metrika yandex
  • $41.96
  • 48.87
  • GA38760

Haberler / Kültür - Sanat

KARA AYİN / APOKALİPTİK DİN VE ÜTOPYANIN ÖLÜMÜ

01.06.2018

KİTAP ÖZETİ

KARA AYİN / APOKALİPTİK DİN VE ÜTOPYANIN ÖLÜMÜ

JOHN  GRAY

YKY Yayınları, İstanbul, Mayıs 2013

I.

ÜTOPYANIN ÖLÜMÜ

Modern siyaset din tarihinden bir kesittir. Son iki yüz yıllık tarihin büyük bölümüne biçim veren önemli devrimci  ayaklanmalar inanç tarihine ait olaylardı – Hıristiyanlık’ın uzun dağılma sürecinin ve modern siyaset dininin yükselişinin dönüm noktaları. Yeni binyılın başında kendimizi içinde bulduğumuz dünyaya ütopyacı projeler enkazı yığılmıştır. Bu projeler dinin gerçekliğini yadsıyan seküler bir çerçeve içinde olmakla birlikte aslında dinsel mitlerin aracıydılar.

Komünizm ve Nazizm bilime dayandıkları iddiasındaydılar; komünizm örneğinde bu, sözde tarihsel maddecilik bilimi, Nazizmde ise “bilimsel ırkçılık” karmasıydı. Bu iddialar sahteydi ama sözde bilim, totalitarizmin Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sonuçlanan çöküşüyle birlikte yürürlükten kalkmadı. Dünyanın tek bir yönetim biçimi ve ekonomik düzende –evrensel demokrasi ya da küresel serbest piyasa- birleşeceğini öne süren yeni muhafazakâr kuramlarda varlığını sürdürdü. İnsanlığın yeni bir çağın eşiğinde olduğu yolundaki bu inanç, her ne kadar sosyal bilimler kisvesi altında sunulduysa da, basbayağı çok eski çağlara dayanan apokaliptik inançların en son biçimiydi. (s. 11)

(…) Ortaçağ’da Avrupa tarihin sonlanmakta ve yeni bir dünyanın doğmakta olduğu inancının esin verdiği kitlesel hareketlerle sarsıldı. Bu Ortaçağ Hıristiyanları yeni dünyayı yalnızca Tanrı’nın var edebileceğine inanıyorlardı ama Ahir Zaman inancı Hıristiyanlığın gerilemeye başlamasıyla birlikte silinip gitmedi. Tersine, Hıristiyanlık’ın sönükleşmesiyle birlikte Ahir Zaman’ın yakın olduğu umudu iyice pekişti ve militanlaştı. Fransız Jakobenler ve Rus Bolşevikler gibi modern devrimciler geleneksel dinden nefret ediyorlardı ama geçmişteki suç ve budalalıkların insan yaşamının kapsamlı bir dönüşümüyle birlikte geride bırakılabileceği yolundaki kanıları ilk Hıristiyan inançlarının seküler bir ruhgöçüydü. Bu modern devrimciler dinin yerini bilimsel bir dünya görüşüne bırakmasını amaçlayan Aydınlanma düşüncesinin sıkı savunucusuydular. Yine de, tarihsel akışın ani bir kesintiye uğrayabileceği ve bunun sonrasında insan toplumundaki kusurların ilelebet ortadan kalkacağı yönündeki köktenci Aydınlanma inancı Hıristiyanlık’ın bir yan ürünüdür.

Son yüzyılların Aydınlanma ideolojileri büyük ölçüde dinbilimden saçıldı. Son yüzyılın tarihi, Sağ ve Sol’daki Ortodoks görüşlülerin düşünmeyi yeğledikleri gibi, seküler bir ilerleme öyküsü değildir. Bolşeviklerin ve Nazilerin iktidarı ele geçirmeleri Ayetullah Humeyni’nin İran’daki din-erkil başkaldırısı kadar inanca dayalı ayaklanmalardır. Tarihte dönüştürücü bir olay olarak devrim düşüncesini dine borçluyuz. Modern devrimci hareketler dinin başka araçlarla bir devamıdır.

Dinsel inançların seküler biçimlerine bağlı kalanlar devrimcilerden ibaret değildir. İlerlemeyi yavaş ve aşamalı bir mücadele olarak gören liberal hümanistler de bunlara bağlı kalmıştır. Dünyanın sona ermekte olduğu inancıyla adım adım ilerlemeye duyulan inanç birbirine karşıtmış gibi görünebilir –biri, dünyanın yıkılmasını beklerken, diğeri, düzelmesini beklemektedir- ama temelde birbirinden çok farklı değildirler. (s.12) Bir ilerleme kuramı, ister parça parça bir değişimin, ister devrimci bir dönüşümün üzerinde dursun, bilimsel bir varsayım değildir; insanın anlam gereksinmesini yanıtlayan bir mittir.

(…) Modern çağdaki seküler terör Hıristiyanlık’a tarihi boyunca eşlik etmiş olan şiddetin mutasyona uğramış bir biçimidir. (…) İlk Hıristiyanların Apokalips mitleri, bilimsel bir kılıkta, inanca dayalı yeni bir şiddet türünü doğurdu.

Evrensel demokrasi projesi Irak’ın kana bulanmış sokaklarında son bulduğunda, bu model tersine çevrildi. Ütopyacılık ağır bir darbe yediyse de siyaset ve savaş birer mit aracı olmaktan çıkmadı. (…) Din, canlandığı her yerde, Yeryüzü’nün azalan doğal kaynaklarına yönelik yoğun savaş da içinde olmak üzere siyasî anlaşmazlıklarla iç içe geçmiştir; ancak, dinin bir kez daha başlı başına bir güç olduğu su götürmez. (s. 13)

Apokaliptik Politikalar

(…) Günlük dilde “apokaliptik” sözü bir felaketi ifade eder ama kutsal kitap dilinde bildirmek anlamındaki Yunanca bir sözcükten gelir; apokalips, göğe yazılmış sırların zamanın sonu geldiğinde açığa çıktığı bir vahiydir ve Seçilmişler açısından bunun anlamı felaket değil, kurtuluştur. Eskatologya sonuncu şeylere ve dünyanın sonuna ilişkin bir öğretidir. (Yunancada eschatos “sonuncu” ya da “en uzak” demektir). (…) Ortaçağ binyılcılığını ve seküler binyılcı hareketleri apokaliptik inancın olumlu bir biçimi körükledi : Dünyadaki kötülüklerin sonsuza dek ortadan kaybolacağı bir Ahir Zaman beklentisi. (s.15)

(…) Binyılcı hareketler Hıristiyan Batı’yla sınırlı olmayabilir.

(…) Jakobenizm, Bolşevizm ya da Nazizm gibi modern siyasal dinler binyılcı inanışları bilim olarak yeniden oluşturdular. Basit bir Batı uygarlığı tanımı yapmak mümkünse eğer, bunun binyılcı düşüncenin önemli rolüyle ilgili olarak ifade edilmesi gerekecektir. (s. 16)

(…) Çağdaş tarih bilimi İsa’nın heterodoks bir karizmatik Yahudilik akımının üyesi olduğunu makul bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde göstermiştir.(s.17)

(…) Başlangıçta yalnızca diğer Yahudilere yönelik bir ileti olan İsa’nın öğretisi eski dünyanın sona ermekte ve yeni bir krallığın kurulmakta olduğu yolundaydı. Yeryüzü meyveleri sınırsız bir bollukta olacaktı. Yeni krallığın  sakinleri –yeniden yaşama döndürülecek erdemli ölüler de içinde olmak üzere- fiziksel ve ruhsal hastalıklardan kurtulacaklardı. Yozlaşmanın olmadığı yeni bir dünyada yaşayarak ölümsüz olacaklardı. İsa bu yeni krallığı duyurmak ve yönetmek üzere gönderilmişti. İsa’nın etik öğretisinde özgün ve dikkat çekici birçok şey vardır. Diğer Yahudi peygamberlerin yapmış oldukları gibi zayıf ve güçsüzleri savunmakla kalmamış, toplum dışına itilmiş kimselere de kucak açmıştı. Bununla birlikte, yeni bir krallığın hazırda olduğu inancı onun iletisinin can damarıydı ve müritlerince de öyle kabul edildi. Yeni krallık gelmedi, İsa tutuklandı ve Romalılarca idam edildi. Hıristiyanlık tarihi kurucu nitelikteki bu eskatolojik düşkırıklığı deneyimiyle baş etmeye yönelik bir dizi girişimdir. (s.18)

(…) İsa hareketini muhalif bir Yahudi mezhebinden evrensel bir dine dönüştüren kişi herkesten çok Paulus’tur; Tarsuslu Saul diye de anılan Helenleştirilmiş bir Yahudiydi. (…) Aziz Augustinus (İS 354-430), İsa ve müritlerini harekete geçiren eskatolojik umutları etkisiz kılmaya yönelik daha dizgesel bir uğraş verdi. (…) Augustinus insanın giderilmesi olanaksız bir biçimde kusurlu olduğuna inanıyordu ve bu ilk günah öğretisi Hıristiyan Ortodoksluğun temel ilkesi oldu.

(…) Augustinus Hıristiyan inancını yeniden formüle ederken Platonculuğun da büyük etkisi altında kaldı. (…) Augustinus Hıristiyanlık’a aynı zamanda Dünya Devleti ve Tanrı Devleti arasında kategorik bir ayrım düşüncesini de getirdi. İnsan yaşamı ilk günahla damgalandığından, iki kent asla bir olamaz. İnsanın cennetten kovuluşundan bu yana kötülük her insanın yüreğinde iş başındadır; bu dünyada alt edilmesi olanaksızdır. Bu öğreti Hıristiyanlık’a hiçbir zaman bütün bütüne yitirmediği anti-ütopyacı bir eğilim kazandırdı ve Hıristiyanları insana dair meselelerde temel bir değişiklik beklentisinde (s.19) olan herkesin yaşadığı düş kırıklığından kurtardı. Kötülüğün ortadan kaldırılabileceği inancı, ki Ortaçağ binyılcılarına esin vermiş ve Bush yönetiminde yeniden su üzerine çıkmıştır, Augustinusçu açıdan hiç Ortodoks değildir. (…) Batı tarihi boyunca yinelenen binyılcılık salgınları Hıristiyanlık’ın köklerine heretik bir dönüştür.

(…) Efes Konsili’nin 431’de binyılcılığı (millennialism) mahkum etmesiyle birlikte Kilise bu Augustinusçu görüşü benimsediyse de, bu İsa’yı esinlemiş olan inançlara geri dönen binyılcı (chiliastic) hareketlerin patlak vermesine engel olmadı. Binyılcılığın Kilise’deki rolüne de son vermedi. On ikinci yüzyılda Fiore’li Joachim (1132-1202) Augustinus’un teolojisini tersine çevirdi. Kutsal yazılardan içrek bir anlam çıkardığına inanarak –Kutsal Topraklar’daki seyahati sırasında bir tür tinsel aydınlanma yaşamış bir Sistersiyen tarikatı başkeşişiydi- Hıristiyan Üçleme öğretisini insanlığın üç evreden geçerek yükseldiği bir tarih felsefesine dönüştürdü. (s.20)

(…) Tarihin alışılmış üç evreye bölünmesi –Antikçağ, Ortaçağ ve Modern Çağ – Joachimci düzenlemeyi yineler. (s.21)

(…) Gnostisizm terimi bilgi anlamındaki Yunanca gnosis sözcüğünden geliyor ve Hıristiyan inancının neredeyse her bakımdan tartışıldığı ilk Hıristiyanlık döneminin çalkantılı dünyasında Gnostikler yalnızca bir tür içrek tinsel anlayışa sahip olanların –belki sayılı insanın – kurtulacağı ve bunun bu dünyadaki fiziksel  bir ölümsüzlükten değil, insan bedeninden ve maddî dünyadan kurtulmaktan oluştuğu inancını temsil ediyorlardı. (…) Gnostisizm’in bir çeşidinin Katharcılar arasında yeniden ortaya çıktığı anlaşılıyor. Katharcılar on ikinci yüzyıl Fransa’sında Papa III. İnnocentius onlara karşı bir haçlı seferi başlatıncaya ve (yarım milyon dolayında insanın öldürüldüğü kırk yıllık bir savaştan sonra) tarihten neredeyse silininceye dek varlık gösterdiler. Bununla birlikte, Gnostisizm ortadan kalkmadı. (…) Martin Heiddegger’in felsefesi de içinde olmak üzere beklenmedik birçok kılıkta ortaya çıkarak kendini yeniden yarattı. (s. 23)

Ütopyanın Doğuşu

Ütopya her zaman devrimci ya da açıktan açığa siyasî bir düşünce bile olmamıştır. Kusursuz bir toplum düşüncesi birçok kültürde ve tarihin büyük bölümünde insanlığın aklını meşgul etmiştir; ama bu gerçekleştirilebilir bir geleceği görür gibi olmaktan çok yitik bir cennetin anısı olarak yorumlanmıştır. (s. 27)

(…) İnsanın düşleri gerçekleşmiş olsaydı, sonuç, boşa çıkmış her ütopyadan daha kötü olurdu. (…) Ütopyalar toplu kurtuluş düşleridir ve uyanıkken birer karabasan oldukları görülür. (s. 30)

(…) Birçok modern düşünür tarihi iyiyle kötü arasındaki bir savaş olarak görmekten kaçınmaya çalışmıştır.

(…) İnsan yanlış yapmayı neden bu kadar seviyor? Neden bilgideki artıştan yeniden zorbalıklar kurmakta ve daha yıkıcı savaşlar açmakta yararlanılıyor? Aydınlanma düşünürleri bu soruları yanıtlamaya çalışırken tarihin aydınlıkla karanlık arasında bir savaş olduğu görüşüne kapılmaktan kendilerini alamazlar. (s. 39)

(…) Yirminci yüzyıldaki devrimci hareketleri farklı bir ütopyacı gelenek biçimlendirdi. İnsanlığı kusursuzlaştırmanın bir aracı olarak terör ilk defa Jakobenler tarafından düşünülmüştü. Ortaçağ Avrupa’sı bir barış vahası değildi; neredeyse hiç kesintisiz savaşlarla enkaza dönmüştü. Yine de, kimse şiddetin insanlığı kusursuzlaştırabileceğine inanmıyordu. İlk günah inancı yolu kapatıyordu. Binyılcılar Kilise’yi iktidardan düşürmek için güç kullanmaya hazırdılar ama hiçbiri şiddetin binyılı getirebileceğini düşünmüyordu; bunu ancak Tanrı yapabilirdi. İnsan tarafından başlatılan terörün yeni bir dünya yaratabileceğine ancak Jakobenlerle birlikte inanılmaya başlandı.

