metrika yandex
  • $32.59
  • 34.68
  • GA18850

İNSANLIKTAN KAÇIŞIN ADI: YALNIZLIK-2

MEHMET YAŞAR SOYALAN
14.02.2022

İNSANLIKTAN KAÇIŞIN ADI: YALNIZLIK-2

- Kibir ve Kendisini Yeterli Görme Hali-

Mehmet Yaşar Soyalan

 

İnsanın Tanrılaşma Tezahürü: Kibir ve Kendisini Yeterli Görme Hali

Coğrafi, kültürel ve dini farklılıkların ortadan kalkması ve tüm insanlık ailesinin Aydınlanma insanına dönüşmesi, bir yönü ile tüm insanları aynılaştırdı, dolayısıyla sıradanlaştırdı, onları birbirinin aynısı olan bir konserve kutusu gibi insanın sorumsuzluğunda hizaladı. Bu sorumsuzluk ve hesapsızlık/ hesap vermemezlik hali onu istiğna noktasına getirdi ve o geldiği bu noktada tanrılığını ve kadiri mutlaklığını her bir söz ve davranışında ortaya koyuyor. İşte bu istiğna hali aslında gerçek anlamda bir yabancılaşma, yalnızlaşma, hiçleşme ve kimliksizleşme durumudur.

İki tür aydınlanma insanı var: Birincisi, bilinçli bir tercihle hayatını Bilimsel Bilgi dogması üzerine kurmuş ve Bilimsel Bilginin düsturlarına imanı tam biri; müthiş bir kibir ve istiğna örneği, ama tüm bu seçkinci halleri onu işleyen bir çarkın dişlisi olmaktan alı koymuyor. Diğeri, bilinçli bir tercihe dayanmaksızın şartlandırma ve koşullandırma ile imani teslimiyeti tamamlanarak teknolojik aygıta, makinanın bir parçasına dönüşen birisi. İkisi de bağlamları, alanları farklı olsa da teknolojik aygıt veya çarkın dişlisi olma halleriyle varlığa, yaratılmış aşkınlığa, yani insanlığa yabancılaşma ve yalnızlaşmada eşitlenmiş durumdalar.

Aydınlanma fikrinin temeli, insanın aşkın olan ile bağını koparması ve insan düşüncesini salt maddi olanla sınırlamak üzerine kuruludur. Bu düşünce bir yanıyla insanı varlıklardan bir varlık haline getirip sıradanlaştırırken, diğer yanıyla da insanı evrenin kadiri mutlak gücü haline getirmektedir. Her iki durumda da insan özüne yabancılaşmakta, on binlerce yıldır sürdüre geldiği “fücur” ve “takva” arasındaki insanlık çizgisinin/serüvenin dışına çıkarak yeni bir serüvene yelken açmaktadır. “İnsanlık çizgisi” üzerindeki hayat serüveninde, bir topluluğun sorumluluk sahibi bir üyesiyken, bu yeni serüvende ne bir topluluk bulunmakta ne de onun sorumluluk sahibi bir üyesi olarak yer almakta, hayat yolculuğunu kimsesiz ve kimliksiz bir biçimde kendi kendine sürdürmektedir. Çocuğuna ve ebeveynine karşı bile sorumluluğu olmayan bir varlığa dönüşen Aydınlanma insanı, “kadim ilkel bağlarından” kurtularak özgürlüğüne kavuştuğunu düşünmekte, sorumsuzluğun ve aidiyetsizliğin sarhoşluğu içerisinde neleri feda ederek ve ne pahasına bu noktaya geldiğini ve dünyanın şu an içinde olduğu felaketlerin müsebbibinin kendisi, yani Aydınlanma insan olduğunu görmek istememektedir. Onun yaratılana yabancılaşmış, Yaratana ve yaratılışa düşman hali yalnızlığını daha da derinleştirmekte, içine girdiği dönüşü olmayan çıkmaz sokakta kendi kıyametini hazırlamaktadır.

Parmak izleri dışında aynılaştığı, aynı sığlığın ve mekanikliğin bir ürünü olarak birbirlerinin kopyası robotlar haline gelmiş ve düşünme yetisi devre dışı kalmış Aydınlanma insanın yalnızlığı ve bu yalnızlığın ortaya çıkardığı kimliksizlik hali onun alametifarikası olmuş gibi.  Bu bilinçli tercih ve iman/teslimiyet haliyle kibir ve istiğna putuna dönüşen ve kendi bedeniyle beslenen Aydınlanma insanı için “birine bir şey vermek” ve “birinden bir şeyler almak” ifadeleri de yaşam alanı kalmadığı için hem bireysel hem de toplumsal hafızadan silinmek üzeredir. Dolayısıyla “birbiri”, “biz”, “toplum”, “aile” gibi kelimeler de ölü kelimeler kervanına katıldı. Tüm bu gerçeklikler bize Aydınlanma insanın, “kadim insan”dan farklı, yeni bir varlık türüne dönüştüğünün ve yeni bir insan olarak varlığını sürdürdüğünü ortaya koymaktadır.

Bu yabancılaşma ve yalnızlaşma durumu, Aydınlanma insanının bir tanrılaşma tezahürüdür ve kendisinin aynısından yedi milyar tane olsa da Tanrı gibi yalnız/ tek başına, tanrı gibi müstağni, tanrı gibi sorumsuz… Tek farkla o bir ölümlü. Aslında yalnızlığındaki bu inadı “ölüm sendromu”nu aşma ve örtme çabası… İşte o bu sendromun bir yansıması olarak olsa gerek durumunun önünü ve sonunu sorgulamadan Tanrı gibi ölümsüz olma avuntusu ile yaşıyor. Ancak o, kılavuzu olduğu bilimsel bilginin eline verdiği imkânlarla yaşadığı dünyayı Aydınlanma insanının cehennemine dönüştürerek, ekini ve nesli helak etmekte, evrenin var oluş gayesi olan “hayat”ı ışın hızıyla tükenme noktasına doğru sürüklemektedir. İnsanın bu bilinçli yalnızlığı devam ettikçe hem tükeniş süreci daha da hızlanacak hem de aradaki mesafe hem mekân hem de zaman olarak kısalacak gibi görünmektedir.

Yalnızlık hangi nedenle gerçekleşirse gerçekleşsin insanın tükenişine yol açıyor. Kaynağı Aydınlanma Düşüncesi olan yalnızlaşma insanı zihnen/ fikren çürüterek, yani zihnini boşaltıp onu fikirsizleştirerek tüketiyor; onu sıradan bir varlığa, örneğin bir bitkiye, ama daha çok vahşi bir hayvana hatta özelliksiz bir maddeye dönüştürerek yok ediyor. Haz ve şehvet merkezli hayvani yaşayışı ondan geriye bir şey bırakmıyor, “Bir varmış. Bir yokmuş”a dönüşüyor, o bir “ebter” olarak kaybolup gidiyor; çünkü onu öldükten sonra yaşatacak bir “hasenât”ı, “sadaka-i cariyesi” yok. Zaten asıl ölüm ve yok oluş bu. Çünkü yapıp ettiği şeylere bir anlam ve değer yüklemiyor, yüklenemiyor. Böyle olduğu için “örnek” ve “model” olma durumu da olmuyor. Gelinen noktada her bir insan teknolojik bir aygıta dönüşmüş ve aygıt olmada eşitlenmiş durumda. Üsvesi/örneği, öncüsü, rol modeli olmadan, aynı fanusun içinde yaşayan, aynı havayı teneffüs eden Aydınlanma insanları, birbirilerinin tıpkısı ama kendilerinden başkasını bilmeyen, görmeyen, birbirinden habersiz yığınlar olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Günün sonunda, Aydınlanma insanın alkışladığı bir durum olarak mevcut sistem bir “ürün” ortaya çıkarsa da teknolojik çarkın bir dişlisi olarak insan “bu benim”, “bunu ben yaptım” diyeceği bir “şey”, bir “ürün” ortaya koyamıyor. Üreticisinin kim olduğu belli olmayan bir ve elbette bir değere de karşılık gelmeyen bir “ürün”. Tıpkı Aydınlanma insanı gibi. Aslında olan şey bireyin, yani her bir insanın tükenişidir. Ortaya çıkan ürün, onun düşünce, tecrübe ve birikiminden bağımsız bir şekilde “ürün” oluyor. Çünkü ürün ile onun, kimliği kişiliği, düşüncesi, idealleri ve hayalleri arasında bir bağ, bir yol, ilişki bulunmuyor; o çarkın bir dişlisi olarak bir şey üretmiyor, sadece, bir vida veya mekanik bir kol gibi, bir “şey” üretmek üzere tasarlanan sistemin, bilinen aşamalarının bir plan dâhilinde tüketilmesinin bir aracı olarak işlev görüyor. Dolayısıyla insanın ortaya çıkardığı bir şey olmadığı gibi ortaya çıkanda da ona ait bir şey yok. Hatta üretilen şeyin hammaddesinden daha değersiz ve anlamsız bir şey olarak asıl yaptığı şey; zamanı ve ömrü tüketmek. Bu durum aslında bir bütün olarak Aydınlanma insanın kendine ait bir şeyi olmadığının da bir göstergesidir. Bu nedenle Aydınlanma insanın düşünmesi, bir düşünceye, üretmesi de bir üretime dönüşmüyor; ölümü, gerçekten onun tükenişi /yok oluşu oluyor.

Trajikomik ve çelişkili bir durum ama yaşanan fiili gerçeklik bu: Teknolojik bir aygıta dönüşse de bu yabancılaşma ve yalnızlık durumu her bir Aydınlanma insanının kendisini evrenin tek hâkimi ve tek kutsal varlığı olarak gördüğünü, dokunulmazlığının ve sorumsuzluğunun sınırsızlığını da gözler önüne seriyor. Bu durum aynı zamanda modern insanın duvarlaştığının, duyarsızlaştığının, kalpsizleştiğinin, merhamet ve vicdanını kaybettiğinin de en çarpıcı karesi. Çünkü aydınlanma düşüncesi, insan zihnini felç edip, hafızasını sıfırlayarak, kendisinden başka değer ve güç kabul etmeyen, merhameti, empatiyi, paylaşmayı, uyumu yok sayan ve her şeyi kendi idealine ulaşmak için bir araç olarak gören Aydınlanma insanı dediğimiz modern/yeni insanı ortaya çıkardı. Düşüncesi ve eylemleri nedeniyle yabancılaşma ve yalnızlık bu yeni insanın kaderi olmuştur. Bu insan son üç yüz yıllık süreçteki olayların ayrı ayrı her birinin faili ve elbette sorumlusu. Dolayısıyla özgür iradesi ile Fücur – takva ekseninde yolunu arayan yeni insan ortaya çıkmadıkça, yalnızlık ve yabancılaşma Aydınlanma insanın kaderi olmaya devam edecektir. İnsanoğlu kendini tüketmeden bu yok edici gerçeklikle yüzleşmek ve hesaplaşmak zorundadır.

Şimdi de yabancılaşmanın diğer boyutuna, geçmişten devraldığımız kadim yabancılaşma durumuna bir göz atalım.

Devam Edecek..

 

Not: Bu makale Yetkin Düşünce Dergisinin Ocak 2022 (16. sayı) sayısında yayınlanmıştır.

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş