metrika yandex
  • $32.34
  • 34.52
  • GA17200

Haberler / Yorum - Analiz

Korku Putu / Talip Özçelik

12.02.2021

"Bir zincirin gücü en zayıf halkasının gücü kadardır."

Bu cümleyi ilk kez nerede okuduğumu hatırlamıyorum, Eskişehir Özel tip Cezaevi'nde bulunduğum dönemde okumuş olabilirim. O dönemde okuduğum kitaplarda beğendiğim cümleleri, paragrafları genellikle not alıyordum. İlk nerede okuduğumu hatırlamamakla birlikte kimi eksiklerimiz, zaaflarımız, zayıflıklarımız, yumuşak karnımız, inceldiğiniz yer ve benzeri konularda konuşurken bu cümleye sıkça atıfta bulunmuşumdur. Bir zincir ne kadar kalın ve sağlam olursa olsun; ne kadar yük taşıyacağı, ne kadar kuvvet uygulanmasına dayanabileceği en sağlam halkasıyla değil, en zayıf halkasıyla değerlendirilir.

Zaaflarımız, eksiklerimiz, yumuşak karnımız derken sadece bireysel olanları kastetmiyorum. Toplumsal olarak da; aile, cemaat, grup tarikat, dernek, vakıf, örgütler olarak meseleye bakabiliriz. Çünkü netice itibariyle her fert ve aile bir topluluğun, her grup, dernek ya da cemaat de toplumun bir halkası olarak değerlendirilemez mi?

Meseleye sorumlu bireyler olarak baktığımızda, Peygamberimizin (AS) "Allah katında en makbul amel hangisidir?" sorusuna vermiş olduğu birden fazla cevap akla geliyor. Kimine "vaktinde kılınan namazdır" derken, diğerine "Allah yolunda cihat", bir başkasına ise "ana babana itaattir" buyuruyor. Biri diğerine zıt gibi görünen bu rivayetlerin sahihliği genelde kabul edildiği için konunun izahı şöyle yapılıyor. "Peygamberimiz (AS) soruyu soranın eksik yanını bildiği için o kişiye cevap veriyor. Soruyu soranın en büyük ameli o zaafının üstesinden gelmek olacağı için ona lazım olan cevabı vermiştir.”

Bu oldukça önemli ve üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir yorumdur. Mümindeki böyle zaaflar şeytanın içeri girip saptırmasına kapı aralayabilir. İnsan için hayat veya hayatı adımlamak, ariflerin tanımıyla "kemâlâta doğru yürümek" demektir. İnsan için hayat yolunu adımlarken eksiklerini, fazlalıklarını, hatalarını, kusurlarını bu yolda görerek, farkına vararak düzeltmek asıldır. Belki de bu nedenle Hazreti Ömer (RA) "bana hatalarımı gösterenden Allah razı olsun" buyurmaktadır.

Oryantalistlerin son birkaç yüzyıldır İslam’ı ve Müslümanları en ince ayrıntılarına varıncaya kadar incelemesinin pek çok sebebinden biri de bu olsa gerek. Bu araştırmaların neticesinde bizi çok iyi tanıyıp, vuracakları noktayı iyi bilerek vuruyorlar. Zaaflarımız, hatalarımız, kusurlarımız toplum olarak oluşturduğumuz zincirin en zayıf halkası ya da halkaları hangileridir bunu çok iyi biliyorlar. Bu örneği verirken amacım devamlı dışımızdakileri suçlamak değil şüphesiz. Çünkü fert ve toplum olarak zayıf halkalarımız olmazsa eğer hiç kimsenin eline kullanabilecekleri malzemeyi de vermemiş oluruz. Bir röportajında Hüseyin Su şöyle bir tespitte bulunuyor, katılmamak mümkün değil; "Çölleşmenin önce bizim içimizden başladığını görmemiz, bilmemiz ve düşünmemiz gerekiyor.” Evet, en zayıf halkamızın, yumuşak karnımızın, yaramızın ne olduğunu bilmemiz, görmemiz ve düşünmemiz birinci derecede önemlidir. Hangi kuraklıklar çölleşmeyi beraberinde getiriyor, çölleşmeye kapı aralıyor, bunları bilmek hayati öneme sahiptir.

Yıllardır çokça tekrarlayarak neredeyse hepimizin diline pelesenk olmuş bir cümle var; "her şeyin başı sağlık." Bu cümlenin yanı sıra; sağlık, sağlıklı yaşam, sağlıklı beslenme, sağlıklı gıdalar, sağlıklı yaşam koçları, sağlık turları ve benzeri pek çok kelime ve kavramsallaştırmalar son yıllarda sıkça karşımıza çıkmaktaydı. Tüm bu kelimeler ve kavramsallaştırmalar devamlı gündemde tutularak insanlarda ve toplumda önce bir hassasiyet oluşturuldu. Sağlığa yapılan devamlı vurgunun yanı sıra  aslında hastalık korkusu da zihinlerimize nakşedilmiş oldu. Bunun neticesinde ise her türlü vesveseye açık hale getirildik. Kuran bizi uyarmıyor mu, devamlı hatırlatmıyor mu; “kalplere vesvese veren, insan ve cin şeytanları şerrinden” Allah'a sığınmamız gerektiğini?

Vesvese, yuvesvisu, vesvas, vesvasil hannas.

Son bir yıldır yaşananlara baktığımızda algı yönetimi ile insanların ve toplumların belli bir yöne sevk edildiği anlaşılmaktadır. Sağlığımızı korumak tabii ki önemlidir ve tabii ki hasta olmamak için gerekli tedbirleri almamız gerekiyor. Yiyip içtiklerimize dikkat etmek ya da mesela az yemek bu tedbirlerin başında gelmeliydi. Ancak hayatımızı sürdürürken hayatı bir bütün olarak değerlendirmemiz ve her konuya olması gerektiği kadar özen göstermemiz gerekiyor. İnsani yönlerimizin yönelimlerimizin, ilişkilerimizin, ve insan oluşumuzla ilgili özelliklerimizin tamamına adalet ölçüleri içerisinde ve olması gerektiği kadarıyla gereken hassasiyeti göstermemiz lazımdır. Vasat olmayı hayatın tamamında muhafaza edebilmeliyiz. Tutumluluk ile cimrilik, cesaret ile aptallık, korku ile paranoya, cömertlik ile savurganlık, sevgi ile putlaştırma arasındaki ince ayrıma çok dikkat etmemiz gerekiyor.

Adaletin tanımını yaparken merhum Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde ;"bir şeyi bulunması gereken mevzia koymaktır." diyor bulunması gereken mevziye koymak cümlesine biz de "bulunması gereken miktarda olmasını" ilave edebiliriz. Maişetimizi temin etmeyi aile ilişkilerinden, sağlığı dostluktan, ticaretimizi bireysel veya toplumsal ibadetlerimizden, cihadı namazdan, namazı bir başka ibadetten daha az ya da daha fazla önemseyip ya da önemsiz görüp öylece hareket edemeyiz. Böyle davranışları veya kimi ibadetlerdeki aşırılıklarla ilgili uygulamaları peygamberimiz (AS) yasaklamıştır.

Bütün insani ve İslami görev ve sorumluklarımıza olması gerektiği kadar özen göstermek asıldır. Bu asıl olmakla birlikte ne yazık ki insan oluşumuzdan kaynaklanan zaaflarımız, eksiklerimiz, algılarımız o bütünlük ve dengeyi çoğunlukla koruyamadığımızı  gösteriyor.

Peygamber efendimiz ahir zamanda sayımız çok olduğu halde varlığımızın bir kıymeti harbiyesi olmayacağını belirtiği meşhur "vehn" hadisinde;"Vehn nedir" sorusuna "dünyayı sevmek ve ölümden korkmaktır" diye cevap veriyor. İslami bütünlük davranışlara yansımayınca ve iman-salih amel dengesi hayatımızda olmayınca varacağımız netice anlatılmakta bu hadis-i şerifte...

"Dünyayı sevmek ve ölümden korkmak."

Bir müminin ölüm korkusu olabilir mi?

Ahiret gününe iman eden, cennet nimetlerinin müminler için olduğuna inanan bir mümin de bu korku olur mu?

Oluyor demek ki. Ne zaman oluyor?

Dengeyi şaşırıp kantarın topuzunu kaçırınca, dünyayı sevmeye başlayınca, dünyanın aldatıcılığına kapılınca, dünyanın oyun ve eğlencesiyle hemhal olunca...

 

İlkeleri birbiri adına terk edip eğlencelere kapılmışsak tabii ki ölümü hatırlamak istemeyiz, tabii ki ölümden korkarız. Şarkıda bile öyle diyordu bir muganniye;

“Biz dünyayı çok sevdik, ölüm bizden uzak olsun”

Ölümü hatırlamanın, ölümden korkmanın tüyleri ürperten ilk basamağı ise hastalıklar olmakta. Hasta olup ölümün aklımıza gelmemesi için de mutlaka sağlıklı kalmak lazım.

Evet, bütün mesele burda.

Evet yakalandık, hayatın bütünlüğü içerisindeki en zayıf halkadan yakaladılar bizi. "Sağlık tanrıçası" hepimizi bu zayıf yanımızdan yakaladı ne yazık ki. Byung Chul Han öyle diyordu; "günümüzün en büyük tanrıçası, sağlık tanrıçasıdır."

Bugün bütün dinlerin, ideolojilerin, ırkların ortak en büyük tanrıçasıdır, sağlık tanrıçası. Herkes artık sağlık tanrıçasına iman ediyor. Herkes artık sağlık tanrıçasını zikrediyor.

Ne diyorduk, "her şeyin başı sağlık.”

Sağlık olsun öyleyse…

Artık ecel, takdir, takdir edilen rızkı tüketmeden ölmemek ve benzeri şeylerin hepsi unutulup gitti, ne yazık ki. İman, salih ameller ve ihlas ile dengede olması gereken hayatımızın ağırlık merkezi kaymış durumda. Son günlerde sabah-akşam Sağlık tanrıçası yüceltilmekte, zikir edilmekte. Dilimizle tekrarladığımız Allah-u Ekber cümlesiyle Allah'ı ne kadar yüce gördüğümüzü, en büyük görüp görmediğimizi, inanıp inanmadığımızı yeniden düşünmeliyiz.

Yaşadığımız son aylar şunu gösterdi ki Allah'ın arzını ifsat eden küresel şeytanların dostlarına vahiy ettikleri ve onların da bize tebliğ ettiklerine inanıp onlara göre amel etmek; Allah'ın peygamberine vahy edip, onun da bize tebliğ ettiklerine inanmanın ve mucibince amel etmenin önüne geçmiş durumdadır.

İlk isyanında İblis öyle dememiş miydi? "Yollarına oturacağım, onları saptıracağım."

Küresel bir büyü ile karşı karşıyayız. Bu göz bağcılık basiretlerimizi de bağladı. Tıpkı Firavun’un  Sihirbazlarının insanları büyüleyip teslim aldığı, köleleştirdiği gibi. Covit 19 sihriyle Firavunun büyücüleri hepimizi büyülemiş ve teslim almış durumda.

Günümüzde büyüleri "algı yönetimi ve manipülasyon" ile medyayı kullanarak yapıyorlar. Bugün maskeleri ağız ve burnumuzu kapatacak şekilde değil gözlerimizi ve kulaklarımızı kapatacak şekilde kullanmalıyız. Göz bağcılıklarından gözlerimizi sakınarak, basiretlerimizi açmalıyız. Sinsi vesvesecinin şerrinden Allah'a sığınıp kulaklarımıza fısıldamasına izin vermemeliyiz. Hastalık ve ölümle korkutan vesveselerine kulak asmamalıyız. Maskeyi kulaklarımızı ve gözlerimize takmamız gerekiyor.

"Sağ kalmak için hayatı yaşanmaya değer kılan her şeyi gönüllü olarak feda ettik; sosyallik, topluluk, yakınlık" diyor Byung Chul Han, bir röportajında… Bu doğru bir tespit ne yazık ki. Çok şeyi kendiliğimizden feda ediyoruz. Büyülendik çünkü. Korku, “Vesvas-il Hannasın" vesveseleri iliklerimize kadar işledi.

Geçen yıllarda camilerde cemaat namazlarından namaza durmadan önce safların sık ve düzgün tutulması öğütlenirdi, hatırlatılırdı. Bunun hikmeti ise Şeytanın aramızdaki açıklıktan müminleri ayırmak için yol bulmaması olarak anlatılırdı. Gerçi geçmişte de şeklen safları sık tutsak da yaşantımızda, dostluk-kardeşlik saflarımız hiç de sıkı değildi. Ancak şimdi şekil olarak bile saflarımız sık değil, şeytan saflarımızın arasına 1,5 metre kadar ayırdı. Hani safları sıklaştıracaktık. Geçmiş dönemlerde bireysel olarak hayatlarını yaşayıp, kimseyi arayıp sormaya, selam vermeye ihtiyaç duymayan Müslümanların artık bir gerekçeleri de var, artık corona var.

"İmanı, sağ kalmaya feda ettiler" diyor; Koreli yazar. Çok isabetli ve yerinde bir tespit.

Açlık korkusuyla çocukları öldürmek yasak, ölüm korkusuyla savaştan kaçmak yasak da sağlık korkusuyla inançlarımızı, sosyal ilişkilerimizi, akrabalık bağlarımızı, dostlukları öldürmek ve bu vecibelerden kaçmak caiz mi? Kim verdi bu caizdir fetvasını bizlere? Bu fetvayı küresel şeytanların dostları verdi, onların film kurulları verdi ve biz de tabi oluyoruz.

Yoksa hepimize öylesi hoş geldiği için, kendi kendimize mi verdik bu fetvayı?

Ya da nefsimize hoş geldiği için bu konuda şeytan ve dostlarına uymak mı daha sevimli geldi bize?

Kulaklarımız artık dünya sevgimiz ve ölüm korkumuza denk düşen şeyleri duyuyor, gözlerimiz sadece buna denk düşen şeyleri görüyor.

Dünya sevgimize ölüm korkumuza şeytanın vesveselerine ters her ne varsa tamamına karşı sağır dilsiz ve kör durumdayız. Hazır gerekçemiz de var dünya sevgimiz ve ölüm korkumuza ters her yorum her görüş ve bakış açısı "komplo teorisi" oluveriyor hemen.

Emperyalist sömürgeci batılı devletler, Küresel örgütler, BM, NATO, ulus aşırı şirketler, küresel ilaç şirketleri, Dünya sağlık örgütü (DSÖ) ve benzeri örgütlerin tamamı ne zaman dünya insanlığının hayrına, iyiliğine, faydasına olan bir şey yaptı? Ne zaman yaptı ki şimdi de yapacak?

Küresel şeytanlara inanmaya meğer ne kadar da teşneymişiz?

Yıllardır zaaflarımız meğer bizi ne kadar da yaklaştırmış bu şeytanlara?

Nasıl da hemen kabulleniverdik vahiy ettiklerini?

Ne kadar da hazırmışız?

Hangi merhaleleri geçerek, ne zamandan bu yana; hangi zaaflarımızla, algılarımızla, sevgilerimizle, isteklerimizle, tembelliklerimizle, açlıklarımızla, korkularımızla, bağlılıklarımızla, bağlarımızla, boyunduruklarımızla,yularlarımızla, bizleri yakalayıp teslim aldılar?

Nasıl teslim olduk?

Evet, teslimiyetimiz kime?

İmanımız kime, neye, nelere?

Allah'ın arşa istivasına mı, yoksa küresel şeytanların arzı istilasına mı teslim olup inanacağız?

"Ey iman edenler, Allah'a iman edin."   

 

Kaynak: İslami Analiz     

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş