metrika yandex
  • $32.5
  • 34.84
  • GA18240

Sanal Olanın Karşı Konulamaz Hükmediciliği veya Esaretin Cazibesi

MEHMET YAŞAR SOYALAN
25.03.2018

TV, sanal medya ve sosyal medya, hayatımızın en merkezi noktasına oturmuş, en temel ihtiyacımız, hatta en kutsalımız, en olmazsa olmazımız olmuş durumda. Tüm olay ve olguları bunlar üzerinden okuyoruz, bunlar üzerinden anlayıp yorumluyoruz. Kendimize ve çevremize bunlarla bakıyoruz. Gözümüze gözlük, kulağımıza kulaklık olmuşlar. Zihnimiz bunların işgalinde, hissiyatımızı bunlar belirliyor. Neyi, kimi seveceğimizi, neden, kimden nefret edeceğimizi, ne yiyip ne içeceğimizi hatta kiminle evleneceğimizi vs hepsine bunlar karar veriyor. Bize tabi olmak düşüyor.

 

TV ile yatıp akıllı telefon ile kalkıyoruz. Varlığımız bu maddi ve sanal canavarlar tarafından paramparça edilmiş durumda. Gözümüz sonu gelmez TV dizilerinin bilmem kaçıncısında, zihnimiz dizi kahramanlarının gerçek hayatta karşılığı olmayan cezbedici ve ayartıcı dünyasının seline kapılmış, süngerleşmiş halde. Hayallerimiz, gördüklerimizin, işittiklerimizin tutsağında, hissiyatımız domura uğramış, akli melekelerimiz rotasını şaşırmış, kabiliyetlerimiz arzu edilene ayarlanmış durumda. Arzularımız, ümidimiz, beklentilerimiz gelecek tasarımcılarının, planlayıcılarının iradesinde haşhaş çekmiş serseri gibi kendisine sunulanın sarhoşluğunda. Parmaklar tuşlara yapışmış, kulaklar kodlanmış seslere şartlandırılmış, ağızlar zaten mühürlü. Eller tuşlara, gözler cama/ekrana tutsak.

 

Beyefendi kendi odasında, hamfendi kendi odasında, küçük beyefendi ve hamfendiler kendi odalarında ya dizi ve filmlerin içinde veya kendi akıllı telefonlarına kilitlenmiş olarak, ya üzgün, ya durgun, ya gergin ama her durumda sarhoş halde, kendi yalnızlıkları ile başbaşalar. Dizi kahramanları arkadaşları, sırdaşları olmuş, dedikoduyu gıybeti bile onlarla yapıyorlar. Filmlerin sunduğu, dünyanın, coğrafyanın, şatafatın, gizemin, insanüstülüğün konforunda kaybolmuşlar. Hayalleri yok, arzularının, isteklerinin ise sınırı yok, çünkü bir ahlaki/etiği, hukuku, kuralı yok. Kuralı kuralsızlık. Şartlandırılmışlığın, öğretilmiş, ezberletilmiş muhtaçlığın esaretinde her sunulana çılgınca saldırmakta. Belletilmiş bir açlığın girdabında kaybolmuş durumda ama bir arama emaresi de yok. En belirgin özelliği bir gerçeklik, bir adalet algılarının, tasavvurlarının olmayışı. Çünkü bu “gerçeklik” algılarını ve bu algıların sınırlarını gerçeklik tasavvuru olmayan sanal irade belirliyor. Biz onu “sanal dünya” ve onun bir parçası olan “sosyal medya” diye isimlendiriyoruz.

 

Sanal olan ile ilişki kurmaya görün. Fark etmiyorsunuz, sizi hemen kuşatıyor. Çok geçmeden bu ilişki, alışkanlığın ötesinde bir gönüllü tutsaklığa, bir bağımlılığa dönüşüyor. İnsanoğlunun daha önce tatmadığı, görmediği bir bağımlılık. Açlığa, susuzluğa dayanıyor ama sanal ve sosyal dünya açlığı onu, çılgına döndürüyor, krize sokuyor. Çaresi ve ilacı da yok

 

Hangisi film, hangisi gerçek, ben hangisini yaşıyorum diye sormuyor, çünkü biliyor, bildiğini sanıyor; film olan gerçek; bütün gerçekler de film. Filmin gerçekliğinde duygulanıyor, gözleri doluyor, boğazına hıçkırıklar hücum ediyor. Her şey oluyor ve bitiyor, TV’de haberler dönüyor, sosyal medyada manipülasyonlar pik yapıyor, o koltuğunda oturuyor, bunları bir film seyreder gibi seyrediyor. Sonra yoruluyor ve uyuyor. Rüyası da dünyası gibi sanal olanın işgalinde. Orada da kaldığı yerden devam ediyor: filimler, diziler…

 

Dünya dönüyor, haberler gerçek oluyor, sular akmıyor, elektrikler yanmıyor, çocuklar ölüyor, anneler ağlıyor. O, camın karşısında, camın içindeymiş gibi kirpiklerini oynatmadan duruyor.

 

Dünyaya ve dünyanın gerçekliğine ya elindeki ya da karşısındaki camın arkasında, onun üzerinden, onun aracılığı ile bakıyor. Gördükleri, onun gösterdikleri, duydukları onun duyurdukları, hissettikleri camın soğuk hissizliği, tek düzeliği, tek boyutluluğu ve saydamlığı. Adeta camın içinde yaşıyor, camın bir elementine dönüşmüş bir kum tanesi konumunda. Cam onun çölü olmuş, o çölde kaybolmuş ve her bir kumla, bütün kumlarla aynılaşmış durumda. Kum gibi cansız, kum gibi iradesiz, kum gibi hissiz ve kum gibi kaybolmuş diğer kumlar arasında, kumlardan bir kum.

 

Evet, bugünün sanal insanını en iyi anlatan şey bu: mini minnacık bir kum tanesi. Tam da ona karşılık geliyor. Sanal dünya da tıpkı bir çöl: ıssız, ucu bucağı olmayan, korkunç, belirsiz, cazibeli, gizemli, yol, geçit vermeyen, her şeyi içinde yutan derin bir çöl.

 

Ama bugünün insanı, ne bir kum tanesi olduğunun farkında, ne de sanal dünyanın, içine gireni yutan bir çöl olduğunu görebiliyor. O kendine sunulanla yetiniyor. Onlar içinde bulundukları hali, bir cennette olma hali olarak görüyorlar. Sadece kendilerine ait teknolojik bir cennet. Susuz, ruhsuz, ıssız, insansız, tek boyutlu bir cennet. Orada istedikleri gibi geziyorlar/sörf ediyorlar,  sanal mekânlar, yurtlar ediniyorlar, dokunamadıkları, ellerinden tutamadıkları sanal arkadaşlar, dostlar, sıcaklıklarını hissedemedikleri aileler ediniyorlar, dost, arkadaş, aile dediklerini bir “tık” ile siliveriyorlar, yok ediyorlar. O da zorluk çıkarmıyor hemen yok oluyor. Farkında olmalılar aslında, içlerinde bir canavar büyütüyorlar. Onlara sorarsan özgürlüğün Nirvana’sında veya dibini bulmuş durumdalar. Onun için sürekli sarhoş, sekr halindeler. Bedenden ve iradeden yoksun teknolojik bir varlığa indirgenmiş bir halde, elektronik bir “bulut” içinde bir hiç gibiler. Bu haliyle bir kum tanesi bile değiller, kum tanesinin kimliği olmasa da bir bedeni, bir varlığı var en azından.

 

İşte, bu elle tutulur, dokunulur, hissedilir madde halinin, sanal maddi hale evirilmesi ile varlığı da bu teknolojik “bulut” içinde buhar haline dönüşüyor. Sanal evren içinde ailesiz, evsiz, yurtsuz, kimliksiz bir sanal varlık. “Sanal” ekini kullanarak bile ona insan demeye dilim varmıyor. Çünkü onda hiçbir insani belirti yok. Zaten iradesizliği nedeni ile iyilik yapabilmesi muhal, ancak bir robota evirildiği için her türlü kötülüğü yapabiliyor. Teknolojik aklın kurşun askeri konumunda. Bu haliyle evrendeki iyiliğin en şuursuz azılı düşmanı kesilmiş.

 

Çarşılarda, sokaklarda gezerken, maaşını aldığı işi yaparken, maişetini kazanmak için ter dökerken, emek, enerji harcarken rutine dönüşmüş hareketleri, kelimeleri, sözcükleri tekrarlayıp dururlar. Yaptıkları bir makinenin, bir robotun refleksinden başka bir şey değil. Ebeveyn olarak yaptıkları da evlat olarak yaptıkları da mevcut yazılımın sınırları içinde dönüp duruyor. Öğretilmiş, kodlanmış ebeveynlik, evlatlık onlarınki.

 

Onun için “sınırlarımız”ın hemen ötesinde olanları, acıları, kulakları tırmalayan çığlıkları, ayaklarına dolaşan çocuk cesetlerini, Afrika’da, Filistin’de, Myanmar’da, Bangldeş’te, Şincan’da yaşananları, bir Hollywood filminden fışkırmış kareler olarak algılıyorlar, öyle görüyorlar. Gerçeklik algıları sanal olana teslim edilmiş durumda. Kendi gerçekliklerini bile bir film gibi yaşadıkları için dünyanın yakıcı gerçekliklerini de o şekilde algılıyorlar. Daha işin başında olanlar, ruhlarını/iradelerini tamamen teslim etmemiş olanlar, sokakta karşılaştıkları yanlışları, olumsuzlukları, vicdansızlıkları, mağdurları, mazlumları görmemek için hemen başlarını çeviriyorlar, olmadı yollarını değiştiriyorlar. Benzer durumlarla televizyon ekranlarında karşılaştıklarında hemen gözlerini çeviriyorlar, olmadı kanalı değiştiriyorlar. Benzer şeyler kendi başlarına geldiğinde umutsuzluk içinde çaresizce kıvranıp duruyorlar. Belki bir kısmını acı terbiye ediyor, onları bir canlı beşer konumuna çıkarıyor ama pek çoğu kum tanesinin kaderine razı oluyor, zamanın boşluğunda kaybolup gidiyorlar. Kendi hayatlarını bir film olarak yaşıyorlar, hayata dokunamadan yok oluyorlar.

 

Afrika’da, Suriye’de, Filistin’de, Myanmar’da, Bangldeş’te, Şincan’da zulümler, katliamlar devam ediyor, annelerin, çocukların kimi açlıktan bedenleri tükenmeye, kimi bedenler kimyasallardan çürümeye, kimi şarapnellerden parçalanmaya devam ediyor. Çocuk cesetleri, genç kızların namusları ayaklara dolanıyor. Biz de camın içinde, camın alaşımındaki bir kum tanesi gibi başka bir elemente, maddeye dönüşerek yokluğa doğru ışınlanıyoruz.

 

Ey insan bu kaçış nereye!

 

Bu kaçış nereden ve kimden!

Yorum Ekle
Yorumlar (3)
Reşat YILDIZ | 26.03.2018 12:47
Hürriyeti, şöhreti ve asaleti, İlahi olana mutlak ve gönüllü teslimiyette mi yoksa sokakta mı ya da sanal çıkmaz sokaklarda mı arayacağız? Kulağımızda küfrün ve fasığın getirdiklerine karşı takılan teyakkuz küpesi varken; Sihirli, büyülü “Modern Hayat” sözcüğüyle örtülüp süslenen Küfrün, önümüze attığı oyuncaklara gösterdiğimiz mal bulmuş Magripli edasıyla havada kapma köpek refleksi, hürriyet arayışımızı esarete, şöhret asabiyet arayışımızı kepazeliğe ve asaleti ise zillete meftun müptela bir esarete çevirmiş durumda da, kimin umurunda? Oysa haktan hak, batıldan batıl südur edecektir elbet ve ancak. Müslüman kimliğiyle karşımıza dikilip bize üst perdeden buyurgan bir eda ile nida edip istikamet gösterenlerin, bir o’su fazla Facebook sayfalarında resimler fikirler paylaşmak ve beğenmekten, hayırlı cumalar ve kandiller mesajları paylaşmaktan ve dahası siyasi deha niteliğinde fikirler ve sloganlarla nara atmaktan namaz bile kılmaya vakit bulamayacak kadar meşgul olanların “dünya hayatı”nın garra yegurru gurur; aldanış, oyun eğlence, mal yığma, süs ve övünmeden ibaret olduğuna imanına inancımız günbegün tamamlanmakta ve pekişmektedir maalesef. Ubudiyeti ve itminanı aradığımız yer elbette bulduğumuz yer ve bulunduğumuz ve de olduğumuz yer olacaktır. İşte bu yerden çetin bir hesaba çekileceğimizin kaybolmayan şuuruyla secdede salya sümük beraat ve mağfiret aramaya teşne bir gönül ihsanına ve bu lütufla hakka ve helale kavuşmaya duacıyız inşallah.
Çağlayan Ömerustaoglu | 25.03.2018 20:53
İnsan özünün tukenisini ne güzel ozetlemissiniz
Halit ATAOĞLU | 25.03.2018 15:41
Toplumun acilen Kur' an ' yönlendirilmesi gerekli. Herkese bu bilinç verilirse gerçekle yüzleşip insanlar kendilerine çeki düzen verebilirler. Diline yüreğine sağlık.