metrika yandex
  • $42.11
  • 48.97
  • GA41800

SESSİZ SÜRGÜN VE TÜRKİYE’NİN MEZARLIKLARI

AYTEN DURMUŞ
17.10.2025

Aile büyüklerimin bulunduğu mezarlığa gitmiştim. Güneş alçaktan vuruyor, taşların gölgeleri birbirine karışıyordu. Önce kendi yakınlarımın mezarlarını ziyaret ettim, sonra fark etmeden taşların arasında gezinmeye başladım. Her birinin üzerinde bir isim, iki tarih, birkaç kelime… Ama her taş, kelimelerin taşıyamayacağı kadar derin bir hikâyeyi gizliyordu. Mezarlıkta dolaşmak, aslında bir ülkenin sessiz tarihini okumaktı. Ben dolaşırken yan kapıdan dört kişilik bir aile girdi. Kadın elinde su şişesiyle çeşmeye yürüyordu, yüzünde tanıdık bir ifade vardı. Yanına yaklaşınca selam verdim. Selamı içtenlikle aldı, tanıştık. Meğerse akrabaymışız. Kemal amca, kadının eşi, konuşmaya başladı: “Şu köşedeki mezarda Asım yatıyor. Almanya’da iş kazasında öldü. Yanında kardeşi Enver. Kalp krizi... Biraz ileride Kadir, onun yanında Neşet. Dört kardeştiler. Dördü de gurbette öldü.” Toprağın kokusu, o an ağırlaştı. Kemal amcanın sesi titredi: “Burada şu gördüğün mezarlarda yatanların hepsi de birkaç yıl çalışıp dönmek üzere gitmişlerdi. Dönemediler. Şimdi hepsi burada, yan yana yatıyorlar. Ülke toprağı, onlara ancak ölümden sonra nasip oldu.” O mezarlıkta gördüğüm taşlar, sadece birer ölüm hikâyesi değildi. Hepsi bir ülkenin kaderine kazınmış izlerdi. Çünkü o taşların altında yalnızca bedenler değil, yarım kalmış hayaller, eksik kalmış umutlar yatıyordu.

Gurbetin Başlangıcı: 1960’lı yıllarda köylerden yükselen en belirgin cümle şuydu: “Almanya işçi alıyormuş.” O yıllarda Türkiye, savaşın ardından hızla sanayileşen Avrupa’ya “iş gücü” gönderiyordu. Bu kelime, devletlerin dilinde masum görünüyordu ama insanın ruhunu unutturuyordu. “İş gücü” dedikleri, alın teriydi, sırt gücüydü, hayatın ta kendisiydi. Anadolu’dan binlerce genç, bir valizle, birkaç fotoğrafla, bilmedikleri diyarlara gitti. Çoğu ne dil biliyordu ne kültür. Uzak bir ülkede, karanlık fabrika koridorlarında, kömür ocaklarında, madenlerde çalıştılar. Barakalarda koğuş usulü yaşadılar. Aynı çorbayı içtiler, aynı umudu paylaştılar ama çoğu dönemeden öldü. Almanya’nın, Hollanda’nın, Fransa’nın soğuk şehirlerinde, Türkiye’den giden genç bedenler sessizce tükendi. Kimisi göçük altında kaldı, kimisi kansere yenildi, kimisi bir sabah işe giderken kalp kriziyle düştü. Giden gençler doğdukları topraklara ancak orta yaşta tabutlarla dönebildiler. Bu süreçte mezarlıklarda taş taş üstüne eklenirken, ülke de insan kaybetmeye devam etti.  

Göçün Yeni Yüzü: Bugün o yolculuk başka biçim aldı. Artık kimse sırtında kazma kürek taşımıyor, elleri nasır tutmuyor. Ama gitmek, hâlâ aynı kelimeyle başlıyor: “Umut.”
Bu kez bavullarında diplomalar, bilgisayarlar, yabancı dil sertifikaları var. Artık gidenler, üniversite mezunları, mühendisler, doktorlar, yazılımcılar… Yani Türkiye’nin yetiştirdiği beyin gücü. Eskiden Avrupa’ya bedenini veren Türkiye, şimdi aklını veriyor. Bir zamanlar “işçi göçü” diye başlayan süreç, bugün “beyin göçü” ne dönüştü. Ve sonuç yine aynı: Gidenler dönmüyor. Çünkü onlara uzun yıllar boyunca, “Bu ülke seni hak etmiyor” dendi. Emeğini, fikrini, umudunu kullanacak bir yer bulamayan gençler, ülkelerini terk ederek Kanada’dan Avustralya’ya kadar dünyanın tüm ülkelerine dağılmaya devam ediyorlar. Bunlar, gittikleri yerlerde daha huzurlu, daha özgür, daha saygın bir yaşam umuduyla yollara düşmüşlerdir. Yeni gidenler, bavullarına pek çok şeyi doldurdular ama dolduramadıkları bazı şeyleri de geride bıraktılar: Anadillerini, çocukluklarını, köklerini, belki de kimliklerini…

Birinci kuşak ölürken “Bizi Türkiye’ye gömün” diye vasiyet ediyordu; ikinci kuşak “Burada kalayım, çocuklarım burayı biliyor” diyor; üçüncü kuşak ise artık Türkiye’yi sadece duyduğu veya tatillerde gördüğü bir masal gibi biliyor.

Kayıp Nesiller ve Kimliksizleşme: Gurbete gidenlerin kimilerinin cenazesi geldi, kimilerinin cenazesi gelmedi kimileri ise kimlikleriyle birlikte kayboldu gitti. Çocuk yaşta ailesinden alınan, yabancı ailelere evlatlık verilenler, dinini ve dilini unutan çocuklar, kayıp gelinler, ‘özgürlük’ adına kendi kültürüne yabancılaşarak asimile olanlar, ‘yeni hayat’ uğruna aidiyet bağlarıyla birlikte geçmişini sessizce terk edenler… Tüm bunlar, yalnızca bir toplumsal değişim değil, aynı zamanda kaybolan insanımızla birlikte bir medeniyet kaybı oldu. Çünkü kimliğini, inancını, dilini ve değerini kaybeden her birey, bir milletin hafızasından silinen bir kelime gibidir. Ve bir millet, kelimelerini kaybettikçe varlığını da kaybeder.

İçerideki Gurbet: Esasında mesele sadece dışarıya göç değil. Türkiye’nin içinde de görünmeyen bir gurbet var.
Kimi fikirlerde, kimi inançlarda, kimi duygularda… Kendi ülkesinde birbirine yabancılaşmış insan topluluklarında… İnsanımız bir dönem “sağcı–solcu”, bir dönem “dindar–laik”, bir dönem “alevi-sünni” ve ‘soy’ temelli bölünmeler yaşadı. Denenen her yol ve yöntemle aynı milletin evlatları, birbirine düşman edildi. İnsanımız birbirini öldürdü, susturdu, yok saydı. Oysa hepimiz aynı toprak ve sudan hayat bulmuştuk. Farklılıklarımız zenginliğimizdi tıpkı bir ipek halıdaki desenler gibi. Gücü yeten işte bu bütünleşen deseni yırtmaya çalıştı. Belli oranda başarılı da oldular. Başarılı olunan yerlerde, ülkenin ruhu ikiye kırılmış bir aynaya bakıyor gibi. Görüntü hep bozuk.

Bugünse aynı aynada başka çatlaklar da var: Ahlaki çözülme, aile kurumunun sarsılması, doğum oranlarının düşmesi… “Az çocuk, rahat hayat” sloganı zihinlere kazındı. Artık anne-baba olmak, mutluluk getiren bir fedakârlık değil, yük gibi görülüyor. Oysa çocuk, bir milletin devamıdır.
Bir toplumda dört dede-nineden bir torun doğuyorsa, o toplumun ruhu yavaş yavaş toprağa karışıyor demektir.

Sessiz Dönüşüm: Ahlaki ve Kültürel Erozyon: Cinsiyet rolleri, aile değerleri, inançlar, sadakat ve bağlılık gibi kavramlar, son on yılda başka anlamlar kazandı. Televizyon dizilerinde, sosyal medyada, reklamlarda “aile” değil “bireysellik” övülüyor. Cinsiyet belirsizliği, sapkınlık, fuhuş, “özgürlük” adı altında meşrulaştırılıyor. Böylece yavaş yavaş, insanın en temel varlık nedeni olan “nesil” kavramı aşınıyor. Artık insan, kendi yaratılışına bile müdahale ediyor. Bedenini, ruhunu, kimliğini değiştirmeyi “modernlik” sanıyor. Bu durumlar, varoluşun en derin inkârıdır. Bunlar, dışarıdan ithal edilen bir “yaşam tarzı”sın ürünü olduğu halde içimizde bir “ölüm tarzı”na dönüşüyor. Çünkü bir milletin yok oluşu, savaşla değil, sessiz ahlaki çöküşle başlar. Bugün mezarlıklar dışında oluşan mezarlıklar, ruhsuz bedenler, yönsüz hayatlarla dopdolu.

Peki, bütün bunlar neden oldu? Osmanlı sonrasında Türkiye’ye Balkanlardan, Kafkaslardan, Orta Doğu’dan, Avrupa’dan milyonlarca insan geldi, yerleşti ama nedense bu ülke burada önceden beri yerleşik evladına çoğu zaman yer bulamadı. Bir yandan kendi insanı akın akın Avrupa başta olmak üzere yurt dışına giderken diğer yandan milyonlarca yabancı bu ülkeye yerleşti. Göç rakamları incelendiğinde durum: ‘Biz gidiyoruz, onlar geliyor.’ şeklinde bir durum ortaya çıkıyor. Bu bir rastlantı mı? Yoksa insanımız, istemediği halde onlarca yıldır devam eden bir ‘sessiz sürgün’ mü yaşamakta? Ya da acaba ‘Türksüz Türkiye Projesi’ dedikleri bu mu?
Bugün 152 ülkede 5 milyondan fazla Türk vatandaşı yaşıyor. Yalnızca Almanya’da 1,5 milyon, Hollanda’da 500 bin, Fransa’da 700 bin Türk kökenli insan var. Kanada’da, İngiltere’de, Avustralya’da yüz binlercesi daha… 2023’te Alman vatandaşlığına geçen Türklerin sayısı 10 bin 735, 2024’te ise 22 bin 525 olmuştur. Aynı yıllarda Türkiye, dört buçuk milyona yakın sığınmacıyı kabul etti. Ülkedeki yabancı nüfusunun 10 milyon üzerinde olduğu bilinmektedir. Nüfusun 1/8’ine denk gelen bu rakamlar çocuk doğurma oranı da düşünüldüğünde, sadece demografik değişimi anlatmıyor; çok daha fazla bir değişime işaret etmektedir. Çünkü bu şekilde sürdüğü takdirde, bu ülkenin halkı kendi toprağında azınlığa dönüşmek riski ile karşı karşıya kalabilecektir. Bir milletin gücü, sadece tankıyla, topuyla, ürettiği üstün silah gücüyle ölçülmez. Asıl güç, evlatlarıyla ölçülür. Evlatlarını kaybeden bir millet, geleceğini de kaybeder. Milletimiz ise kendi evlatlarını uzun süredir gurbet çeşitlerinde kaybetmektedir. Kimi ülkesinden giderek, topraklarını terk ederek somut bir gurbet hayatında hizmet ettiği toplum için ölerek kendisini tüketiyor, kimisi de kendi ülkesinde kimliğini oluşturan değerleri terk ederek toplumsal bir yok oluşa zemin hazırlıyor. Bu yok oluşla mücadele etmesi ve çözüm sunması gerekenlerin, konuyla yeterince ilgilenmedikleri de yaptıklarının sonuçlarıyla ortadadır.

O gün mezarlıkta, kendi topraklarına gömülen ilk nesil gurbetçiler ve artık cenazelerini getirmeyen ikinci nesil ve sonrasındaki gurbetçiler üzerinde düşünürken şunlar da geçti zihnimden: “Bir milletin çocuklarının nasıl yaşadıkları, kime hizmet ederek ömürlerini geçirdikleri de son derece önemli bir husustur. ‘Ömrünü nerde, nasıl tükettin?’ sorusuna hazırlanacak cevap içerisinde bu da yer alıyor olmalıdır. Bu durumdan, devlet, herkesten daha çok sorumludur. Burada mezarları bulunanlar ve bulunmayanlardan bir teki bile imkân bulsaydı gurbeti vatanına tercih etmezdi.’ Çünkü “Bülbülü altın kafese koymuşlar: ‘Ah vatanım!’ demiş.” Meğer bülbülün ‘Vatanım!’ dediği yer de gül dalının dikeninin yanıymış. Selamlarımla….

 

Yorum Ekle
Yorumlar (1)
Tenzile Atakan | 17.10.2025 19:08
Gurbet çeşitleri ifadesi çok büyük manalar ve analizler içeriyor. Öz vatanında parya olanlar da gidenler kadar acılı hikayeler yaşadı. Kalemine sağlık sayın yazar...