metrika yandex
  • $32.48
  • 34.73
  • GA18240

Arayış

KADİR ÇİÇEK
29.10.2022

 

Zaman geçtikçe insanlar değişiyor. Zaman her ilerlediğinde bu değişim de hız kazanıyor. Bir yandan insanlar düşüncelerini değiştiriyor; diğer yandan düşüncelerinde meydana gelen değişim onların hayatlarındaki eylemlerin yönünü ve amacını değiştiriyor. Aklın ve kalbin yöneldiği yön, zihnin bir anlamda anlayış ve düşünüş biçimini etkiliyor. Bu da kişinin davranışlarındaki rengin değişimini doğuruyor.

İnsan sosyal bir varlıktır. İçinde bulunduğu yerin rengini alan veya bulunduğu yere rengini verebilen amaçsal ve düşünsel varlıktır insan. Toplumsal değişimin nedenini öğrenmenin yolu, insanın meşguliyetlerini bilmekten geçer. Bir toplum ne ile meşgul ise o yönde değişim veya ilerleme kaydeder. Zihin meşgul olduğunu hayatına taşımak zorundadır. Bir bakıma zihin, davranışlarına yön veren birikim ve tercihlerin kabul edildiği alandır.

Toplum olarak uğraş dünyamız, genel olarak zamanın içinde kaybolmaya endekslidir. Zamanda zihni oyalayan çok malayani uğraşlar insanı çektikçe çekmekte, bu yolculuğu olabildiğince uzatmakta ve toparlayıcı olmaktan oldukça uzaklaştırmaktadır. İnsan, artık düşünmeyi ve değerler üzerine anlam inşa etmeyi yük olarak görüyor. Bu yüzden insanın uğraş yönü, kayda değer olmaktan çok uzak olan meşguliyetler alanlarıdır. Burada gerçeklikten soyutlanmış bir dünyanın bireyi olarak nefes almak onu derin oyalamaların esiri haline getirmekte. Düşünmek, tefekkür etmek, anlam üzerine hayat inşa etmek ve bakıştaki derin kavrayışa talip olmak onun için sadece yüktür. Bu yüklerin altında ezilmesi bir taraftan onun hoşuna giderken, diğer yandan uykularını uzattıkça uzatmaktadır. Daldığı bu dünyada her şeyden önce oyalanmak, onun için temel gayedir. Yanı sıra gafletin rüzgarları burada bir elin durmadan çağırması gibi esmekte, insanî ilişki ve değerleri durmadan baltalamakta, satır aralarında yozlaşmış tohumları bombardıman niteliğinde saçmaktadır. Bu dünyada fikirlere yer yoktur. Tefekküre, şükre, kendini hesaba çekmeye, insanlığa el uzatmaya yer yoktur. Bu dünya yoksula bütün kapılarını kapatmıştır. İlkesizlik, savurganlık, sınırsızlık, cinsiyetsizlik, haddi aşmak, hakaret etmek, değersizleştirmek, tüketmek... bu dünyanın temel kolonlarıdır. İnsanlar zamanın erittiği buz gibi erimekte, çürümeye terk edilen bir nesne gibi çürümektedir. Ancak buradaki temel nokta, insanların bu kayıplar dünyasında olduklarının bilincine varamamalarıdır.

İnsanlar, kendilerini yetiştiren ilkeleri terk ederek eğlendiren, geçiciliğe sürükleyen, oyalayan yanılgılara tutunmayı tercih eder hale geldiler. Kısacık ömrü temiz anlar ile doldurmak yerine, ömrünü kirleten anlara teslim ederek heba etmektedir. Zaman, bir taraftan insanı sona yaklaştırırken, diğer taraftan ömrün verimli döneminin son demlerini haber vermekte. İnsan buna rağmen hayra dönük bütün kapılarını kapatıyor, inatçılık ideolojisi üzerine hayatını sürdürmede direniyor. Haddi aşan eylemler ve şüpheyi yaymak için çabalayan düşünceler ekseninde kıvranmayı insan, ne yazık ki hüner zannediyor.

İnsanlar kendi elleriyle sömürüye çıkan yolların müptelası olmakta. Kendi elleriyle kendilerini ve evlerini gayesiz ve kirli olanın istilasına sunmakta. Ölü toprağı diriltici seslerden uzaklaşmakta, bu ilkeleri yük olarak telakki etmektedir. İnsan belki bu yüzdendir ki kör alanlarını ve hüsran rüzgarlarını giderek çoğaltıyor. Yürekleri teskin eden düşünceden uzaklaşmakla kalabalıklar içinde kaybolmaktan kurtulabilir mi insan? Sonu gelmek zorunda olan bir ömrü ne diye harabeye çevirir insan? Hangi yaşantı, ilkeleri ayaklar altına alınacak kadar değerli? İnsan gerçekten karmaşık bir varlık. Zihni karmaşık olunca hayatı karanlıklara dönen insan, toparlanmayı erteledikçe hezeyanları da bitmek bilmeyecektir. Uğraş alanlarını bataklığın kenarlarında verdikçe yüzünde acının izleri ebediliğini koruyacaktır.

Bugün, bizleri meşgul eden şeyler, evimize çay saatlerinde, yemek vakitlerinde davet yoluyla gelen ve tahrip gücü yüksek olan etkenlerdir. Zihinlerimize durmadan buyruklar savuran, nasıl yaşamamız, nasıl giyinmemiz, nasıl konuşmamız, nasıl düşünmemiz hatta nasıl yememiz gerektiğine dair emirler buyuran bir televizyon hegemonyası altında yaşıyoruz. Zihnimizi esir aldığı için ellerimizin bir türlü kapatmaya uzanamadığı oyalanmalar ve aldatmacalar dünyasına açılan otoriter bir emir gibi televizyon. Hepimiz, elimizin altında anlık yönelişimizle yok olabildiğini zannediyoruz bu dünyanın. Oysa kalpleri perdeleyen, zihinleri bulanıklaştıran bir etkinin altında olduğumuzu idrak edemiyoruz. Sanıyoruz ki her şey bir anlık izlenmeden ve kumandayı kapatmaktan ibaret. Sanıyoruz ki bütün olumsuzluklar telefonun ekranını kapatmakla son bulacak. Oysa keyifle yöneldiğimizin bizim iç dünyamızı köreltmek, oraya kötülük nefesini salgılamak amacında olduğu gerçeği var ortada. O kadar rahatız ki bütün bu işgale ailecek katılmak oldukça hoşumuza gidiyor. Bu mesguliyetimizden neşet eden huysuz, huzursuz, doyumsuz, anlamsız hayatlar, her yanımızı esir alarak kısır döngüye dönüşmekte ve bizi kendimizden soyutlamaktadır.

Gittikçe daha çok materyalistleşiyoruz. Soyut durumdaki değerlerimiz ile hayata bakmayı terk etmiş durumdayız. Artık ulaşmak ve bitirmek tek hedefimiz olmuş durumda. Dokunarak, sahip olarak, görerek mutluluğu yakalamaya çalışıyoruz. Eksik taraflarımızın yalnızca maddiyatı ele geçirerek giderileceğine dair bir anlayış benliğimizi sarıyor. Oysa çok yanılıyoruz. İnsan sadece bedeni alandan müteşekkil değildir. Onun aynı zamanda acıyı, sevgiyi, paylaşmayı, mutluluğu taşıyan ve tanımlayan bir kalbi; kalbin huzuru veya huzursuzluğu üzerinden anlam kazanan bir ruhu vardır. Ve ruhun yalnızlaşması hâli, insanın ömrünün bataklıkta çırpınması hâlidir. Ruhun acılar içinde kıvranması, insanın mutluluktan uzaklaşmasıdır. Ömrün hüsranlar biriktirmesi, tam anlamıyla kalbin yalnızlık dünyasına terk edilmesi, dolayısıyla ruhun uçurumlara maruz bırakılmasıdır.

Aslında bile bile ve yaşadıklarımızın bizde bıraktığı izlerin acısını hissettiğimiz halde meşguliyetlerimizin yönünü doğruya ve hakikate çevirmeyi kendimize eziyet olarak kabul ediyoruz. "Kalplerin ancak Allah'ı anmakla mutmain, teskin ve mutlu olacağı" gerçeğini yaşadıklarımızın vermiş olduğu sıkıntılara rağmen unutuyor veya görmezlikten geliyoruz.

İnsanın karnı acıktığı zaman onu doyurmanın yollarını arar. Çünkü açlık insana eziyettir. Açlığın vermiş olduğu sıkıntı sağlıklı düşünmenin önünde büyük bir engeldir. Dahası açlık, yanlış gıdalarla giderilmeye çalışıldığı zaman tam anlamıyla çöküş yaşanır. Metabolizma bir süre sonra zararlı ve yanlış beslenme sonucu iflas edebilir ki bu da ölüm getirir. Bu, insanın maddi yönünün açlık çekmesi ve neticeleridir. İnsanın bir de manevi yönünün çektiği açlık var. İnsan kalbini ve ruhunu sürekli beslemek zorunda. Ruhun ve kalbin beslenmeden mahrum bırakılması tek kelimeyle "zaman içinde hüsranın" insanın tüm hayatı ve benliğini sarması, kuşatması gerçeğini doğurur. Ruhun çekmiş olduğu eziyet, insanın hayatında somut bir şekilde hissettiği veya gördüğü mutsuzluk ve huzursuzluğun ta kendisidir. Kalp doyurulmaya muhtaçtır. Kabul edilsin veya edilmesin, Allah'ın yaratmış olduğu insan, ancak Allah'a yakınlaşmak ile saadeti elde edebilir. Allah'tan uzaklaşan yürek, insan için felaketler yumağı meydana getirir. İnsanlığın bugün içinde bulunduğu durum, Allah'ın yok sayıldığı veya bertaraf edildiği eylemlerin çepeçevre sarmış olduğu yaşantıların çokluğu sebebiyledir. Eğer karnın acıkması gerçeğini kabul ediyorsak, ruhun da doyurulması gerektiği gerçeğini kabul etmemiz gerekir. Zira insan, bazen tarif etmekte zorlandığı ruh halinden kaynaklı mutmainlik veya eziyetlerin varlığı ile karşı karşıya kalmakta. Böyle durumlarda saadetin vermiş olduğu mutluluk ile kaosun verdiği sıkıntıları içselleştirme durumuyla yüzleşme kaçınılmazdır. Yanlış alanlardan ve sahte kaynaklardan beslenmek, iç huzursuzluk illetini hayatımızın ayrılmaz parçasına dönüştürecek ve iç dünyamızı kemirerek bütün lezzetlerin tadını kaçıracaktır.

Mutlu olmayı pahalı eşya almakta aramak veya gösteriş dünyasında "ben de varım" dercesine tüketme sevdasına tutulmak ruhu ihmal etmektir. Kalbi Allah'ı hatırlamaktan ve anmaktan mahrum etmek, eşyaya müptela olmaktır. Gönlünü eşyaya kaptıran insanda, elde edilen bütün mutlulukların sahte olduğu gerçeği er ya da geç belirecektir. Mesguliyetimizin yönü modaya, sanal aleme ve televizyon hegemonyasının çekici ve israf kokulu alanına dönük olduğu sürece, huzuru başkasına özenmekte ve hayatımızı harcamaya endeksli ayarlamalarda arar dururuz. Bu da boşa kürek çekmektir.

Amaçtan mahrum olmak, tam da yanlış hayatları kendi hayatına giydirmeye çalışmaktır. Zaman akmakta ve insan ısrarla hüsrana açılan kapıları mutluluk kapısı sanmakla ömür tükemekte. Kendi temel değerlerimizi terk ederek aramaya ve elde etmeye çalıştığımız huzurun, aslında hastalığımıza yanlış tedavi uygulayarak çare bulmaya çalışmak demek olduğunu anlamamız gerekir. Bu yolda atılacak gerçekçi ve kalbi doyurucu nitelikteki adımlar, özümüze dönmeyi sağlayacaktır. Böylece ilkeler kılavuzluğunda çıkılan yolun, bizi Allah'a yönelten ve yaklaştıran yol olduğunu anlamış olacağız.

Bir kez daha hatırlatmakta fayda var;

"Kalpler ancak Allah'ı anmakla mutmain olur."

Körler dünyasında yaşam sürmek, kalbini çöküşe sürüklemektir. Körlük, Allah'tan bağımsız yaşamaktır. Ve "gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler kör olur." Bu hakikati tüm hücrelerimize benimsetmeli, ona göre eylemlerimizi gereksiz meşguliyetler sarmalından kurtarmalıyız.

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş