metrika yandex
  • $32.19
  • 34.99
  • GA17650

Haberler / Yorum - Analiz

Dünden Bugüne Alevi Açılımı / Bahadır KURBANOĞLU

18.10.2022

Tıpkı dün ve bugün diğer toplumsal kesimler için geçerli olduğu gibi, Aleviler için de kimlik siyaseti ve hak arayışlarının zeminini güçlendirmek, ancak bu zeminin toplum olarak bizi daha güçlü kılacağına inanmış feraset içre bir siyasi akıl; evrensel normları rehber edinmiş bir siyasal tercih; sert tabakalar haline gelmiş devlet tabularını tartışma ve çözüme ulaştırmayı güçlü kılacak adil bir siyasi zemin ile mümkün olur.

Alevi toplumunun şuuraltı, her kimlikte, her kültürel, etnik, dinî ve mezhebî yapıda olduğu gibi tarihsel derinliği ve kırılma anları olan hadiselerle doludur. Bu derinlik, AK Parti’nin iktidara geldiğinde irtibat kurmakta en zorlandığı kesimlerden biri olmasını da beraberinde getirmiştir.

Bu zorluğun tarihsel arka planını oluşturan etmenler özetle şunlardır:

– Alevilerin Osmanlı’ya dayanan tarih algısı,

– Sünnilik ile devletçiliği özdeşleştiren şuuraltı,

– Bunu besleyen ve 70’lerle birlikte Marksist solun üzerlerindeki etkisinin getirdiği ideolojik yük,

– 12 Eylül sonrası, solun dünyada ve Türkiye’de yaşadığı hezimetin ardından ‘insan hakları’ ve ‘toplumsal haklar’ temelli bir kimlik siyasetinin gelişimiyle birlikte aynı şuuraltının korunmaya devam edilmesi,

– Evrensel normlarla tanışmalarına rağmen, dayatmacı laiklik eksenli bir tepkiselliğin sürdürülmesi;

– Tepkiselliğin, maksimalist taleplere evrilip demokratik konsensüslere engel oluşturması,

– Her muhataplık çabasının niyet okumasına tabi tutulup ‘asimilasyonist’ hedeflere bağlanması,

– Alevi toplumunun sorunlarının da kaynağında olan resmî ideolojik devlet kodlarının ve din-devlet ilişkilerinin doğru okunamaması,

– Resmî ideolojiye bağımlılığını sürdüren partilerce sorunların rehin alınması, siyasetinin gölgelenmesi ve suistimale maruz bırakılması,

– Toplumsal empatiye dönük kapıların kapanması sonucu, tarihte benzer mezalimlere maruz kalmış Sünni toplulukların kaynağı aynı olan sorunlarının görmezden gelinip statükocularla aynı mevzide yer alma hatalarının işlenmesini beraberinde getirmiştir.

Oysa Acıyı Bal Edeni Damdan Düşen Anlar   

Bütün bunlarda, gerek Dersim gibi trajedilerin, gerekse 70’lerin yüklerine dayalı olarak ödenen bedellerin/yaşanmışlıkların etkisi görmezden gelinemez. Bu gelenek, Dersim’i uzun yıllar çocuklarına “onların iyiliği için” anlatamamıştır! “Konuşma yasağı” tabiri, zannedilenin aksine, sadece devlet tarafından uygulanan yaptırımlara bir panzehir değil, bir otosansürü içermektedir. Nitekim bunun asıl adı “Hatırlama Yasağı”dır. “Acıyı bal etmek” tabiri de, yaşanan acıları şuuraltına itmenin sosyolojik karşılığıdır. (Nitekim “Atatürksüz Dersim tarihi” de; “Atatürklü ve amalı tarih anlatıları” da sebepsiz ürememiştir. Bunun sağ siyasetteki karşılığının CHP’nin -uzunca bir dönem- İnönü’den itibaren eleştirilmesi ve öncesinin yadsınması olduğu söylenebilir.)

Bu açıdan 2000’li yıllarla birlikte gelen açılım çabaları, Cumhuriyet tarihinin ilkleri olması hasebiyle de değerli olmuş, Alevi topluluklarının kaynaşmalarını da, sorunlarının farklı toplum kesimlerince algılanmasını da, yürünecek yol haritalarının zihin egzersizlerini değerli kılmanın da, siyasete ve topluma bu açıdan etki etmenin de katkılarını sağlamıştır. 2000’ler, “Kara Vagon”; “38”; “Kaybolan Benlikler”, “Dersim” gibi belgesellerin yapılmasını cesaretlendirmiş, tarih tartışmaya açılmış, acılar gündeme getirilmiştir. ‘7T’ tabiri, Alevilerin tarihsel acılarının açılımını ifade eder. “7 uğursuz T” denilen Tedip, Tenkil, Taktil, Tehcir, Temsil, Temdin ve Tasfiye’nin hatırlanması bu yıllarda daha da güçlenmiştir.

Lakin aynı 2000’lere, 90’ların devlet aygıtı eliyle, Alevi karşıtlığıyla hiç ilgisi olmayan Sivas Olayları’nın yarattığı travma da taşınmıştır. Bu açıdan 2008’deki ilk açılım denemelerinde, dönemin Başbakanı’nın Muharrem Orucu’na katılımının protesto edilmesi (298 örgütten sadece beşi katılmış; katılacakların “düşkün” ilan edileceği duyurulmuştu); Cumhuriyet Mitinglerine katılım vesair olaylar da dönemin şartlarının ötesinde -tümü bu derece ideolojik yaklaşmasa da- laiklik ve Sünnilik karşıtlığına yaslananların dominant olduğu vasatı beslemiştir.

Dışlanmışlık Hissi ve Kimlik Siyaseti

Bunların da temelinde sosyo-psikolojik algılara yoğunlukla etki eden “dışlanmışlık hissi” yatmaktaydı. Nitekim “ayrımcılık” ve “eşit vatandaşlık” konusundaki taleplerin psikolojik arka planı buydu. Hukuki ve anayasal çerçeveye kavuşturulması talep edilen birtakım hususlar da bu psikolojinin tamirine dönük çabaları temsil etmekteydi.

Peki bu “kimlikçi hissiyat” Alevi topluluğunun tüm talepleri karşılansa bile giderilebilir mi? Elbette ki hiçbir toplumsal hafıza ve sosyo-politik birikmişlik unsurları bir çırpıda ortadan kalkacak değildir. Bunun inşası karşılıklı zihniyet dönüşümleri, o dönüşümlerin siyasi ve toplumsal dile etkisi gibi, ancak zamanın gösterebileceği koşullara bağlıdır ki önemli olan başlanmış olanı yarıda bırakmamak, kazanımları daha ileri taşımak, meseleyi sadece seçim dönemlerine ilişkin araçsallaştırmamak, “ya hep ya hiç” tutumuna ilişkin de bir “yetmez ama evet” tarzının demokratik sabra hizmetine destek olmak gerekmektedir.

Tarihi Açılımın Miladı 2008’in Kodları

Dönemin psikolojisi ve koşullarını hatırlamakta fayda var:

– O dönemde AK Parti iyi niyetini ortaya koymak ve buzdağını kırmak için Alevilerden üç temsilciyi vekil yapmıştı. (Başbakan olarak, Muharrem Matem Orucu iftarına katılındı. Çeşitli sebeplerle kimliğinden ötürü mağdur edilmiş Aleviler, bizzat kendisi tarafından arandı.)

– Aleviler tarafından asırların birikmiş şuuraltını onarmak kolay değildi elbette. Lakin her şeye rağmen Alevilerin hükümet ile doğrudan iletişime geçmiş olmaları, kimliklerinin tanınmasına, taleplerinin dinlenmesine dönük bir sürecin başlamış olması önemliydi.

– Yıl 2008 olduğu için şunu da hassaten hatırlamakta fayda var: AK Parti o dönemde aslında devleti temsil edecek güce henüz ulaşmamıştı. Muhtıralarla, kapatma tehditleriyle yüz yüzeydi ve tıpkı Aleviler gibi, aslında devletin dindar kesimlerle ya da Diyanet teşkilatıyla da diyalog süreçleri başlatması gerektiği yazılıp çizilmekteydi. Yani AK Parti devlete uzak olduğu kadar, tepesindeki Demokles kılıcı ve vesayet odaklarınca sürekli örselenme tehditleri pahasına bütün toplumsal kesimlerin güçlü bir temsilcisi rolünü ifa etmeye çalışmaktaydı.

– 2009 yılından itibaren yedi çalıştay ve çeşitli toplantılar düzenlendi. Bu çalıştay ve toplantılar bugüne kadar devlet/hükümet tarafından konu hakkında yapılan çalışmaların en kapsamlısı oldu. Hatta Cumhuriyet Hükümetleri arasında ilk defa bir hükümet Alevilerin sorun ve talepleri kapsamında adımlar atılması yönünde bir irade ortaya koymuş ve konuyu bu ölçüde ciddiye almıştı.

– Başarılı ya da başarısız olmasından bağımsız olarak, bilindiği halde görmezden gelinen bir toplumsal sorunun üstü açılmış, konu kamuoyunun gündemine taşınmış, yapılan tartışmalarla çözüm bekleyen temel sorun alanları tespit edilmeye çalışılmıştı.

– Üstelik Alevi Çalıştayları, birbirleriyle ilişkileri kopuk Alevi kesimleri bir araya getirdiği gibi, önemi yadsınamayacak bir öğrenme sürecini ivmelemiş ve sorunların çözümüne ilişkin kamu politikalarının olgunlaşmasına katkı sağlayan tartışmalara kapı aralamıştı.

– Başbakan olduğu dönemde Davutoğlu’nun; Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği tarafından düzenlenen 4. Uluslararası Hacı Bektaş Günü’ne katılarak “Başbakanlık görevini aldıktan sonra Hacı Bektaş Veli’den destur aldım” diyerek Alevi-Sünni geleneklerinin birlikteliğine vurgu yapması çok önemliydi. Hacı Bektaş geleneğine, kendisini de bu geleneğin bir parçası olarak gördüğünü söyleyerek sahip çıkmıştı. “Bir öteleme varsa önce ben müdahale edeceğim” diyerek Alevilere yapılacak her tür ayrımcılığa karşı çıkacağını ifade etmişti. Alevilerin taleplerinin muhakkak yerine getirilmesi gerektiği anlamına gelen net ifadeleri ile hem çözüm iradesinin kararlılıkla devam ettiğini, hem de netleşen talepler üzerinde çalışıldığını göstermişti.

– Hakeza 1 Kasım Seçimleri öncesi, bu tartışmaların sağladığı kazanımları kaynak alarak AK Parti;

– Cemevleri,

– Eğitim sisteminde Alevilik

– Alevilik araştırmaları gibi konularda gerekli adımların atılacağı vaadinde bulunmuş; bu vaat hükümet programına alınmış ve hükümetin, 2016 Eylem Planı’nda üç ay içerisinde gerçekleştirilecek reformlar içerisinde cemevlerine hukuki statü tanınacağı belirtilmişti. Kamuoyu, o dönemde, Haziran 2009’da başlayan sürecin artık reform aşamasına geldiği ve konuya ilişkin somut adımların atılmaya başlanacağına dair umutlanmıştı.

Lakin o dönemde her konuda olduğu gibi bu konuda da frene basılmış ve vaatler tozlu raflara kaldırılmak zorunda kalmıştı. Davutoğlu, geçtiğimiz günlerde bir TV programında da yinelediği üzere, yanında dönemin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ve İslami kesimin önde gelen simalarından Hayrettin Karaman olduğu halde Alevilerin temel sorunlarını ve cemevlerinin ibadethane olarak tanınması konusunu Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yeniden taşımış ama olumsuz yaklaşım sebebiyle konu kapanmak zorunda kalmıştı.

Aynaya Bakmak, Aynaya Baktırmak

Peki bütün bu hikâye bizlere neleri düşündürtmeli? Hangi soruları sordurtmalı? Hangi iç sorgulamaları yaptırtmalı? Ne tür bir siyasi ve vicdani akıl devrede olmalı? Bizleri sarıp sarmalayan ve döngünün sürgit devamını beraberinde getiren ideolojik sarmallardan kurtulmanın çareleri nelerdir? Tarih; sorunları körüklemenin mi yoksa aşmanın mı aracı kılınmalıdır? Sorunları aşmaya hizmet etmeyen ama varoluşa katkı yaptığı iddia edilen tarihle yüzleşmenin metotlarını da konuşmak gerekmez mi? O tarihi anlatıları kimlerin inşa ettiğini, ince elenip sık dokunan ile çarpıtılan arasında bir fark olmadığını, bugünümüze, çocuklarımıza, yarınımıza hizmet etmediğini görmek gerekmez mi?

Bu bağlamda her türlü iç-dış yüzleşmenin fayda getireceği umuduyla bazı hususları paylaşmaya çalışalım:

– Alevi kimliğine ilişkin birbirinden farklı tanımlar ve kimlik üzerinden edinilmeye çalışılan toplumsal taleplerin var olduğunu görmek gerekmektedir.

– En doğrusu şimdilik o tanımları Alevi toplulukların kendilerine bırakıp “ortak taleplerin neler olduğu, o taleplerle nelerin hedeflendiği, maksimalist olup olmadığı” üzerinde durulmalı ve meseleye ayna tutulmalıdır.

– 2008’lerde, Alevilerin kimlik ve insan hakları bağlamındaki taleplerinin de yeni olduğu unutulmamalıdır. Yani doğru olan, birkaç denemenin ardından başarı sağlanıp sağlanmaması değil, toplumsal taleplerin yerine getirilmesi bağlamında gerçekten niyetli olup olmamaktır.

– Aslolan, toplumsal taleplerin siyasete getirisi götürüsü noktasında araç kılınması değildir. Siyasetin bizatihi görevi zaten bu talepleri tartıştırıp, olgunlaştırıp çözüme aracılık etmektir. Siyaseti güçlü kılan da budur. Bir toplumsal yapının korkularının lehine, diğerinin aleyhine bir güç siyaseti (ki aslında bir sanrı) her zaman sahibine de zararlar getirmiştir. Toplumsal taleplerin bastırılması ve kimliklerin birbirine karşı kullanılması şeklindeki hedef, bizatihi eski statükocu vesayet odaklarının işiydi. Bu, bütün bir topluma ve siyasete yönelik bir kötülüktü ve köhnemiş zihniyetin bu siyasetinin sona erdirilmesi gerekiyordu. O köhne yapı zaten, bedeli topluma ne şekilde ödetilirse ödetilsin, kimliklerin korkuları üzerinden kendi güç alanını sağlamlaştırma derdindeydi. Tıpkı 28 Şubat’ta olduğu gibi.

– Alevi kimlikteki Osmanlı tarihi arka planı (mesela Tekke ve Zaviyeler Kanunu’nun Alevi-Bektaşi geleneğine de darbe vurmuş olmasına rağmen) Cumhuriyet’in niteliklerini sahiplenmeyi getirdi.

– Laiklik; 1960’lardan itibaren Alevi kimliğinin devamı açısından hayati görüldü.

– 1970’lerden itibaren içine girdikleri sol mücadele, sadece taleplerinin karşılanmamasını beraberinde getirmedi; aynı zamanda iç örselenme yaşamalarına da sebep oldu. Alevi geleneği, ritüelleri, dedelik gibi kurumları bizatihi o süreçte tahfif edildi. (Yılların getirdiği dönüşümler, dedelik ve muhasiplikten ziyade dernek-vakıf yöneticileri ve fikir adamlarını öne çıkardı.)

– 12 Eylül sonrası “Kimlik Siyaseti” yükseldi; insan hakları temelli mücadele pekişti.

– Lakin; Batılı kurum ve değerleri arkasına alan, azınlık haklarıyla Alevi kimliğinin toplumsal taleplerini iç içe geçiren ve kendisine belli bir meşruiyet alanı oluşturan bu kesimlere ayak bağı olan husus, sosyalist ya da yükünü taşıdığı resmî ideolojik geleneğin maksimalist tepkiselliği oldu.

– Taleplerinin haklılığı ve meşruluğu; “yetmez ama evet” ölçülülüğünde bir tedrici süreci anlayamaz ve işletemez oldu. Yani bu meselede devletçi reflekslerin engelleri kadar (cemevlerinin statüsüyle ilgili ret gibi) kendi içlerindeki maksimalizmin de siyasi, kültürel, kimliksel kazanım önünde engel oluşturması söz konusu oldu. “Ya hep ya hiç”çilerin seslerinin daha fazla çıktığı ve diğerlerinin “düşkün”lükle, oportünistlikle, Alevi toplumuna ihanetle suçlandığı süreçler yaşandı.

– Bu ideolojik tepkiselliği, geleneksel Alevi-Sünni yabancılaşmasını gerek vesayet odaklarınca gerekse Alevi gençler üzerinde vesayet kurmuş olan marjinal örgütlerce tetiklenen olaylar da besledi.

– Bütün bu süreçler devlete ve Sünniliği temsil eden yapılara güveni haklı-haksız tarihsel ve ideolojik sebeplerle zedeledi ve şu genel hissiyat hep körüklendi: Dışlanmışlık hissiyatı ve psikolojisinin hiç değişmeyecek bir kader olarak bellenmesi!

– Dindar kesimleri dışlayıcı, kendileri için ortaya koydukları taleplere onların kazanımlarını da ekleyen maksimalist tutum; makul olan ile olmayanı ayırt etmeksizin;

– Diyanet’in lağvı

– Zorunlu din derslerinin kaldırılması

– Cemevlerinin ibadet yeri olarak tanınması ve desteklenmesi taleplerini iç içe geçirdi.

“Yetmez Ama Evet” ve Hissiyatı Onarmak

Aslında bütün bunlar “birilerince” kimlik siyasetinin argümanları haline getirildi. Birazdan değineceğimiz üzere somut ve reel talepler bunlardan ibaret olmasa da, bugün bile “yetmez ama evet” demeye meyilli olanların baskılanmasına dönük dominant tutum takınanların sesleri herkesten çok çıkmakta.

Bu çerçeve, devletin ötesinde, Sünni kesimlerle karşı karşıya gelmenin argümanlarını içermektedir. Yani Alevilerin siyasi, kültürel ve toplumsal talepleri -velev ki karşılansa bile- farklı unsurlarla kimlik siyaseti, Sünni karşıtı konumlanma ve tepkisellik sürdürülecek gibi görünmektedir. Tabii mağduriyet psikolojisi ve dışlanmışlık hissiyatı devam ettiği sürece. O halde talep edilen makul haklar çerçevesiyle, bu hissiyatı onarıcı adımların atbaşı gitmesi de elzemdir.

Alevi toplumu için çizdiğimiz tablo; yani devlet ve Sünni kesimlerle karşıtlık, azınlık psikolojisiyle onları AB eksenli hukuki dış desteğe de haklı olarak bağımlı kıldı. Süreçler başarısızlıkla kaim olunca bunda yadsınacak bir durum yok. 

Rehine Siyasetinden Kurtulmak

Lakin iç barışımız ve bütünlüğümüz açısından, nasıl ki muhafazakâr kesimin sadece AK Parti uhdesine sıkıştırılıp rehin alınmasını kabul etmiyorsak, Alevi toplumunun geleneksel bazda rehin alındığı alanlardan kurtulmasına vesile olmak da önemlidir:

Demiştik ki; Alevi dernek ve vakıfları, süreç içerisinde tarihle yüzleşmek ve devletle hesaplaşmak yerine, “öteki” olarak Sünni kesimleri bellediği için onların çektiği ızdıraplara da, devlet tarafından yıllarca onların örselenmesine de seyirci kaldı.

Hiç şüphesiz bunda onların CHP’nin doğal müttefiki, sol partilerin oy deposu olmalarının rolü büyük oldu. Geçmişte CHP ve sol partiler de meselenin çözümüne yönelik politikalar ortaya koymaktansa gerilimi daha da sürdürecek bir yaklaşımı benimsediler. ‘Laiklik’ söylemi üzerinden de pekiştirilen Alevi-Sünni karşıtlığı ve bunun yol açtığı toplumsal gerilimden nemalandılar.

Sonuçta; tıpkı dün ve bugün diğer toplumsal kesimler için (28 Şubat’ta dindarlar/mütedeyyinler, cemaatler; 15 Temmuz sonrası toplumun farklı muhalif katmanları; Kürtler vb.) geçerli olduğu gibi, Aleviler için de kimlik siyaseti ve hak arayışlarının zeminini güçlendirmek, ancak bu zeminin toplum olarak bizi daha güçlü kılacağına inanmış feraset içre bir siyasi akıl; evrensel normları rehber edinmiş bir siyasal tercih; sert tabakalar haline gelmiş devlet tabularını tartışma ve çözüme ulaştırmayı güçlü kılacak adil bir siyasi zemin ile mümkün olur.

Böylelikle, toplumun tüm kesimleri için geçerli olan kriterler Aleviler için de temel alınmış olur ki bunlar;

– AB ve AİHM yerine STK’lar ve Meclis.

– CHP ve sol partilerle sınırlanmışlığın ötesinde sağdan-sola tüm siyasi partilerin kapsayıcılığı (Bugün Devlet Bahçeli’nin de içine dahil olduğu bu konsorsiyumun gerçekçi biçimde genişletilmesi).

– Alevi camialarındaki muhataplar ise, geleneksel Sünni karşıtlığı ya da sosyalizan maksimalist taleplerle Alevi kitlesini rehin almaya çaba gösteren yapılar değil, demokrasi merkezli bir medeniyet algısıyla sorunlara yaklaşabilen; “yetmez ama evet” diyebilen; konsensüse açık; Alevi topluluğu içerisinde erdemli duruşlarıyla öne çıkmış kesimler olabilir ancak.

– Halihazırda her şeyin oya tahvil edildiği ve her konunun araçsallaştırıldığı bir ortamda elbette güvensizliğin olması da doğaldır. Ama bu böyledir diye elde edilecek birtakım ilerlemeleri yadsımak da anlamlı değildir. Bugün bu konularda adım atılır, yarın bir sonraki aşamalara geçilebilir. Burada sadece siyaset değil, toplumsal olgunlaşma da önemlidir.

– Öte yandan, bu konuları demokrasinin ve hukuk devletinin tamamen ikame edildiği dönemlere ertelemek de anlamlı değildir. Tartışmalar yapılmalı, uzlaşma ve diyalog süreçleri işletilmelidir. İster iktidar kanadından, isterse muhalif parti ve STK’lardan gelecek öneriler incelenmeli ve yol alınmaya çalışılmalıdır; kim ne hesap yaparsa yapsın.

– İdeal olan husus; Alevi toplumunu, haklara kavuşmanın ötesinde; bunun bir aracının da başkalarının haklarında geriye gidiş olacağı varsayımından kurtaracak; bu beklentinin onları çevrede kalma pozisyonuna mahkûm olmayı belletecek; etnik, mezhebî, siyasi karşıtlık dilinin Sünni kesimlerle yakınlaşma, empati ve farkındalık gayretine de köstek olacağını kanıksatmaktır. Ve bu söylediğimiz, aslında tüm toplumsal kesimler için geçerlidir.

Maksimalizmin Zararları ve Alevilerin Somut Talepleri

– Ayrımcılığın ortadan kaldırılması.

Bu talep diğer tüm taleplerin de özüdür. Günlük yaşamda kullanılan dilden eşit vatandaşlık konusuna kadar geniş bir çepere sahiptir. Sosyo-psikolojik ve hukuksal boyutlar içermektedir. Şunu unutmamak gerekir ki, ayrımcılık ve zaman zaman tahkir içeren dil karşılıklıdır. Dilin adalet ve merhamet ekseninde demokratikleşmesi, zihniyet dönüşümü için de geçerlidir. Mevcut düzenin geçmişte her kesime mezalim uyguladığı gerçeğine odaklanmak farkındalık, empati ve yüzleşme açısından gereklidir.

Alevilerin buradaki sorunu, her türlü yaklaşım ve dili asimilasyonist şüphecilikle tanımlamaya yatkın oluşlarıdır ki bunun ideolojik arka planına yukarıda değinmeye çalıştık.

– Aleviliğin anayasal olarak etnik-kültürel-dinî bir kimlik olarak tanınması.

– Zorunlu din derslerinin kaldırılması ya da (aslında çoğunlukla) din derslerinin içeriğinde Alevilik ile ilgili düzenlemeler yapılması.

– Diyanet işlerinin pozisyonunun laiklik çerçevesinde yeniden düzenlenmesi.

– Cemevlerine ibadethane statüsü verilmesi.

– Alevi dedelerine maaş bağlanıp, statü verilmesi.

Burada bazı noktaların açımlanması ve dikkate sunulması önemlidir: Bazı Alevi topluluklarının maksimalist taleplerinde zımnen, din-devlet ilişkilerini yeniden düzenleme talebi içrektir. Lakin mesela bir talebi “dayatmacı kaba laiklik”i hiç masaya yatırmadan meşrulaştırmaya çalışmak yıllardır sürdürülen sorunlu bir yaklaşımdır. Nitekim o kaba laiklik ve resmî ideolojidir ki aslında bugün Alevi sorununu da bizzat üretmiş ve sürdürülür hale getirmiştir. O açıdan, bu meseleler konuşulmazdan evvel aslolan öncelikle sistemsel yapıyı tanımlayan kavramların içeriğinin dönüştürülmesi ve bunların da anayasaya dercedilmesidir. Alevi topluluklarının zihniyetsel bağlamda köhnemiş ‘laiklik’ anlayışını aşıp en azından ‘Özgürlükçü Laiklik’ kavramsallaştırmasının özünü tartışma konusu etmeleri gerekmektedir. Anayasal hakların anayasaya dercedilmesi talebi haktır ama bunları köhnemiş bir resmî ideolojinin laiklik tanımı üzerinden “ötekilerin” yaşam koşulları ve haklarında dezavantajlar oluşturacak şekilde talep etmek sorunludur.

Üstelik halihazırda devletin dinî kurumlar üzerinde bir tekeli mevcuttur ki bu durum Sünniler için de geçerlidir. Bazı Alevilerin taleplerinde spesifik olarak bu durumun kendi öznel koşulları için istisnaya uğratılması talebi vardır ki bu, inşaatın temelini, çatısını konuşmadan kendi özel dairesini konuşmaya benzemektedir. Yani Türk tipi pozitivist laiklik ve devletin dinî alan üzerindeki kontrol düzlemi değişecekse -ki elbette değişsin- bu, tüm toplum kesimlerinin lehine olmalıdır. Elbette ki Türkiye’deki din-devlet ilişkileri yeniden yapılandırılsın ve sivil toplumu güçlendirir tarzda daha özgürlükçü bir yapıya kavuşsun. Devlet, denetim ve güvenlik rolü dışında bu yapılar üzerinde bir vesayet alanı ya da birini diğerine tercih eden bir yapı oluşturmaya tevessül etmesin.

İfade ettiklerimizin, bazı iktidar mahfilleri tarafından “İbadethane statüsünün Türk devlet ve laiklik anlayışında radikal bir değişime karşılık geldiği açık” diye ünlenerek bunun ‘Türk toplum yapısında yeni sorunlar üretme riski olduğunun’ vurgulanması ile bizim söylediklerimizin ilgisinin olmadığı, umarız yukarıdaki geniş parantez içinde anlaşılmıştır. 

– Cemevlerinin ve dedelerin hukuki statüsü.

Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu, “Hükümetin üç ay içinde geleneksel irfan merkezleri ile cemevlerine hukukî statü tanınacağı ve bu mekânların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde gerekli mevzuat düzenlemesi yapılacağını” vaat etmişti.

O dönemde de aslında Alevilerin bir kısmı, “illa ibadethane olsun” demiyorlar, devlet tarafından hem bu merkezlerin hem de dedelerin resmi olarak tanınması ve hukuki bir statüye kavuşmalarını talep ediyorlar, cemevinin kanun metinlerinde diğer ibadethaneler ile birlikte isminin zikredilmesini yeterli görüyorlardı. Aslında şu an hükümetin Kültür Bakanlığı uhdesinde bir yapı oluşturulması, cemevlerinin her türlü masraflarının karşılanması, dedelere statü verilmesiyle ilgili bunun bir bölümünün karşıladığını da ifade etmek gerek.

Alevi Eğitimi ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersine Yönelik Talepler  

Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi (DKAB) dersi için konunun AİHM kararlarına kadar taşınmış olması elbette Türkiye’nin görmezden gelinemeyecek ciddi bir sorunudur. Maalesef bugüne kadarki düzenlemeler de yetersiz kalmıştır.

Öte yandan zannedilmesin ki bu derslerin içeriğinden Sünni kesimler de muzdarip değildir. Bu da din-devlet ilişkileri bağlamında farklı ve geniş bir sorunun uzantısıdır. Ancak halihazırdaki durum üzerinden bu konu özelindeki talepleri konuştuğumuzda öncelikli itiraz alanının, ‘muafiyet’ durumuna ilişkin olarak yaşanan sorunlardan kaynaklandığı görülmüştür. Yıllar içerisinde, DKAB derslerinden muaf olmanın şartlarının “bu dersten muaf olmak isteyen öğrencileri zor durumda bıraktığı yönünde şikâyetler” dile getirilmiştir. Süreç içinde, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından bir genelgeyle düzenlenen muafiyetlik durumunun yeniden gözden geçirilmesine dönük talepler de bu açıdan gündem olmuştur.

DKAB derslerinin kaldırılması mevcut şartlarda mümkün görülmemekle birlikte, kaldırılması yönündeki taleplerin hem genel olarak toplumda hem de Aleviler arasında nispeten daha azınlıkta bir grup tarafından ifade edildiğini de vurgulamak gerekmektedir. Alevilerin önemli bir kısmı dersin kaldırılmasından ziyade içeriğinin gözden geçirilerek yeniden düzenlenmesi taleplerinde bulunmuşlardır.

Bu konuda AİHM, 2006’dan sonra açılan davalar için dersin içeriğinin değiştirilmesi yönünde üç defa karar vermiş, ancak 2014’te sonuçlanan Mansur Yalçın davasında, yapılan düzenlemelerin yetersiz olduğuna hükmederek öğrencilerin bu dersten muaf tutulmasını öngören bir karar vermişti.

Bu bağlamda süreç içinde geliştirilen ortak ve genel talepler şunlar olmuştur:

– DKAB’nin ortak konularının iki müfredat haline getirilmesi ve “zorunlu ders, seçmeli müfredat” şeklinde okutulması.

– Kaygıları ortadan kaldırmak amacıyla, ders içeriğinde Alevilik bölümünün Alevi inanç önderleri ve Alevilikle ilgili çalışmalar yapan uzmanların katılımıyla hazırlanması.

– Ders içeriğinin din sosyolojisi ve dinler tarihi şeklinde düzenlenmesi, din eğitimi şeklinde tasarlanacak seçmeli derslerle de (müfredat havuzu) ailelerin, çocuklarının dinî eğitimine ilişkin taleplerinin karşılanabileceği, bu seçmeli derslerden birinin de Alevilik olabileceği şeklindeki alternatif öneri.

– Alevilerin, Alevilik inanç ve geleneğini gelecek nesillere aktarabilecekleri araçlardan yoksun olmaları ve cemevlerinin kurumsallaşması ve bir yapıya kavuşturulmasıyla birlikte ileride MEB’in denetimde cemevlerine, Kur’an kursu benzeri bir uygulamayı hayata getirebilecekleri bir yetki sağlanarak Alevi inanç ve geleneğine ilişkin eğitimin verilmesinin yolunun açılması.

– Hacı Bektaş Veli Anadolu Lisesi örneğinde olduğu gibi, İmam Hatip liselerine benzer dedelik-zâkirlik okullarının açılması.

– Tehvid-i Tedrisat Kanunu’nun kaldırılması yönünde Alevilerin, tıpkı Tekke ve Zaviyeler Kanunu’nda olduğu gibi genel bir çekinceleri mevcuttur. Esasında müfredatın çoğulculaştırılması önündeki en büyük engel olan bu kanun, Aleviler de dahil Türkiye’deki diğer tüm dinî cemaatlerin kendi eğitim kurumlarına müsaade etmemektedir.

– Aleviler her ne kadar kendi özel eğitim kurumlarını kurabilecekleri bir yapılanma talep etseler de Tehvid-i Tedrisat Kanunu’na ilişkin çekinceleri ile bu husustaki talepleri çelişmektedir.

– Alevilikle ilgili akademik çalışmalar ve entelektüel birikim eksiktir. Alevilikle ilgili akademik çalışmalar yürütecek bir araştırma enstitüsünün kurulması yönündeki talepler dikkate alınmalıdır.

“Hep Birlikte Kazanmadıkça Hiçbirimiz Kazanamayız”

Sözün özü; 100 yıllık resmî ideolojik kaygıların esiri olmuş toplumsal yapılar maalesef karşılıklı olmak kaydıyla bu korkuların bir bölümünün esiri de kılınmıştır. Haklar konusuyla jeopolitik endişeler hep iç içe dillendirilip engeller oluşturulmuştur. Kitleler haklarını zorlu mücadelelerin ardından temin ettiği gibi, sistem tarafından da ‘birilerinin oyununa gelmek’ propagandasıyla sürekli korkutulmuştur. Korkutan egemenler kendi çıkar sahalarını da böylelikle korur olmuşlar, elde ettikleri gücü yitirmeme adına, kullanışlı buldukları sorunları sürekli buzdolabında tutma gayreti içinde olmuşlardır. Toplumsal yapılar ise, hak talep ederken, başkalarının aynı haklardan istifadesinin önüne sosyo-psikolojik ve sosyo-politik engellerle çıkmışlardır. Bu durum egemen yapıların elini toplumsala karşı güçlü kılmıştır. Kimilerine “Türkiye İran olmasın” diye; kimilerine “Ülke bölünmesin” diye; Kimilerine “Suriyelileşmemek” adına engeller üretilip, o engeller cürümlere dönüştürülmüş; mevcut düzenin tabulaşmış alanlarının sorgulanmaması adına grupsal/toplumsal haklar sürekli ötelenmiştir.

Bugünkü iktidarın Alevi kesimlere dönük adımları seçim sathı mailinin hatırına olsa da, geçmiş açılım tecrübelerinin etkisiyle el çabukluğu marifetiyle gündem edilmiş, bir “yetmez ama evet” durumu hasıl olmuştur. Bunda, geçmiş özgürlükçü dönemdeki tartışmaların, hak talebi çabalarının araştırmalara konu edilmesinin etkisi görmezden gelinemez. O tartışmaların, toplumsal kabulün mazhariyetine de etki ettiği görülebilmelidir. Birçok alanda yasakçı zihniyeti hortlatmış bir iktidar zamanında bile aşılmış olan meseleler kolaylıkla tekrar siyasetin zemininde karşılık bulabilmektedir. Aslında bu durum başörtüsü için de, Kürt halkının talepleriyle alakalı olmak kaydıyla da geçerlidir. Konjonktür ya da toplumun güçlü iradesi, tüm hak ve özgürlük konularını gün gelip -artık yıllar süren tartışmalara mahal bırakmadan- adalet terazisine koyacaktır. Dolayısıyla, her ne şart ve koşulda olursa olsun bu kazanımlar küçümsenmemeli, ileriye doğru taşınma potansiyeli görmezden gelinmemelidir.

Unutmamak gerekir ki toplumsal yapılar bu sistemin bir parçası gibi hareket edip, düzenin korkularını “ötekiler”e karşı kalkan edindikçe hep birlikte kaybetmeye mahkûm olacaklardır. Aksine, tarihsel kötü hafızaları bir kenara bırakıp, geleceğe umutla bakacakları yeni sayfalar açmakla yükümlüdürler. Yeni nesiller birbirini yakından tanıyıp evrensel üst normlarda buluşmak için gayrete geçtikçe, siyasetin ve toplumun daha da güçleneceği unutulmamalıdır.

Tarlasında her yıl en güzel mısırı yetiştiren çiftçinin, bunları komşu tarla sahiplerine de gönderdiği hikâyeyi hiç akıldan çıkarmamalıyız. “Neden böyle yapıyorsun?” diye soranlara şöyle diyordu o çiftçi:

“Rüzgâr olgunlaşan mısırlardan polenleri alır ve çevre tarlalara dağıtır. Eğer komşularım kalitesiz mısır yetiştirirse çapraz tozlaşma sonucunda her geçen sene benim ürettiğim mısırın kalitesinde düşüş olur. Eğer mısırımın kaliteli olmasını istiyorsam, komşularımın da kaliteli mısır yetiştirmelerine yardımcı olmalıyım.”

Hikâyeyi bize aktaran “Bilgi Tozu” hesabı kıssadan hisseyi şöyle özetliyor:

“Yaşamlarımız da tam olarak böyledir. Hayatlarını anlamlı ve iyi bir şekilde yaşamak isteyenler başkalarının hayatlarını da zenginleştirmelidir. Bir yaşamın değeri, dokunduğu hayatlarla ölçülür. Ve mutluluğu seçenler başkalarının mutluluğa ulaşmasına yardım etmelidir…

Gerçek şu ki; hep birlikte kazanmadıkça hiçbirimiz kazanamayız”

Kaynak: Perspektif

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş