metrika yandex
  • $32.13
  • 34.48
  • GA17570

Ütopyadan Öyküler Güneş’in Ufkundaki Güneş

AYTEN DURMUŞ
23.03.2024

GÜNEŞ VE ÜSTAT: Güneş, Üstat Met’le birlikte yürüyordu. Yolun kenarındaki tarlada birbiriyle oynaşan 5, 6 köpek eniği gördüler. Yavruların sevimliliği Güneş’in hoşuna gitti ve yüzündeki gülümsemeyle Üstada dedi ki:
- Üstadım ne kadar sevimliler ne güzel oynaşıyorlar, değil mi?
Üstat Met dedi ki:  
- Onların böyle sevimlice oynaşmaları bir kemik görünceye kadardır, at bakalım ortalarına bir kemik parçasını. 
Güneş, az sonra bir kemik parçası bulup ortalarına attı. O sevimli enikler, kemiği birbirlerine kaptırmamaya çalışarak derhal hırlaşmaya, boğuşmaya başladılar. Tilki Alme, saklandığı tümseğin arkasında, kemiği kapabilmek için eniklerin iyice birbirlerine girmelerini bekliyor bir yandan da söyleniyordu: 
- Buraların bana ait olduğunu, benden izinsiz hiçbir şey yapamayacaklarını bilmiyorlar mı?
Onun saklandığı yeri ikisi de gördü ve söylenmesini ikisi de duydu. Üstat gülümseyerek öğrencisine bakarken Güneş’in yüzündeki gülümseme kayboldu. Üstat şöyle dedi: 
- Bu dünyadaki herhangi bir varlığı, kendisinin sanan herkes, tıpkı bu tilki Alme gibi hemen ilahlaşmaya başlar. 
İkisi de yarım ağız gülümsediler. 
DERVİŞ POSTUNDA: Güneş, bilgisayarından yazdığı sayfayı açıp şunları yazdı o gün: ‘Kendimi, derviş(!) postu giyinmiş mahlukların arasından -bir adım geri değil- çekebildiğim kadar geri çektim. Çaresizliğin acısıyla yüzümdeki gülümseme dondu kaldı. Yıllardır derslerde okuyup açıkladığım ‘Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten!’ dizelerinde ifade edilen durumu kaç kere yaşamış olmama rağmen, ‘zaten hiç olmadığım bu yerlerden’ bu son geri adımım, aklıma ilk olarak Namık Kemal’in bu dizesini getirdi, nedense!
Dün söyledikleri ve olması gerekenle bugün söyleyip yaptıkları birbirinin zıttı olan, selam torpil olmadan ‘işimin gereği’ diyerek iş yapmayan, gayrı resmi bağlarla birbirlerine ve bir yere bağlı olan çıkar birlikteliklerinin kirli seli karşısında, bir yağmur damlası kadar bile cirmi olmayan ben ne yapabilirdim ki... Bu kirli sele katılmaktansa buharlaşmayı yeğlemekten başka.’ 
İKTİDARDA KİM VAR: Güneş, farklı gazetelerin yazarlarından sesli makale dinliyordu her zamanki gibi ikindi sonrası. Sesli makalede şunlar söyleniyordu: “Bu bağlamda soracağım sorular var: Son yirmi yıllık süreçte kimler, nasıl zenginleşti? Belli makamlara kimler, nasıl yerleşti veya yerleştirildi? Kimler, kendilerinden/cemaatlerinden saymadıkları başkalarına hayat hakkı tanımayacak bir güce (bunun adına daha önce ‘paralel devlet’ denilmişti) ulaştı? Yani biz millet olarak gerçekte kimi iktidar ettik? Önde görünen toplumun muhabbetini kazanmış birkaç kişiyi mi? Yoksa arkadaki kim iktidar olursa derhal ona lokomotif gibi bağlanıp kesesini-kasasını doldurma peşinde olan, devlet gücünü kendileri için kullanan kitleleri mi? Güç kimlerin elinde? Biz kimi iktidar ettik; iktidar ettiklerimiz, kimleri muktedir etti? Gelinen noktada, önceden eleştirip reddettiğimiz ne varsa beş beteriyle yapılıyor mu, yapılmıyor mu?”
Güneş, çayını yudumlarken yeni bir makaleyi daha başlattı. 
YOKSULLUK VE TALAN: O makalede de şunlar söyleniyordu: “Bir yanda, asgari ücret için çatır çatır kahramanlar(?) gibi pazarlık edip gerçek anlamda çalışan emekçilere en az ücreti vermenin yollarını arayanlar; öte yanda ise yıllarca işe gitmeden yüksek maaş alanlar, işe arada bir uğrayıp maaş alanlar, işe kurumda öğle yemeği yemek için gelip maaş alanlar, herhangi bir iş yapmadıkları halde gerçekte olmayan birkaç konum birden kendilerine tevdi edilerek birkaç maaş alanlar, yalnızca yüksek maaş alsın veya emekliliği de yüksek maaş üzerinden olsun diye unvan alanlar, ihale verilenler… devletin tüm imkânlarını ve bulundukları makamı kullanarak, milletin vergisi ve ülkenin zenginlikleriyle oluşan hazineyi har vurup harman savuran, bu ülke ve millete gerçek anlamda aidiyet duymayan, helal-haram umurlarında asla olmayan büyük bir kitle var maalesef. Öbür yanda ise bu ülke ve milletin her varlığını canından aziz bilerek korumaya niyetli ve kararlı olduğundan, talana itiraz edebilecek hiçbir makama getirilmeyen bu milletin soylu evlatları var. 
Ben hakkımı helal etmiyorum, hepsine haram olsun. Bugün hakkımı almaya gücüm yetmeyebilir ama bir de kıyamet var! Malum ya güçsüzün dünyada gerçekleştirilmesi gerekli adaleti, kıyamet gününde istemesi, haksızlığın alıp başını gittiği toplumlarda, mazlumların tek tesellisidir.”
MÜSLÜMAN OLMAK DEMEK: Güneş, okumakta olduğu kitabı açtı. Okuduğu sayfada şunlar yazıyordu: “İslam’ın; dikey, yatay ve evrensel boyutları vardır. 
Dikey boyutu: İnsanın Allah’a karşı sorumlulukları ve görevleri. 
Yatay boyutu: İnsanın diğer insanlara karşı sorumlulukları ve görevleri. 
Evrensel boyutu: İnsanın insan dışındaki tüm varlıklara karşı görev ve sorumlulukları. 
Bunlar çoğu yerde birbirine geçmiş olsa da genel değerlendirme için bu ayrım söz konusudur. Çünkü bunlardan, birincisiyle ‘iyi bir kul’; ikincisiyle ‘iyi bir insan’; üçüncüsüyle de ‘yararlı bir canlı’ olunur. Bunlardan ilki için doğru bilgilerin getirdiği sorumluluğa sahip olmak, diğer ikisinin alt yapısını oluşturur. İlk alanda iyi olmayanlar, kendisinin, insanlığın ve evrenin başına bela olurlar. Dünyadaki tüm sorunlar, bu alanların birbirinden koparılmasıyla ortaya çıkmaktadır. 
Ülkemizde ve (eğer varsa) İslam dünyasında, zahirini İslam’ın alametleri olduğunu düşündükleri görsellerle mücehhez eden ve ibadet boyutunda bazılarını yapan niceleri vardır ki yaptıkları gerçekte gösterişten ibarettir. İslam onların umurlarında değildir, Allah’tan gerçek anlamda bir korkuları yoktur, yeniden diriliş ve hesap günü de hiç akıllarına gelmez. Her türlü suça battıkları, sürekli hak yedikleri, adaleti çiğnedikleri, kayıtsız şartsız güçlüden yana oldukları halde kendilerini Müslümanların en iyisi sanmamaktırlar. 
İkbal’in dizeleri geliyor insanın aklına; İkbal dizelerinde ne diyor:
‘Mutasavvıflara selam olsun, bize bir din getirdiler,
Kelamcılara selam olsun, bize bir din getirdiler,
Fakihlere selam olsun, onlar da bize bir din getirdiler.
Fakat ortaya öyle bir din çıktı ki melekler de şaşırdı, Allah da şaşırdı.’
Çünkü Müslümanlık, yalnızca ‘inandık’ demekle tamamlanan bir durum değildir. Çünkü İslam ve Müslümanlık, yalnız ve yalnız Allah’ın Rab ve ilah olduğuna inanmaktır. Günahları yalnızca Allah’ın affedeceğine inanmaktır. Dini, dünyevi amaçlar için kullanmaması gerektiğini bilmektir. Her durumda hak ve adaletin gereğini yapmak, dosdoğru olmaktır. Kimsenin hakkını-hukukunu çiğnememek, gasp etmemektir. İnsanlara ve yaratılmış tüm varlıkları karşı edepli, terbiyeli olmak yani İslam ahlâkına sahip olmaktır. Ve İslam, Kur’an’ın iki kapağı arasında emredilen ne varsa gücü nispetinde onu olmaya, onu yapmaya çalışmaktır.”
Akif’in dizeleri geldi Güneş’in aklına; 
‘Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile...
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!’
Güneş, pencereden dışarı baktı, güneş ufuktaydı, yön duygusu ve zaman algısı kaybolduğu için güneş doğuyor muydu yoksa batıyor muydu, anlamadı. 

 

Yorum Ekle
Yorumlar (1)
AliCan | 23.03.2024 18:27
İkbal’in dizelerinden: ‘Mutasavvıflara selam olsun, bize bir din getirdiler, Kelamcılara selam olsun, bize bir din getirdiler, Fakihlere selam olsun, onlar da bize bir din getirdiler. Fakat ortaya öyle bir din çıktı ki melekler de şaşırdı, Allah da şaşırdı.’ özetle durum bu.