‘fare tekerleğinde’ gibiyiz biliyorsunuz
değil mi?
gündelik hayatta
bir çekirdeği bile doldurmayan telaşlarımız var.
sürekli bizi bir sonuca ulaştıracak şeyin peşinde gibiyiz
ufukta bir son hiç olmuyor.
biri bitiyor sonra bir başkası geliyor arkasından
çok isteyip de ulaşılan
sahip olduğumuz an itibariyle eskiyor ve gözlerimiz yeni olan ne varsa oraya çeviriyoruz
dolu dolu yaşanacak 'an'ı,
hiç yaşanmayacak olana erteliyor
sanki bir şeyler pır pır uçup gidecek gibi "titrek" bakıyoruz hayata
buna da ‘kaygı’ diyorlar.
geleceğin 'bilinmezini' satın almak için
yaşanan 'an'dan vazgeçmek işte.
zamane hastalığı.
hayır hayır (!) derdim ‘kaygı’ anlatmak değil
diyeceğim başka;
kurguladığımız hayatın yükü sadece kendimize ait olsa tutacak bir yer bulurdum.
ama öyle değil be dost.
kaygılarımız
sadece bizi dipsiz kör kuyulara çekmiyor.
hemen yanı başımızda kim varsa 'can' olarak
onu da sürüklüyor kendiyle birlikte.
uzakta olana kırmak, güç yetirmek cesaret istiyor.
dışarda olanın hayatına karşı mesafeli duruyoruz, sonuçta yabancı işte
oysa sevdiğimiz insanları
yani bizden bir parçayı çok 'kolay' görüyoruz.
üzerinde “tanrıcılık!’’ oynadığımız 'kişilikler' olarak görme hakkını kendimizde buluyor
kendi telaşlarımıza, korkularımıza, kaygılarımıza ortak ediyoruz.
çocuklar …
çocuklarımız!
bizden bir parça olanı bizim zannetmek,
'mal' gibi sanki.
dilediğince kullanacağınız,
üzerinde tasarruf yapacağınız 'şeyler' oluveriyor birden.
'şey’ olmak varya! evet ‘şey’ işte
'sahibi' olduğumuz zannı öylesine hoyrat yapıyor ki insanı
hem de en sevgiliye karşı.
ebeveynleri olmayı,
onların hayatında bizi tek söz sahibi yapma yetkisini veriyor diye
biz o yetkiyi
kendi kaygılarımıza boğarak harcıyoruz(!)
çünkü onları sahibi olduğumuz bir ‘nesne’ gibi tarif ediyor öyle bakıyoruz.
mustafa tuna'nın demesiyle;
"biz iyi anneler ve iyi babalar ve iyi ebeveynler
o tüm tanrısal sezgilerle kurarız geleceği.
tiksinç bir tuzak kurmak için tanrıyla karşı karşıya geliriz.
şimdi çocuğumu ve karımı ya da kocamı planlıyorum ey tanrı!
biraz sevgi ve yoktan sezgilerim yeterli."
sonra ,
acısı çok, iyileşmesi zor kalıcı yaralar açıyoruz
küçücük bedenlerine, ruhlarına...
derler ki;
‘bir kuş kanadı kırıldı diye ölmez.
ama kanadı kırıldı diye kahrından ölür.’
kendi hikayesini yaşamak için hiç bir zaman uçamayacak
ellerimizle kanatlarını kırdığımız (!) çocuklar yetiştiriyoruz.
böylesi bir 'acıya' ne desem, nasıl tarif etsem bilmiyorum ki?
bencillik dediğimiz,
'kişinin istediği gibi yaşaması değil,
bencillik, başkalarından sizin istediğiniz gibi yaşamalarını istemektir'
çocuklarımız olunca bu bencillik olmuyormuş!
ah ki ah!
ve bizler çocuklarımıza kendi korkularımızı kaygılarımızı,
bire bir taşınmaz yük olarak aktarırken zayıf omuzlarına
bencilliğin dik alasını yapıyoruz.
adına da ‘sevgi’ koyunca örtüyoruz örtülecek ne varsa işte.
bildiniz siz .
bazı büyük ebeveynlerin torunlarına olan düşkünlüğü
sakın(!) çocuklarından esirgediği 'şeyler' nedeniyle duyulan 'vicdan' olmasın?
ben bilmem…!
şu kadarını söyleyeyim gerisi malum zaten;
kabuk olana dikkat kesiliyoruz. kabuk!
çocuklar cilalı gösterişli olan ne varsa ilerde üzerlerinde taşısınlar diye
bir ömrü çalacak
hedefler koyuyor ve uğraşlardan edindiriyoruz.
prestij mi diyorlardı!
tam da o işte.
prestijli bir işi, görüntüsü, alıcısı olan ne varsa taşısın üzerinde, saçsın ortalığa diye koşturtuyor ve
haşa! Allah'ı da işimize ortak(!) edecek dualara katıyoruz.
‘yarabbi 6'lı ganyanda atım kazansın’ diyen
'şaşkın adam' misali
bakmayın öyle(!)
kandırmayalım birbirimizi, bizim telaşımıza bakıp
neyin hayati önemli olduğunu çocuklar hissederler.
araya sıkıştırılan din, ahlak, insanlık, adamlık(!) falan
neyse onlar işte
inanın garnitür mesafesinde kalıyor çocukların gözlerinde...
'eğitim' adına verilene bakar mısınız?
kaldırın başlarınızı.
lütfen,
tam da gözlerinin içine bakın çocuklarınızın
yaralı bir kuş misali hepsi…
kendi kaygılarımızı üzerlerine boca ettiğimiz çocuklar boğuluyor.
ve yardım isteyen çocuklara
kolunu burkarak!
hala 'disiplin ve terbiye' diye tutturmaktan bahsediyorum, tam bir rahatsızlık!
mazeretler hazır biliyorum;
'şimdi sıksın dişini ilerde rahata erer.'
vah ki vah!
ilerde rahata erecek iç dünyasında
bir 'duygu'
bir ‘kalp’ bulursa eğer
etsinler bakalım.
ey yolcu
öyle işte…
anlamadım!
‘prestij’ mi dediniz?
Not; yazılarımın, dilediğiniz kısmı dahil, dilediğiniz şekilde dostlarınıza ikram etmeye açıktır.
Devlet mevzuuna giriş|Sait Alioğlu
26.03.2024
SÖMÜRGECİLİKTEN KÜRESELLEŞMEYE |Noam Chomsky
24.03.2024
BU UTANÇ BİZ MÜSLÜMANLARINDIR|MUSTAFA DOĞU
26.03.2024
Seviyesiz siyasetin gölgesinde seçimler
24.03.2024
Süleyman Arslantaş ile Derkenar
14.03.2024
FİLİSTİN CEPHESİNDE NİLİ CASUSLARI
04.03.2024
DİYARBEKİR ANNELERİ FERMAN KARAÇAM 22.03.2024
EBU UBEYDE'NİN YALNIZLIĞI KADİR ÇİÇEK 24.03.2024
DİYARBEKİR ANNELERİ FERMAN KARAÇAM 22.03.2024