, ayrıca, felsefe, edebiyat ve bilime kimsenin ilgi göstermemesini ve maddiyatın her şeyin ölçüsü hâline getirilmesini en merkezî insanî sorun olarak görür.
ÖZGÜRLÜKÇÜ PEDAGOJİDE MESLEK EĞİTİMİ
Kitleleri Savaşmadan Öldürmenin Yolu Olarak Eğitim!
Günümüzde eğitim, daha çok teknik ağırlıklı hale gelmiştir. İnsanlara bir şeyin niçin yapıldığını öğretmekten çok, nasıl yapılacağı öğretilmeye çalışılmaktadır. Bu yönüyle teknikleştirme, birey ve toplumları kimliksizleştirmenin önemli bir aracına dönüşmüştür. İkbal’in ifadesiyle ise, “kitleleri savaşmadan öldürmenin en etkili aracına”...
Meslek Eğitimi, Milli Eğitim Bünyesinden Çıkarılmalıdır
Türkiye, gerçekten bilgi çağını yakalamak, orta düzey sanayi, orta kalite eğitim ve orta düzey demokrasi olmaktan kurtulmak istiyorsa bir an önce ülkedeki bütün liseler akademik liselere dönüştürülmeli ve orta öğretim düzeyindeki meslek eğitimi milli eğitim bünyesinden çıkarılmalıdır. Milli eğitim sistemi tüm enerjisini çocuklarımızın ve gençlerimizin bedensel, zihinsel, duygusal ve entelektüel gelişimine hasretmelidir.
Meslek eğitimi ise ilgili işadamları, sektör temsilcileri, dernekler, odalar, sendikalar ve bakanlıklara devredilmelidir. Söz gelimi endüstri meslek liseleri sanayi bakanlığına ya da TOBB gibi ilgili kuruluşlara, tarım eğitimi tarım bakanlığına, sağlık eğitimi sağlık bakanlığına, imam-hatip eğitimi diyanet işleri başkanlığına, güzel sanatlar kültür bakanlığına, spor eğitimi spor bakanlığına ya da bu alanların ilgili kuruluşlarına devredilmelidir.
(…)
ÖZGÜRLÜKÇÜ PEDAGOJİDE ÖĞRETMENLİK
Bana Öğretmenini Söyle Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim
Aslında hepimiz birkaç öğretmenin çıktısıyız. Hz. Peygamber’in öğretmenliği olmasaydı, Musab b. Umeyr, o gencecik yaşında Medine’ye öğretmen olamayacaktı. Şeyh Edebalı olmasaydı, Osman Bey aynı Osman Bey olmayacaktı. Fatih’i Fatih yapan Akşemseddin’e öğrenci olmasıydı. İskender, hocası Aristo’ya; Aristo, hocası Eflatun’a; Eflatun, hocası Sokrates’e çok şey borçluydu. İskender’in babası II. Philip, “Oğlum İskender’in Aristo gibi bir hocayla aynı devirde yaşadığı için her gün Tanrı’ya şükrediyorum” derken kastettiği budur.
Temel İlke: İnsan Onuruna Saygı
Öğretmenliğin ilk şartı, insan onuruna saygı duymaktır. Mevlana, Fihi Mafih adlı eserinde, Hz. Peygamber döneminde geçen ve pedagoji tarihinin belki de en güzel anekdotu diyebileceğimiz bir olayı anlatır:
Bir gün, mescidin şadırvanında Hz. Hasan ve Hüseyin abdest almaktadırlar. Bu arada kardeşler yaşlı bir adamın da abdest almakta olduğunu, ancak yanlış aldığını görürler. Bunun üzerine, onu mahcup etmeden yanlışını düzeltmek için bir senaryo geliştirir ve uygulamaya koyarlar.
Yaşlı adamın yanına giderek; “Amcacığım, biz iki kardeş abdest alırken, aramızda hangimizin daha doğru ve güzel abdest aldığı hususunda tartışma çıktı ve bir türlü karar veremedik. Acaba rica etsek, bizi abdest alırken izleyip, hangimizin daha doğru abdest aldığını söyler misiniz.” derler. Adam kabul eder ve onları abdest alırken izler. Fakat onları izlerken abdestin doğru şeklini de muhataplarının niyetini de anlar. Bunun üzerine onlara hem yanlışını düzelttikleri hem de bunu çok ince bir yöntemle yapmaya kalkıştıkları için teşekkür eder ve abdestini yeniler.
Hz. Hasan ve Hüseyin’in gösterdiği bu nezaket ve hassasiyet bütün öğretmenlerimiz tarafından da gösterilmelidir. Öğrencilerimizi arkadaşlarının, ailesinin ve öğretmenlerinin yanında mahcup etmekten özellikle kaçınmalıyız. Nasıl ki kendimiz böyle bir duruma düşmek istemezsek onlar da istemezler. Bu yüzden “İnsan kişiliğine saygı her sosyal problemde, ama özellikle eğitimde bilgeliğin ilk koşuludur.” (B. Russell) denilmiştir.
Bilgi, Hayata Transfer Edilebiliyorsa Anlamlıdır
Milli Eğitim – YÖK ortaklığıyla gerçekleştirilen bir AB Projesi kapsamında tanıştığımız Gazi Üniversitesinden bir öğretim üyesi arkadaşımdan dinlemiştim.
“Günlerden bir gün, mezun olmak üzere olan Eğitim Fakültesi son sınıf öğrencilerine ilk yardım konusunda bir seminer vermem istenmişti. Program günü öğrencilerin karşısına çıktığımda daha konuşmanın başında bir şey dikkatimi çekmişti. Öğrenciler bu konuyu dinlemeye hiçte istekli görünmüyorlardı. Biz bu işleri biliyoruz havasındaydılar. Hatta bir öğrenci konuşmasıyla bunu belli etmişti. Açıkçası bu konuyu dinleme niyetinde değillerdi. Bunun üzerine az önce konuşan öğrenciye “Sen ilk yardımı biliyor musun? Mesela havale geçiren bir çocuğa nasıl müdahale edilir?” diye sordum. Bir an durakladıktan sonra “Hayır!” dedi, başka birine sordum o da “Hayır!” dedi. Kime sordumsa aynı cevabı aldım. Hiç bilen çıkmadı. Bunun üzerine;
“Bakın arkadaşlar” dedim, “havale geçiren çocuğun dili boğazına kaçar, nefes alma durur, bundan 5 saniye sonra beyne kan akışı durur, hemen sonra kılcal damarlar devre dışı kalır ve buna bağlı olarak kısmi felçler ve zekâ geriliği oluşur ve bu durum birkaç dakika devam ederse çocuk ölür. Bakın ilk yardımı bilmediğiniz için bir öğrenciniz öldü.”
Bunun üzerine sınıf pürdikkat benim ilk yardım hakkında anlatacaklarıma odaklandı. Zira bu bilgi onlar için anlamlı hâle gelmişti artık. Bu yüzden her öğretmen anlamlandırma stratejileri konusunda donanımlı olmalıdır.
Aynı arkadaşımın başından geçen benzer bir olay da şöyleydi;
“Ankara’da otobüsle Kavaklıdere güzergâhında giderken, araç yolcu almak için bir istasyonda durduğunda, birden yol kenarında babasının kucağında sarsılan bir çocuk gördüm. Çocuk kollarını geriye doğru atmış ve titriyordu. Havale geçirdiğini anlamıştım. Hemen otobüsten indim. Çocuğu babasından alıp yere yatırdım, ayaklarını yukarı tutturdum, boğazına kaçmaması için dilini öne çektim, dişlerinin arasına havlu koydum ve rahat nefes alabileceği şekilde başını yana döndürdüm. Çocuk az sonra kendine geldi ve hastaneye götürdüler. Babası bu çabamdan çok etkilenmişti. Bir ara “Bu iyiliğinin karşılığını nasıl öderim” dedi. Bunun üzerine ben, “Ben, bu işi bir şey karşılığı yapmadım, ancak sen iyi bir baba değilsin.” dedim. Adam şaşırmıştı, neden dercesine baktığında “Bakın beyefendi!” dedim. “Oğlunuz hasta, zaman zaman nöbet geçirdiğini biliyor olmalısınız, buna rağmen böyle bir durum karşısında ne yapacağınızı, nasıl davranacağınızı bilmiyorsunuz, belli ki öğrenme ihtiyacı duymamışsınız, oysa ihmaliniz yüzünden az daha çocuğunuz ölecekti.” dedim.
Açılmamış Kanatların Uzunluğu Bilinmez
Öğrenme yöntemi, parmak izi kadar kişiye özgüdür. Her öğrencinin öğrenme yöntemi farklı olabilir. Bir öğrenci, dinleyerek, diğeri görerek, bir diğeri yaparak daha etkili öğrenir. Howard Gardner tarafından geliştirilen “çoklu zekâ kuramı” bunu anlatır.
Bir öğrencinin öğrenme yöntemini ve baskın zekâ türünü tespit etmeye çalışmak radyoda frekans aramak gibidir. Nasıl ki düğmeyi çevirdikçe eninde sonunda seveceğiniz bir program buluyorsanız, öğrencilerinizi de yakından tanıdıkça, onları çoklu uyarıcılarla karşı karşıya bıraktıkça onları daha iyi tanır, öğrenme yöntemlerini, yetenek ve potansiyellerini daha iyi öğrenirsiniz.
“Açılmamış kanatların uzunluğu bilinmez.” şeklindeki Afrika atasözünde de ifade edildiği üzere öğrencilerimizin potansiyelini ortaya koyabileceği ortamlar oluşturmadıkça, onları farklı uyarıcılara muhatap kılmadıkça onlar kanatlarını açmayacak, potansiyellerini ortaya koyma fırsatı bulamayacaktır.
(…)
Öğretmeni Sevdiren Bilgisi Değil Davranışıdır
Çevresi tarafından sevilen insanlar bunu, bilgilerinden ziyade davranışlarına borçludurlar. Bu, öğretmenler için de geçerlidir. Mezun olmuş öğrencilere yıllar sonra hangi öğretmenlerinizi hatırlıyorsunuz diye sorulsa, ilk hatırlayacakları öğretmenler, çok büyük bir ihtimalle, öğrencileri için fedakârlık yapan, kendilerine vakit ayıran, sorunlarını çözmek için çaba harcayan, onlara adil davranan, hoşgörülü, sınıfta arkadaşları arasında onları mahcup etmeyen, notu bir silah olarak kullanmayan, ders sırasında anlattığı fıkra, hikâye ve hayatın içinden kesitlerle dersi çekici hale getiren öğretmenler olacaktır.
(…)
Dersini bitirip kaybolan değil, dersten sonra da öğrencilerine vakit ayıran, onların sorunlarıyla ilgilenen, varsa sorularını cevaplayan, başarı çizgisini takip edip bir düşme gördüğünde müdahale eden, odasına gelen öğrencilerine çay kahve ikram eden, harçlığı olmayan öğrencisine harçlık veren, acı ve sevinçli günlerinde yanlarında olan, her öğrencisine ayda bir de olsa beş on dakika zaman ayırabilen, sorunu olmasa bile onunla sohbet eden, konuşmaktan çok onu dinleyen, onların sosyokültürel etkinlikler yapmalarına ve çok yönlü gelişmelerine yardımcı olan eğitimcilere ne kadar da çok ihtiyacımız var.
(…)
“Muallimlik sanatı, milletin çocuklarına feda olmasını bilmektir. Bu fedakârlık, harpte kanını akıtmaktan daha değerlidir.” tespitinde bulunan merhum N. Topçu’nun kastettiği bu olsa gerektir.
Motivasyon Yoksa Başarı da yoktur
(…)
İşte taktir, teşvik ve motivasyon bu kadar önemlidir. O halde yapılması gereken şey daha az eleştiri daha çok takdir, teşvik ve motivasyon… Bütün öğretmenlerimiz, “kendini gerçekleştiren kehanet” olarak da adlandırılan bu teknikten sonuna kadar istifade etmelidir.
ÖĞRETMENLİK YAKLAŞIMLARI YA DA BİR TİPOLOJİ DENEMESİ
İdealist Öğretmen (Adanmış Öğretmen)
(…)
İdealist öğretmen, öğrencilerinin yararına olacak hiçbir fedakârlıktan kaçınmaz. Yolların çamurlu olması, ulaşımın kamyon ya da traktörle sağlanıyor olması, okulda elektrik ya da suyun olmaması onu yıldırmaz.
(…)
Bu öğretmen “daha iyi bir insan, daha erdemli bir toplum, daha özgür bir ülke ve daha anlamlı bir dünya” vizyonunu dava edinmiştir. Bu uğurda gecesini gündüzüne katıp çalışmaktan, çabalamaktan, emek vermekten bir an dahi geri durmaz.
İdealist öğretmen tartışmak, konuşmak ve şikâyet etmekten çok yaptığı işe odaklanır.
Akademik Öğretmen (Vizyoner Öğretmen)
Akademik öğretmen, konusuna hâkimdir ve mesleğine düşkündür. Geniş bir genel kültüre, sağlam bir bilgi birikimine ve entelektüel alt yapıya sahiptir.
(…)
Akademik öğretmen okumalarında seçicidir.
(…)
Akademik öğretmen elinde yetişen gençler, evrensel düşünceye, diyaloga ve demokratik değerlere açık, hoşgörülü, farklılıklara karşı saygılı, özgürlükçü, rasyonel düşünen ve gelişmeye açık gençler olarak yetişirler.
Misyoner Öğretmen (Misyon Odaklı Öğretmen)
Misyoner öğretmen, okul ve sınıf ortamını ve karşısında bulduğu yüzlerce öğrenciyi, sahip olduğu dünya görüşü ya da ideolojiyi onlara aktarma açısından bulunmaz bir fırsat olarak görür.
(…)
Misyon yaklaşımlı öğretmen genellikle okuyan bir öğretmen tipidir. Ancak bu okuma, çoğu zaman genel kültür ya da uzmanlık alanına yönelik olmayıp, daha çok kendi ideoloji ya da düşüncesine yönelik tek tip okumadır. Bu öğretmen, genellikle, resmi olarak bulunmak zorunda olduğu Milli Eğitim camiasının dışında, gönüllü olarak katıldığı ve duygusal bağlarla bağlı olduğu bir başka organizasyonun da üyesidir.
Tacir Öğretmen (Ticaret Yönelimli Öğretmen)
Bazen ekonomik şartların zorlaması, bazen de çok para kazanma isteği öğretmenlerimizin birçoğunu piyasanın içine çekmekte ve onları adeta esnaf öğretmen hâline dönüştürmektedir.
(…)
Bu, önemli oranda bizim insanımızın devleti her durumda sığınılacak bir kapı olarak görmesinden kaynaklanır. Çocuğun babayı bırakamaması gibi bir şeydir bu. Fakat bu durum bir taraftan öğrenciye, veliye ve okula olumsuz yansırken, diğer taraftan da, bu işe gerçekten ihtiyacı olan ve bu işi daha iyi yapabilecek çok sayıda genç öğretmenin işsiz kalmasına yol açar. Bu yüzden esas olan herkesin en iyi yapabileceği bir işte karar kılması ve o işe odaklanmasıdır.
Meşhur Öğretmen (Şöhret Yönelimli Öğretmen)
Bu öğretmen, kısmen başarılı bir öğretmen olmasından, daha çok da sürekli tribünleri dikkate almasından dolayı kendine iyi bir isim yapmıştır.
(…)
Aslında çoğu durumlarda gerçekten başarılıdır da bu öğretmen… Fakat bu öğretmeni harekete geçiren şey idealist ve akademik öğretmenlerde olduğu gibi görev bilinci ve sorumluluk duygusu değil, elde ettiği şöhreti sürdürme, ona gölge düşürmeme ve onu ticarileştirme isteğidir.
Mecbur Öğretmen (Mesai Yaklaşımlı Öğretmen)
Bu öğretmen, öğretmenliği, geçimini sağlamak için gerekli parayı kazanacağı bir iş olarak görür. Mesainin bitmesiyle birlikte öğretmenlik de biter. Bu öğretmen için, çocuk sevgisi, hizmet aşkı, akademik ve bilimsel kaygılar, ülkenin eğitim sorunları vb. şeyler pek bir anlam ifade etmez.
Mesai yaklaşımlı öğretmeni okulda tutan ve derslerine devam etmesini sağlayan temel saik, görev bilinci ve sorumluluk duygusundan ziyade yasal zorunluluk ve yönetimin denetlemesidir.
(…)
Mesai yaklaşımlı öğretmenin okul dışındaki temel uğrak yeri, kahvehane ya da oyun kulüpleridir. Bu yüzden, bu öğretmenlerin çoğu, daha çok boş zamana sahip oldukları için bu tür yerlerde oynanan kâğıt ve taş oyunlarında uzmandırlar.
Meftun Öğretmen (Hobi Yaklaşımlı Öğretmen)
Bu tip öğretmeni motive eden şey; eğitim vermek ya da insan yetiştirmekten çok öğretmenlik yapma duygusudur. Bunlar öğretmenliği, adeta bir hobi olarak görürler ve severek yaparlar. Bunların öğretmenlikten aldıkları haz, çocukların oyun oynamaktan aldıkları haz gibidir. Doğrusu, bunlar için öğretmenlik yapmak oyun oynamak gibi zevkli ve heyecan vericidir.
Mecnun’un Leyla’ya meftun olması misali bunlar da öğretmenliğe meftundur. Çoğu zaman bu işin karşılığında alınan para önemli değildir onlar için... Zaman zaman birçok öğretmen, ders süresini kısaltma eğilimine girerken, bu öğretmenler ders süresini olabildiğince uzatmaya çalışırlar. Zira bu heyecan verici oyunun bitmesini istemezler. Konfüçyus “Severek yapacağınız bir meslek seçerseniz, ömür boyu çalışmak zorunda kalmazsınız, zira severek yapılan iş çalışmak sayılmaz.” sözünü sanki bunlar için söylemiştir.
(…)
İlköğretim okulları için idealist, orta öğretim kurumları için hem idealist hem akademik, yüksek öğretim için ise özellikle akademik eğitimciler yetiştirmek, başta öğretmen yetiştirme sistemimiz olmak üzere hepimizin temel sorumluluklarından biri olmalıdır.
Arka Kapak Yazısı
Ezberlemekten çok keşfetme üzerine,
İtaatten çok özgürlük üzerine,
Cevap vermekten çok soru sorma üzerine,
Nasıldan çok niçin üzerine,
Geçmişten çok gelecek üzerine,
Tanımlamaktan çok tanıma üzerine,
Kişi ve olaylardan çok olgular üzerine,
Ne düşüneceğinden çok nasıl düşünüleceği üzerine,
Peşin kabullenmelerden çok eleştirel düşünme üzerine,
Konuşmaktan çok dinleme üzerine,
Tüketmekten çok üretme üzerine,
… ve hepsinden çok da
Adalet, özgürlük, barış ve kardeşlik üzerine yoğunlaşan ve
Birey olarak bir ağaç gibi tek ve hür,
Toplum olarak ise bir orman gibi kardeşçe olmayı başarabilen, fikri, vicdanı ve irfanı hür nesiller yetiştirmeye odaklanmış özgürlükçü, demokratik ve dayanışmacı bir eğitim...
(Prof. Dr. ) İbrahim GEZER Kimdir?
Mühendis, Akademisyen, Eğitimci, Sosyal ve Siyasal Girişimci
1965’te Malatya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Malatya’da; yükseköğrenimini Atatürk Üniversitesinde; Yüksek Lisansını Yüzüncü Yıl Üniversitesinde; Doktorasını ise Selçuk Üniversitesinde tamamladı. Post Doktora için TÜBİTAK bursuyla İngiltere’de bulundu.
İhtisas alanının yanı sıra Akademik ve Teknik Eğitim, Yönetim ve Organizasyon, Sivil Toplum ve Sosyal Girişimcilik, Ekonomik ve Sosyal Kalkınma gibi alanlarda çok sayıda proje yürüttü. 5 kitap, 15 araştırma raporu ve 100’ü aşkın araştırma makalesi yayımlandı.
2005 yılında bir grup arkadaşıyla birlikte kısa adı BİLSAM olan “Bilgi Yolu Eğitim, Kültür ve Sosyal Araştırmalar Merkezini” kurdu ve burada çok sayıda proje gerçekleştirdi. Bu kapsamda 2009’da “Kurtuba Akademi”; 2010’da “İbn-i Haldun Sosyal Araştırmalar Merkezi”; 2011’de “BİLSAM Yayınları”; 2015’de “BİLSAM Kültür”, 2017’de ise "Muhacir Akademi" ve “Dilkent Akademi”nin kuruluş çalışmalarını yürüttü.
Malatya kamuoyunun entelektüel gelişimine yaptığı katkılardan dolayı 2011 yılında İnönü Üniversitesi Senatosu tarafından “Üstün Hizmet Başarı Belgesi” ile ödüllendirildi.
2011 ve 2013 yıllarında iki kez Fırat Kalkınma Ajansı Kalkınma Kurulu Başkanlığı’na seçildi ve 4 yıl süren bu görevi sırasında ajans bölgesi olan Malatya, Elazığ, Tunceli ve Bingöl illerinde bölgesel kalkınmaya katkı amaçlı çok sayıda proje gerçekleştirdi.
İnönü Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Makine Mühendisliği Bölümünde öğretim üyeliği yapan Gezer, evli ve iki çocuk babasıdır.
Lübnan sınırında ilk sıcak temas
02.10.2024
Tel Aviv'de operasyon
01.10.2024
İran, İsrail'i Vurdu
01.10.2024
Husiler, ABD SİHA'sını düşürdü
01.10.2024
Tebaa ve İtizalciler | Muharrem Balcı
11.09.2024
Allah Var! Gam Yok! AHMET SEMİH TORUN 01.10.2024
my body my decision MUSTAFA AKMEŞE 03.10.2024
İktidar ve Toplum YUSUF YAVUZYILMAZ 05.10.2024
MUHAFAZAKÂRLIK MEHMET YAVUZ AY 12.09.2024
SEVGİLİ AYŞENUR MÜSAADEN OLURSA… ESRA DURU 12.09.2024