Jakobenler köktenci bir kulüp olarak ortaya çıktı ve çok geçmeden Fransız Devrimi’nin akışı üzerinde güçlü bir etkileri oldu. (…) Terör, Devrim’i iç ve dış düşmanlara karşı savunmak için gerekliydi; ama aynı zamanda sivil bir eğitim yöntemi ve toplumsal mühendislik aracıydı. Terörü ahlâksal gerekçelerle reddetmek bağışlanamazdı. Robespierre’in 26 Şubat 1794 tarihinde Paris’te Ulusal Konvansiyon’da dile getirdiği gibi, “Acımak ihanettir.” (s. 40)

Modern Bir Binyılcı Hareket Olarak Ütopyacı Sağ

Geçen yüzyılda ütopyacılık daha çok aşırı Sol’da görüldü.(…) Geçen yüzyılın sonlarına doğru Ütopya arayışı ana akım siyasetin bir parçası oldu.

(…) 11 Eylül’den sonra ütopyacı düşünce dünyanın en önde gelen demokrasisinde dış politikayı biçimlendirmeye başladı. (s. 43)

(…) Evrensel demokrasinin ve “teröre karşı savaş”ın tehlikeli birer yanılsama olduğu ortaya çıkmıştır. (…) Yirminci yüzyılda sonuç totalitarizmdi; toplumun hemen her yönüyle devlet tarafından denetlendiği bir düzendi. Bugün ise sonuç, özgürlüklerin azaldığı bir ortamda seçimlerin yapıldığı bağnaz bir demokrasi türüdür.

(…) Entelektüel bakımdan Soğuk Savaş pek çok ortak yanı olan iki ideoloji, Marksizm’le Liberalizm arasında bir yarıştı. (…) Her ikisi de evrensel bir uygarlık beklentisinde olan Aydınlanma ideolojisiydi. Her ikisi de teknolojik ve ekonomik gelişmeyi birincil, giderek önemsizleşen dini ise ikincil bir etken olarak görerek tarihi indirgemeci bir açıdan yorumluyordu. (s. 44)

(…) Amerikan tarzı bir demokrasiyi dünyaya yansıtma girişimi Amerikan gücünde hızla bir azalmayla sonuçlanmıştır. Demokratik olmayan rejimler 1930’lu yıllardan bu yana ilk defa olarak uluslar arası düzenin yükselen yıldızıdırlar ve Amerika Birleşik Devletleri bu düzenin en önemli bazı çatışmalarında kilit oyuncu olmaktan çıkmıştır. Kuzey Kore krizinde kilit ülke ABD değil, Çin’di ve Irak’ta barış İran ve Suriye’nin katılımı olmadan sağlanamaz.

(…) Bush yönetiminin küresel demokrasi seferberliği dünyanın birçok yerinde Amerikan çıkarlarına hizmet eden bir gerekçe olarak görülmektedir ve bu ikisi açıkça iç içe geçmiştir. (s. 45)

(…) Sağ kanat ütopyacılığı seküler bir hareket olarak başladı. (…) Yeni muhafazakârlar serbest piyasanın dünyanın her yerine barışçıl bir süreç içinde yayılmayacağını anladılar. Bunun yoğun bir askerî güç uygulamasıyla desteklenmesi gerekecekti. Soğuk Savaş sonrasının dünyası barış değil, kan ve demir çağı olacaktı. (s. 47)

(…) Avrupa’da muhafazakârlık toplumu ideal bir modele göre yeniden kurmaya yönelik Aydınlanma projesine bir tepki olarak ortaya çıktı. (…) ABD’de Ütopyacı Sağ hem yakın bir felaket beklentisinde olan dinî geleneklerden hem de kesintisiz bir ilerleme yönündeki seküler umutlardan beslenmiştir.

(…) 1990’lı yılların başlarında yeni muhafazakârlar Hıristiyan köktendincilerle stratejik bir anlaşma içinde güçlerini birleştirdiler ve 11 Eylül terör saldırıları sonrasında Amerikan siyaseti belirgin bir apokaliptik üslûp edindi.(s. 48)  

(…) George W. Bush’un iktidarının dayanağı olan dinci muhafazakârların birçoğu tanrısal müdahale yoluyla bir Son’un gelmesini beklerler. Dünyadaki çatışmaları – özellikle de Kutsal Kitap topraklarındaki -  Armageddon’un, aydınlıkla karanlık arasındaki mücadelenin sonlanacağı sonuncu bir savaşın başlangıcı olarak görürler.

(…) Modern Batı’nın siyasal şiddeti ancak eskatolojik bir olgu olarak anlaşılabilir. (s. 49)

(…) Dünyanın tüm kötülükleri “Batı’dan –bu amorf kavram nasıl tanımlanırsa tanımlansın – gelmiyor. İnsan şiddete çok yatkın bir türdür; Batı dışı toplumlarda bir yığın toplu kıyım örneği vardır. Batı’yı farklı kılan, tarihi değiştirmek ve insanlığı kusursuzlaştırmak için  güç ve terörden yararlanmasıdır. (s. 50)

Yirminci Yüzyılda Aydınlanma ve Terör

Yirmi birinci yüzyıl bir terör çağıdır ve bu bakımdan henüz sona ermiş olan yüzyıldan farklı olduğunu düşünmek zor değildir. Aslında, terör geçen yüzyılda tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir ölçekte ama günümüzde böylesine korkulan terörden farklı olarak çoğunlukla seküler umutlar yararına uygulandı. Geçen yüzyılın totaliter rejimleri en cüretkâr bazı Aydınlanma düşlerine vücut verdiler. En ağır bazı suçlarını ilerlemeci ülküler uğruna işlediler ve kendilerini Aydınlanma değerlerine düşman olarak gören rejimler bile bilimin gücünden yararlanarak insanlığı dönüştürmeye yönelik, kökleri Aydınlanma düşüncesinde olan bir projeyi hayata geçirmeye kalkıştılar. (s. 51)

(…) Benzer bir ders de Bush yönetiminin Irak’taki rejim değişikliği projesinin bir sonucu olarak meydana gelen felaketten çıkarılmıştır. Bundan bu projeyi hayata geçiren kimseler sorumlu değildir. Amaç ve niyetleri kınanamaz. Suç, yüce gönüllülükle sunulan özgürlüğü geri çevirmiş değersiz bir halk olan Iraklılardadır.

Bu düşünme biçiminde örtük bir ırkçılıktan fazlası vardır. Geçen yüzyılda son derece farklı tarih ve gelenekleri olan ülkelerde kitlesel baskı uygulandı. Bu ülkelerin ortak tek özelliği ütopyacı bir deneyde denek olmaktı. (s. 52)

(…) Komünist rejimler kaynağı Aydınlanma’nın özünde yatan ütopyacı bir ülküyü gerçekleştirmek uğruna kuruldular. Naziler de, (…) bazı açılardan Aydınlanma’nın çocuklarıydılar. Aydınlanma’nın yalnızca insan özgürlüğü ve eşitlik ülkülerini küçümsediler ama Aydınlanma düşünündeki güçlü bir dar görüşlü çizgiyi sürdürdüler ve etkili bir Aydınlanma ideolojisi olan “bilimsel ırkçılık” tan yararlandılar.

(…) Yirminci yüzyıl terörünün kendine özgü niteliği çapı değildir; (…) İnsan yaşamını kusursuzlaştırmak amacı gütmesidir; bu totalitarizmin vazgeçilmez hedefidir. (s. 53)

(…) 1920’li yılların ortalarında Stalin tarafından maymunla insanı melezleştirmekle görevlendirilen İlya İvanov’un çalışmaları daha (s.57)az biliniyor. (…) Yeni bir asker türü yaratmak istiyordu; acıya çok dayanıklı, çok az yiyecek ve uyku gereksinen, “yenilmez yeni bir insan”. (…) Şempanzeleri dölleme deneyleri için Batı Afrika’ya gitti ve Stalin’in doğum yeri olan Gürcistan’da bir araştırma enstitüsü kurdu. Burada insanlar maymun spermiyle döllendi. Birkaç deney girişiminde bulunulduysa da hepsinin başarısızlıkla sonuçlanmış olması şaşırtıcı değildir.

(…) Aydınlanma düşünürlerinde tekrar tekrar görülen, üstün bir insan türünü geliştirmeye yönelik bir projeyi temsil ediyorlardı.(…) Aydınlanma düşününün köktenci bir biçiminin insan yaşamını geri dönüşsüz bir biçimde değiştirme amacı güden Bolşeviklerle birlikte iktidara geldiği yadsınamaz. (s. 58)

(…) Rusya’nın hiçbir zaman bütünüyle Batı’nın bir parçası olmadığı doğrudur. Doğu Ortodoksluğu kendini Batı Hıristiyanlığına karşıtlık içinde tanımlıyordu ve Rusya’da Reformasyon ya da Rönesans benzeri bir şey olmadı. İstanbul 1453’te Osmanlıların eline geçtikten sonra Moskova’nın Hıristiyan dünyasına doğudan önderlik edecek bir “üçüncü Roma” olmasının kaçınılmaz olduğu düşüncesi oluştu. (s. 60)

(…) Batılı görüş, Stalincilikteki gibi, Maocu rejimi de Aydınlanmanın evrensel bağımsızlık ülküsüne adanmış bir rejim olarak gördü : Terör, Asya’ya özgü bir zorbalığı Batı’nın özgürlük ve ilerleme ülkülerine dönüştürmekte gerekli bir evreydi. (s.68)

(…) Lenin ve Troçki’ye göre, terör toplumu yeniden yaratmanın ve yeni bir insan tipini biçimlendirmenin bir yoluydu. (s.72)

(…) Bolşevik Devrimi apokaliptik sonuçlarına karşın Binyılı başlatmakta başarılı olmadı. On milyonlarca insan hiç uğruna öldü.

(…) Sovyet düzeni yozlaşmanın ve ataletin bir arada tuttuğu boş bir kabuktu ve engin topraklarının her yerinde barışı koruduğu ve vatandaşlarına sonradan yitirecekleri bir tür güvenlik sağladığı halde halkın gözünde büyük bir meşruiyeti yoktu. Sovyet seçkinleri bile bu sistemi savunacak iradeden yoksundular ve Gorbaçov’un naif reform çabası bu sistemin yıkımını tetiklediğinde, terör üzerine kurulmuş bir devlet şiddet kullanılmadan, tarihte örneği görülmemiş bir bozgunla yıkıldı. Sonrasındaki kargaşa ortamında Sovyet rejiminin kuruluş amacı olan yeni insanlıktan hiçbir yerde eser yoktu. (s.74)

Nazizm ve Aydınlanma

Bolşevizm gibi Nazizm de Avrupa’ya özgü bir olguydu.(…) Avrupa’nın gönülden bağlandığı bazı geleneklerinden kaynaklanıyordu ve onun en gelişmiş bazı düşüncelerini yaşama geçirdi.

Bu gelenekler arasında Aydınlanma Nazizm’in gelişiminde vazgeçilmez bir rol oynamıştır. (s. 74)

(…) Irk kavramına entelektüel bir meşruluk kazandıran kişi İmmanuel Kant oldu; Voltaire’den sonraki en üstün Aydınlanma siması ve Voltaire’den farklı olarak büyük bir düşünürdür. Kant Avrupa’da ortaya çıkmakta olan antropoloji biliminde ön plândaydı ve ırklar arasında doğuştan bazı farklılıklar bulunduğunu öne sürdü. Beyazların kusursuzluğa doğru ilerlemek için gereken tüm niteliklere sahip olduğuna hükmederken, Afrikalıları köleliğe yatkın bir ırk olarak temsil eder. (s. 80)

Irksal önyargı çok eskiye dayanıyor olabilir ama ırkçılık Aydınlanma’nın bir ürünüdür.

Irklar arasında eşitsizlik olduğu inancına katılanların çoğu toplumsal reformun aşağı ırkların doğuştan gelen dezavantaj (s. 81)larını telafi edebileceğine inanıyorlardı. Sonunda tüm insanlar gelecekteki evrensel uygarlığa katılabilirlerdi ama ancak kendi yaşam biçimlerinden vazgeçip Avrupa’ya özgü usûlleri benimseyerek. Bu en iyi yanlarıyla Avrupa deneyiminin herkes için örnek oluşturduğu “liberal bir ırkçılık biçimi” ydi ve insanlığın er geç ulaşacağı kusursuzluk herkesin yaratıcı bir Avrupalı olmasında yatıyordu. Liberal ırkçılık diğer kültürlerin zorla yok edilmesi, dahası, başka yolu kalmadığında, soykırım olasılığını hazırda bulunduruyordu. (…) H.G. Wells verimliliğin gereklerini karşılamayan karaderili, buğday tenli ve esmer halk sürülerinin  Dünya-Devleti’ndeki yazgılarının ne olacağını kendi kendine sorduğunda, şu yanıtı verdi: “Eh, dünya bir hayır kurumu değil. Gitmelerinin gerekeceğini sanıyorum. Dünyanın genel havası ve anlamı, öyle sanıyorum ki, gitmelerinin gerekeceği yönündedir.” (…) Aydınlanma ırkçılığının kendine özgü başarısı soykırımı bilim ve uygarlıkla kutsamaktı. Toplu kıyım güçlü olanın hayatta kalması yolundaki sahte Darwinci düşüncelerle aklanabiliyordu ve bir halkın toptan yok edilmesi türlerin ilerlemesinin bir parçası olarak olumlu karşılanabiliyordu.

(…) Nazilerin imha politikası ortaya ansızın çıkmadı. Aydınlanma’daki güçlü akımlardan beslendi ve dünyanın önde gelen liberal demokrasisi de içinde olmak üzere birçok ülkede yürürlükte olan politikalardan model olarak yararlandı. Çürük olanı kısırlaştırmayı amaçlayan programlar ABD’de yürütülüyordu. Hitler bu programa hayranlık duyuyordu.(s.82) (…) “Irksal temizlik” düşüncesi kesinlikle aşırı Sağ’la sınırlı değildi. (s. 83)

(…) Nazizm modern bir siyasal dindi ve sözde bilimden yararlanmış olmakla birlikte mitten de beslendi. (s. 87)

Terör ve Batı Geleneği

(…) Nazizm ve komünizm modern Batı’nın birer ürünüdür. Köktenci İslâm da öyle; her ne kadar bu olgu köktenci İslâm’ın yolundan gidenler ve Batılı görüş tarafından yadsınsa da. (…) İslâmcı hareketler şiddeti yeni bir dünya kurmanın bir yolu olarak görürler ve bu bakımdan Ortaçağ geçmişine değil, modern Batı’ya aittirler. (s. 91)

(…) Köktenci İslâm modern bir devrimci ideolojidir ama aynı zamanda İslâmî kökleri olan binyılcı bir harekettir. (S.92)

(…) Soğuk Savaş dönemi boyunca Batılı yönetimler İslâmî hareketleri komünizme karşı savaşta birer araç olarak gördü. Afganlı mücahitler Batı tarafından silâhlandırılmış, eğitilmiş ve finanse edilmişti ve el-Kaide Batı’nın desteklediği örgütlenmeler arasındaydı.(s. 93)

Batılı yönetimler İslâmcılardan çoğu zaman müttefik olarak yararlanabildilerse eğer, bu bir ölçüde İslâmcılar Batılı gücü başlıca düşman olarak görmediklerindendi. Taliban rejimi el-Kaide’yi barındırmış olmakla birlikte Batı’yla değil – halkı dinin gereklerini yerine getirmekten alıkoyduğu için ötücü kuşları ve uçurtmayı yasaklayarak ve aşiret hukukunun otoritesini tanımayarak- Afganistan halkı ve kültürüyle savaşıyordu. (s. 94)

(…) Geçen yüzyıldaki totaliter terör tarihi ele geçirmeye yönelik Batılı bir projenin parçasıydı. Yirmi birinci yüzyıl bu projeyi gerçekleştirmeye yönelik başka bir girişimle, Sağ’ın devrimci değişimin aracılığını Sol’dan devralmasıyla başladı. (s. 95)

Apokalipsin Amerikanlaşması

11 Eylül 2001 tarihinde binlerce yurttaşın katledilmesi, apokaliptik düşünü Amerikan siyasetinin odağına yerleştirdi. (s. 134)

(…) İlk Hıristiyanlık’ın özündeki mesihvari, bir kurtarıcı düşüncesi, kurtarıcı bir ülke düşüncesine dönüşmüştür; Melville’de ifade bulan, Amerika’nın “seçilmiş bir halk”ın ülkesi olduğu inanışına: (s.140)

(…) Amerikan din bilgini Conrad Cherry  şu yorumda bulunur: Amerika’nın Tanrı tarafından dünyada özel bir yazgı için seçildiği inancı Amerikan kutsal törenlerinin, başkanlarımızın göreve geldiklerinde yaptıkları konuşmaların, sivil dinin kutsal metinlerinin odağında yer almıştır. (s. 142)

(…) 2003’te, ABD’nin Irak’ı işgalinden birkaç ay sonra Bush Filistin Başkanı Mahmud Abbas’a “Tanrı bana el-Kaide’yi vurmamı söyledi. Ben de vurdum. Sonra bana Saddam’ı vurmam için talimat verdi. Bunu da yaptım” dedi.

(…) Bush’un travmatik 11 Eylül olayları olmaksızın Amerikan kamuoyunu Irak savaşı için seferber etmesinin nasıl mümkün olacağını anlamak zordur.(…) Yeni muhafazakârlar yönetimin önemli konumlarında bulunsalar da sözleri geçmiyordu. Bu durum 11 Eylül saldırılarından sonra değişti. Uykuda olan apokaliptik mitler yeniden ortaya çıktı ve “teröre karşı savaş”ı kendi jeopolitik hedefleriyle ilişkilendirmek yönetimdeki yeni muhafazakârlar açısından zor olmadı. (s.146)

(…) ABD seküler bir devlettir ama hemen her köklü demokrasiden farklı olarak Amerika seküler bir siyasî gelenekten yoksundur. Kiliseyle devletin birbirinden ayrılması Anayasa’nın bir şartı olmakla birlikte, bu dinin Amerikan siyasal yaşamında muazzam bir gücü olmasına engel olmamıştır. (…) Kıstas ne olursa olsun, ABD Türkiye’den daha az sekülerdir.

(…) Amerika olağandışıysa, bu dinin gücü bakımındandır. (…) Yeni muhafazakâr düşünceye göre Amerika, diğer rejimlerin hepsinin eninde sonunda öyküneceği en üstün modern rejimdir. Aynı zamanda benzersiz ve tektir. (s. 150)

(…) Yeni muhafazakâr düşün çatlak bir gerçekçilikle binyılcı bir düşlemin harmanıdır. (s. 153)

(…) Yeni muhafazakâr analist Michael Ledeen’ın 11 Eylül saldırılarından hemen sonra yazdığı gibi, “teröre karşı savaş’la ‘küresel demokratik devrim’ aynı kapıya çıkar” : (…)”dünyanın gerçekten de devrimci tek ülkesi 200 yıldır olduğu gibi bizim ülkemizdir. Yaratıcı yıkım göbek adımızdır… Diğer bir deyişle, demokratik devrimi ihraç etme zamanı bir kez daha gelmiştir. Bunun yapılamayacağını söyleyenlere Moskova’dan  Johannesburg’a tüm zorbaları deviren küresel bir demokratik devrime ön ayak olduğumuz 1980’li yılları işaret etmek yeterli olacaktır.” (s. 178)

Silâhlı Misyonerler

“Bir siyaset düşünürünün zihninde oluşabilecek en akla sığmaz düşünce, bir halkın elinde silâhla yabancı bir halkın içine girmesinin kendi kanunlarının ve anayasasının benimsenmesi için yeterli olduğunu sanmaktır. Aklın gelişiminin yavaş olması şeylerin doğasındadır ve kimse silâhlı misyonerleri sevmez; doğanın ve sağgörünün ilk dersi onları düşman olarak geri püskürtmektir. Özgürlük ancak teşvik edilebilir, asla işgalci bir güç tarafından yaratılamaz.” ( Maximilien Robespierre – 1792’de Paris’te Jakobenler Kulübü’ne yaptığı konuşmadan)

Irak Savaşının başlangıcı hep bir dereceye kadar karanlıkta kalacaktır. (…) bu savaşın tarihi yazılacağı zaman, destekçisi olan hiçbir gurubun gerçekleştirilebilir  bir amacı olmadığı görülecektir. (s. 181)

(…) Ortadoğu’nun çoğu ülkesinde liberal bir demokrasi kurulamıyor. Bölgenin büyük bölümünde seküler despotlukla İslâmcı yönetim arasında bir seçim yapılıyor. Bush yönetimi Ortadoğu’nun zorla demokratikleştirilmesine kalkışarak sonucun ABD gibi rejimler biçiminde olacağını varsaydı. Bunların bağnaz bir demokrasi olabileceğini gözden kaçırdı. (…) Günümüzden yirmi yıl sonra Ortadoğu’nun büyük bölümü bağnaz bir demokrasinin İslâmcı versiyonlarına göre yönetiliyor olacak gibi görünüyor. (…) Zaman içinde bazı ülkeler evrilerek daha çok Avrupa’nın çoğulcu demokrasilerine benzeyen bir şekil alabilirler. (…) Yine de, bu ülkeler Batılı bir siyasî sistemin klonları olmayacaktır ve (s. 182) ABD’ni model olarak kabul edecek “yeni bir Ortadoğu” düşüncesi hayaldir.

(…) Yirminci yüzyıl Avrupa’sı benzeri görülmemiş bir devlet kıyımına sahne olmuşken, Batılı olmayan ülkelere Batılı bir yönetim modelinin dayatılmaya kalkışıldığı her yerde, bunun kitlesel bir terörü gerektirdiği gerçeği gözden kaçırılmıştır. Terör modern Batı’nın vazgeçilmez bir parçası olmuştur. (…) Siyasal süreçler terörle başa çıkmakta yardımcı olabilir ama demokrasi her derde deva değildir.

Filistin’le İsrail arasındaki çatışma bu bölgesel çatışmaların en zorlusu olabilir ama İslâmcı ülkeler arasında da ufukta büyük çarpışmalar belirmiştir. Suudi Arabistan ve İran Körfez’de egemenlik için rakiptirler (…) ve Saddam’ın devrilmesi sonrasındaki Şiî uyanışına Sünnî rejimler canla başla karşı koyacaktır. (s. 183)

Irak : Bir Yirmi Birinci Yüzyıl Ütopyacı Deneyi

Hepsi bilinç düzeyinde ya da akılcı olmayan birçok itki Irak’ta savaşa yol açtı. İşgalle Amerika’nın enerji ikmalinin güvence altına alınması hedeflenmişti; aynı zamanda Irak’ı bölgenin geri kalanı için liberal bir demokrasi örneği olarak yeniden kurmak amaçlanmıştı. Bu amaçlardan ilki savaş nedeniyle tehlikeye girmişken, ikincisi gerçekleştirilebilir değildi. Üçüncüsüyse –Saddam’ın Kitle İmha Silâhları programına son vermek- bir bahaneydi. (s.184)

(…) Savaşın tahmin edilebilecek bir sonucu da, dünyanın çeşitli yerlerindeki “haydut devletler”e Saddam’ın yoksun olduğu Kitle İmha Silâhlarına sahip olmanın daha iyi olacağını göstermesiydi.

(…) Savaş sonrası Irak’ta petrol üretimi hiçbir zaman Saddam dönemindeki düzeyi tutturmadı ve petrol fiyatları büyük artış gösterdi. (…) Amerika’nın petrol ikmali Irak savaşının bir sonucu olarak öncesinden daha güvensizdir. (s. 185)

Irak’ta rejim değişikliği Sovyetler’in yıkılmasından hemen sonra başlayan küresel bir kaynak savaşının parçasıydı.

Yirminci yüzyıl boyunca jeopolitika –doğal kaynakların denetimi mücadelesi – ülkeler arasındaki çatışmaları biçimlendirmekte güçlü bir etken oldu. (s. 186)

(…) Bu macera yıkılan devletin yerine etkili bir devlet kurmanın olanaksızlığı üzerine sarpa sardı. (s. 188)

(…) Başlangıçta Mezopotamya olarak bilinen Irak devleti büyük ölçüde İngiliz diplomat Gertrude Bell’in eseridir. Burayı –T.E. Lawrence (Arabistanlı Lawrence) ve İngiliz sömürge görevlisi ve Sovyet ajanı Kim Philby’nin babası Harry St John Philby’yle birlikte - yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun üç vilâyetinden oluşturmuş ve 1921’de bir Haşimî krallığı olarak kurmuştur. 1919’da Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte Bell –İngiliz sömürge servisine siyasî görevli olarak atanan ilk kadın –İngiliz yüksek komiser Sir Percy Cox’un sekreteri oldu ve yeni bir devlet inşa etmeye koyuldu. 1920’de  Bell Iraklı Şiîlerin önde gelen lideri ve 2004’te Amerikan işgaline karşı ayaklanan Mehdi Ordusu’nun komutanı Mukteda es-Sadr’ın büyük büyükbabası  Seyyid Hasan es-Sadr’la tanıştı. Demokratik yönetimin teokratik yönetim anlamına geleceğini gördü: “Son kertede yetkenin, sayıca az olmalarına karşın, Sünnîlerin elinde olması gerektiğinden bir an bile kuşku duymuyorum. Yoksa şeytanın ta kendisi olan bir din devletimiz olacaktır.” Getrude Bell’in başlıca amaçlarından biri de “Şiî din adamlarını kamu işlerini üstlenmekten alıkoymaktı.” Bu Sünnî seçkinlerin yönetimini gerektiriyordu. Ülkenin kuzeyindeki petrol alanlarının denetimini elde tutmak İngiliz stratejik çıkarları arasındaydı. Şiîlerin iktidardan uzak tutulduğu ve Kürtlerden ayrı bir devletin esirgendiği yeni bir krallık kurarak bu iki amaca birden ulaşmak olanaklıydı.

Bell’in yeni krallığı kurabilmiş olmasının bir nedeni de bölgenin kültürü konusunda çok bilgili olmasıydı. Arapça ve Farsça’yı akıcı konuşuyordu ve özgürlükçü-gizemci Sufî Hafız’ın şiirlerini İngilizceye çevirdi. (s.189)

Bell kurmuş olduğu devletin hiçbir zaman demokratik olamayacağını biliyordu. Demokrasi Şiîlerin egemen olduğu bölgelerde din devleti, Sünnîlerin egemen olduğu yerlerde mezhepçi çatışma ve Kürtlerin egemen olduğu kuzeyde ayrılıkçılık anlamına gelecekti. Bell’in kurduğu krallık, Nasırcı subaylar 1958’de, Süveyş Kanalı’nın denetimini ele geçirmeye yönelik yeterince plânlanmamış bir Fransız-İngiliz girişimi sonrasında bölgede İngiliz iktidarı yıkıldıktan iki yıl sonra hanedan üyelerini öldürünceye dek varlık gösterdi. Saddam’ın despotluğu aynı mezhepçi bölünme ve Bell’in krallığını ayakta tutan Sünnî yönetim gerçeklerine dayanıyordu. Rejimi yıkmak bu yoldan işleyen devleti yok etmek ve Bell’in uyarıda bulunmuş olduğu din devletinin kurulması demekti. Saddam’ın Irak’ı hiçbir zaman bütün bütüne totaliter olmamakla birlikte Sovyet Rusya çizgisinde bir aydınlanma rejimiydi. Körfez’de şeriata göre değil, Batı tarzı hukuk ilkelerine göre yönetilen bütünüyle seküler tek devletti ve amansız bir İslâmcılık düşmanıydı; bu 1980’li yıllarda İran’la savaşında Saddam’a silâh ve istihbarat sağlayan ABD’nin de kabul ettiği bir gerçekti.

Irak ülke içinde hep derin bölünmelerin olduğu birleşik bir devlet olagelmiştir. Saddam rejimi daha baskıcı olmakla birlikte Bell’in krallığıyla aynı temeller üzerine kurulmuştu. Saddam Şiî çoğunluğa, Kürtlere ve diğerlerine baskı yaptığı halde Irak’ı bir arada tuttu. Saddam rejimini yıkmak bu toplulukları özgür kıldı ve Irak devletini iktidar ve meşruiyetten yoksun bıraktı. Demokrasi olanaksızdı çünkü ülkenin temelindeki toplumu oluşturan cemaatler arasında bir parça güven gerektiriyordu. Azınlıklara hep kaybeden olmayacaklarının güvencesinin verilmesi gerekiyordu, yoksa kendi devletlerini kurmak için ayrılacaklardı. Kürtler eninde sonunda bu yolu tutacaklardı ve beş milyon Sünnî Şiîlerin çoğunluk yönetimine kesinkes karşı çıkacaktı. Bu topluluklar arasındaki yarılmalar, Irak’ın sarsak yapılarının varlığını sürdüremeyeceği kadar derindi. Hemen her yerde, birdenbire demokratik olan devletler, SSCB’de ve Yugoslavya’da da görüldüğü gibi, dağılma eğilimindedir. Irak’ın farklı olacağını düşünmek için bir neden yoktu ve Saddam’ın çirkin ve gelişigüzel bir biçimde idam edildiği Aralık 2006’ya gelindiğinde, Irak devleti var olmaktan çıkmıştı.

(…) Bush yönetimi uygulamada kara cahildi. İşgalden haftalar önce bu ülkenin nasıl yönetileceğine ilişkin hiçbir fikri yoktu. Genel görüş, savaş sonrası Japonya örneğine dayanarak, askerî tarzda bir vali yerleştirmekle demokrasiye geçişi hemen hayata geçirmek arasında gidip geliyordu. (…) Saddam’ın yerine –bazı İngiliz devlet görevlilerinin önerdiği gibi – bir askerî vali getirmek gerçekçi bir seçenek değildi çünkü gerçekte uzun erimde işlerliği son derece şüpheli olan ve ABD’nin her durumda reddetmeye yatkın olduğu bir sömürge yönetimi kurmak anlamına geliyordu. (s. 190-91)

(…) Savaşın başmimarı Wolfowitz’e göre işgal bütün bölgeyi demokratikleştirmenin bir başlangıcıydı. Sonuçta, Bush’un Bağdat’taki valisi Paul Bremer’in yetersizliği öylesine feci bir düzeydeydi ki çok geçmeden Irak’ta demokrasiye ani bir geçişin Amerikan yönetiminin herhangi bir meşruiyet iddiasında bulunabilmesinin tek yolu olduğu kabul edildi.

Mayıs 2003’teki ilk bildirilerinde Bremer Irak ordusunu dağıttı ve üniversite profesörleri ve ilkokul öğretmenleri, hemşireler ve doktorlar da içinde olmak üzere Baasçı kamu görevlilerinin işlerine son verdi.

Irak askerî kuvvetleri Bremer’in Baas Partisi üyelerini kamu görevinden men eden 1 No’lu Emrinden –Irak Toplumunun Baasçılıktan (s. 192) Arındırılması – sonra dağıtıldı. Bu iki emir birden – muhabir Ricks, CIA Bağdat şefinin bu kararlara sert biçimde karşı çıktığını söyler – yarım milyonu aşkın insanı işinden etti. Ailelerin ortalama altı kişiden oluştuğu bir ülkede bu iki buçuk milyondan fazla insanın –nüfusun yaklaşık onda biri – gelir kaybına uğradığı anlamına geliyordu.

(…) Bremer’in emirleri Irak devletinin dağılmasında etkili oldu. Polis ve güvenlik güçleri ulusal bir kurum olmaktan çıktı ve adam kaçırma, işkence ve cinayette bunlardan yararlanan mezhepçi milislerin eline geçti. Yeşil Bölge’nin – Bağdat’ın merkezinde Amerikan ve İngiliz büyükelçiliklerinin ve koalisyon destekli Irak hükümetinin bulunduğu yüksek güvenlikli bölge – dışında ülke bir anarşi bölgesi oldu. 2006 yılı sonuna gelindiğinde, her gün yüz kadar kişi öldürülüyordu ve bir BM tahminine göre, işkence uygulaması Saddam dönemindekinden de kötüydü.

Bush yönetiminin Irak’ta palazlanmakta olan bir yönetimin ülkeyi yeniden inşa ettiği doğrultusunda beslediği anlayış asılsızdır. Irak devleti tarihin bellek boşluğunda kaybolurken, Amerikan destekli yönetim mezhepçi güçlerin bir savaş alanıdır. (…) Bush yönetimi rejim değişikliği getirerek büyük ölçüde Şiî milislere bağımlı olan zayıf bir yönetimle birlikte başarısız bir devlet oluşturdu; Bush’un bu yönetimin politikalarına yönelik soytarıca eleştirilerinde göz ardı edilen bir gerçektir bu. (s. 193)

(…) Donald Rumsfeld tarafından çizilen savaş plânı Saddam’ın birlikleri dağıldıktan sonra çıkan ayaklanmayı öngörmemek bakımından fena yanıldı. (…) Rumsfeld yönetimde bulunduğu süre boyunca askerî konularda teknolojiye büyük bir güven duymayı ve sınırlı kara kuvvetleri kullanımını gerektiren bir devrimin güçlü bir sözcüsü oldu. (…) Ne var  ki, daha büyük bir konuşlanma büyük bir fark yaratmayacaktı. İngiltere Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Irak’ta 400.000’i aşkın asker bulundurduğu halde sözünü askerî güçle geçiremedi. Bir düzen sağlandığında da bu politik araçlarla gerçekleştirilmişti.

Irak devleti askerî gücün sağlayamadığı bir barış durumunu sağlamak için kurulmuştu. Buna karşılık, Amerika’nın Irak’taki askerî operasyonlarına gerçekleştirilebilir bir siyasî hedef eşlik etmiyordu. (…) Amerikan birlikleri bazı yanlışlar yaptılar ve birtakım suçlar işlediler; yine de Amerika’nın yenilgisinin suçu olanaksız bir misyonu yerine getirmek üzere gönderilen askerlere yüklenemez. Sorumluluk bu misyonu tasarlamış ve bunun yerine getirilmesi emrini vermiş olan siyasî liderlerdedir. (s. 194)

(…)Halkın bazı kesimlerinin Amerikan işgalci güçlerine karşı başlangıçta duydukları sempati 2004 yılı başlarında Fellûce kentinin yerle bir edilmesinden sonra buhar oldu. Sivil halka karşı misket bombalarının ve kimyasal silâhların (bir tür beyaz fosfor ya da “geliştirilmiş napalm”) kullanıldığı “çırp ve pişir” operasyonları Çeçen başkenti Grozni’nin Rus birlikleri tarafından yıkılmasıyla karşılaştırılabilecek bir olaydı.

(…) Saddam devrildikten sonraki  yıl herkes kurban durumuna düşebilirdi. Binlerce insan sokaklardan toplandı ve sistematik bir kötü muameleye maruz bırakıldı. (…) İşkence 1950’li yıllarda Ruslar tarafından Çeçenistan’da, Fransızlar tarafından Cezayir’de ve İngilizler tarafından Kenya’da yaygın olarak uygulanmıştı. Ne var ki, büyük fiziksel acılar vermiş olan bu öncellerden farklı olarak Amerikalı sorgucular psikolojik baskı uygulamasına, özellikle de cinsel aşağılamaya odaklandılar. Irak’ta uygulanan işkence yöntemleri yalnızca insan olarak  değil, Arap ve Müslüman olarak da saldırıya uğrayan kurbanların kültürünü hedef alıyordu. ABD bu yöntemleri kullanarak Amerikalıların ahlâk düşkünlüğüne ilişkin silinmez bir imgeyi halkın belleğine nakşetti ve Amerikan destekli hiçbir rejimin Irak’ta meşruiyeti olamayacağını kesinleştirdi.

(…) ‘Teröre karşı savaş’ın başından itibaren Bush yönetimi tutuklulara yönelik uygulama konusunda uluslar arası hukuku ihlâl etti. (…) Ebu Gureyb’deki işkence birkaç görevlinin talimat dışında hareket etmesinin bir sonucu değildi. Amerikan liderliğinin en yüksek kademelerinde alınan kararların bir sonucuydu. (s. 196)

Irak’ta ülkenin kültürüne ilişkin bilgiden yoksunluk gerçeküstü bir uç noktaya vardı. Washington’dan gönderilen kısa dönemli stajyerler Yeşil Bölge’nin korunaklı ortamında (…) kendi plânlarının saçmalığını algılamaktan uzak bir biçimde Irak’ın geleceğini çizdiler. (…) Amerikan birliklerini Irak’a gönderen silâhlı misyonerler Irak halkının anında dönüşmesini beklerken, bu askerler düşman olarak geri püskürtüldüler. Robespierre’in Jakoben dostlarına Napoleon’un silâh gücüyle Avrupa’nın her yerine devrim ihraç etme programının tehlikeleri konusunda yaptığı uyarı iki yüz yıl sonra Ortadoğu’da yeniden doğrulanmış oldu. (s. 198)

(…) Irak’ta zorbalığı devirmek sadece Ortadoğu’da hegemonyayı sağlamaya yönelik bir Amerikan girişimi değildi. Liberal insan hakları ilkelerinin rehberlik ettiği yeni bir emperyalizm türünün de başlangıcıydı. (s. 199)

Misyoner Liberalizm, Liberal Emperyalizm

Amerika’yı Irak’ta yıkıcı bir savaşa götüren düşünce ve adımların yapılanması buraya dek incelenen yeni muhafazakâr ütopyaların, Armageddoncu köktendincilerin ve Strausçu kâhinlerin bir birleşiminden ibaret değildi. Hiçbiri gözlemlenebilir, dahası akla yatkın bir gerçekliğe dayanmayan bu egzotik ve çok zehirli inançlar harmanında başka ama aynı derecede tehlikeli bir malzeme daha vardı İnsan haklarına dayanan “liberal bir emperyalizm”.  (…) Liberaller bir yönetimin meşruiyetinin kendi vatandaşlarının haklarına saygı duymasına bağlı olduğunda ısrar ederler. Bir yönetim bu bakımdan eksikse, ona karşı durulabilir ya da devrilebilir; ister kendi (s.199) vatandaşları, ister bir dış güç tarafından.

(…) Balkan savaşı birçok liberalin Irak’a yönelik bir saldırıyı yeni bir dünya düzeni kurmanın bir yolu olarak onaylamasına yol açtı. (s. 200)

(…) liberal değerlerin bütün insanlık için geçerli olduğu iddiası liberal felsefenin belli başlı ilkesidir. Buradan liberal devletlerin kendi değerlerini, güç kullanmayı gerektirse bile, dünyaya dayatma hakkına sahip – doğrusu zorunlu – oldukları sonucu çıkmıyor mu? (…) Soğuk Savaş rakip Aydınlanma ideolojilerine bağlanmış devletler arasında yürütüldüğü halde “teröre karşı savaş” Aydınlanmayı reddettiği iddiasındaki İslâmcı güçlere karşı yürütülmektedir. (…) Aslında, bu iki çatışma arasında neredeyse hiç ortak yan yoktur. Ne var ki, Soğuk Savaş gibi “teröre karşı savaş” da evrensel bir haçlı seferi, yeryüzündeki hemen her iyi davayı bünyesinde barındıran büyük bir ilerlemeci girişim, yeni bir güç olarak görülebilmiştir. (s. 201)

(…) ABD dünyanın en büyük sermaye ihracatçısı olan on dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinden farklı olarak dünyanın en büyük borçlusudur.(s. 204)  (…) 1975’te Sovyetlerin yıkılacağı tahmininde bulunan Fransız analist Emmanuel Todd şöyle der : “ABD kendi ekonomik etkinliğine dayanarak yaşamaktan âcizdir ve şimdiki tüketim düzeyini sürdürmesi için malî destek sağlanmalıdır – halihazırda bu desteğin seyir hızı günde 1.4 milyar dolara varmaktadır. (Nisan 2003 itibariyle). Yıkıcı tutumunu sürdürmesi durumunda, bir ambargodan endişe duyması gereken ülke Amerika’dır.” (…) Yeni muhafazakârlar tarafından tasavvur edilen “yeni Amerikan yüzyılı” on yıldan az sürmüştür. (…) yeni muhafazakârlar ABD’ni normal bir büyük güce dönüştürdüler; hiçbir özel otoritesi olmayan birkaç büyük güçten birine. (s. 205)

Irak’ta işgalden bu yana görülen türden bir açgözlülük normaldir. Emperyalizm her zaman her şeyden çok kârla ilgilidir ve Amerikan birliklerinin peşi sıra giden dolandırıcı ve hileci güruhu eskiden sömürge ordularının peşine düşenden çok farklı değildir. Washington’la yakın bir ilişkisi olan şirketlerin savaş ganimetini aralarında pay ettikleri eş dost kapitalizmi de hiçbir şekilde alışılmadık değildir.  Yağmacılık hırsı Amerikan işgalindeki Irak’ta daha büyük bir ölçekte ve daha göze batan bir tarzda olmakla birlikte emperyal fethin genel bir özelliğidir. (s. 211)

(…) Irak’taki Amerikalı işgalciler, devletin birçok işlevini özelleştirerek, devleti yıkarak yarattıkları kargaşayı kurumsallaştırmışlardır. Amerikan destekli rejimin yapıları birer devlet kurumu değildir.

(…) ABD bu ülkeyi işgalinin yol açtığı anarşi karşısında âcizdir. (s. 212)

(…) Irak’ın yıkımı tarihe bir Otuz Yıl Savaşı’nın tetikleyicisi olarak geçecektir; sonucu bilmenin mümkün olmadığı ama bütün körfez bölgesinde devrimci bir ayaklanmayı gerektirecek ve dünyanın birçok yerinde yankıları olacak bir savaşın.

(…) İşgalden elde edilen servet bile ürkütücü bir niteliktedir. Irak’taki Amerika’yı tam olarak anlatan bir simge varsa eğer, bu geçmiş zamanın sömürge kurumları değil, geride bir şey bırakmadan buhar olan Enron’dur. (s. 213)

Apokalips Sonrası

Liberalizm doğrudan Hıristiyanlık’ın soyundan gelir ve kaynak inancın militanlığını paylaşır. (…) Liberal bir toplum, rakip inançların barış içinde bir arada var olabildiği uygar bir yaşam türünü temsil ettiğinden, savunmaya değerdir. Misyoner bir rejime dönüştüğünde, bu kazanım tehlikeye atılır. Halihazırdaki liberal toplumlar kendi değerlerini benimsetmek uğruna savaşmaları bakımından yozlaşmışlardır. On sekizinci yüzyılda başlayan bir Aydınlanma kampanyasının sonucu olarak yasaklanan işkence yirmi birinci yüzyıl başında evrensel demokrasi uğruna Aydınlanmacı bir haçlı seferinde silâh olarak kullanıldığında olan budur. (…) Barbarlığın bir cazibesi vardır; hele ki erdem kılığında ortaya çıktığında. (s. 235)

(…) Zorbalar yalnızca korku uyandırmaz, çoğu zaman sevilirler de. Devletler salt kendi çıkarlarını korumak için hareket etmezler; mitlerin, fantezilerin ve kitlesel psikozların da araçlarıdır. (s. 244)

(…) Bırakın ahlâk bakımından türdeş bir dünyayı, türdeş bir toplum olasılığı bile yoktur. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de otoriter devletler ve liberal cumhuriyetler, teokratik demokrasiler ve seküler zorbalıklar, imparatorluklar, kent devletleri ve birçok karma rejim olacaktır. Ne her yerde tek bir yönetim ya da ekonomi tarzı kabul görecek ne de tek bir uygarlık biçimi insanlığın tümü tarafından benimsenecektir.

Dinsel çeşitliliği kabul etmenin ve seküler bir monolitik yapı kurmaya çalışmaktan vazgeçmenin zamanı gelmiştir. (s. 255)

(…) Modern çağ, Ortaçağ’dan aşağı kalmayan bir boşinanç dönemi olmuş, bazı bakımlardan onu geçmiştir. (…) Arkaplânda bilgi ve güç artışının olduğu bir ortamda modern çağın başlangıcındakiler kadar şiddetli savaşlar yapılmaktadır. Doğal kaynaklar için savaşla etkileşim içindeki inanç şiddeti önümüzdeki yüzyılı biçimlendirmek için hazır görünmektedir.  19 Aralık 2014

 

Derleyen: Mehmet Yavuz AY

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş