metrika yandex
  • $32.3
  • 34.78
  • GA17500

Helalleşme, Diyarbakır Anneleri, Cuma Namazı, Togg / İpek Arslan’la - 2

AYTEN DURMUŞ
10.11.2022

İpek Arslan, otuz yıldır ülkemizin farklı sağlık kurumlarında çalışmakta olan tecrübeli bir doktordur. Onunla kendisi ve ülkemizle ilgili bazı konuları konuştuk. Bunları kaydedip yazıya döktükten sonra kendisinin izniyle yayımlamaya karar verdik.

(Kaldığımız yerden devam ediyoruz.)

- İpek Hanım, son dönemlerde biliyorsunuz bir ‘helalleşme’ çağrısı var gündemde. Siz de bu ülkede, 28 Şubat öncesinde okuldan uzaklaştırılmış, sonra meslekten atılmış, daha sonra döndüğünüz meslekten 28 Şubatta bir kere daha atılmış ve pek çok sorun yaşamış birisiniz. Helalleşme çağrısı yapanlara, hakkınızı helâl edecek misiniz?

- Çok açık söylüyorum, hayır! Bir kere böyle helalleşme olmaz. Yaptığı yanlışından dönen ve geçmişini temize çekmek isteyen kişi ya da kuruluş, geçmişte yaptığının acı sonuçlarını gidermeli, açtığı yaraları tedavi etmelidir. Pişman olduğunu açıkça söylemeli, önce özür dilemeli sonra helallik istemelidir. Benim sürecime bakalım; okuldan uzaklaştırıldım, sürüldüm, meslekten atıldım, bireysel davamda haklı bulundum ama bir sonuca ulaşamadım, toplu davamızda yine haklıydık ama bireysel olarak anlamlı sonuçlar alamadık. Suçlular az-çok cezalandırıldı ama bu süreçteki mağduriyetimizin telafisi yapılmadı. E şimdi siz ‘Tüh biz yanlış yapmışız, şimdi sizin oylarınız da bize lazım, bir daha böyle işler yapmayacağız korkmayın, oylarınızı bize verin de mevcut iktidarı birlikte devirelim’ edasıyla helallik istiyorsunuz. Siz benim hangi mağduriyetimi giderdiniz ki helallik istemeye yüzünüz olsun? Asla ve kat’a hakkımı helal etmiyorum, etmeyeceğim. Bir kişi ya da kuruluş ‘helallik’ istedi diye biz hakkımızı helal etmek zorunda da değiliz. O dönemin suçlularına verilen her cezayı az buluyorum. Çünkü yaşadığımız zulümler yalnızca bizim on yıllarımıza değil, tüm hayatımıza ve hayallerimize mal oldu. Yapmak istediklerimiz konusunda, bizi sosyal hayatın dışına iterek atıl bıraktı. Sonra baktık ki yıllar geçmiş, yapmak istediklerimizi yapabilecek gücümüzü kaybetmişiz.

- Sürüldüğünüz ve meslekten atıldığınız dönemde kendinizi hiç suçlu hissettiniz mi?

- Hayır, asla! Ben işimi hep severek yaptım hatta sürülmeden önce çalıştığım kurumdan başarı ödülü bekliyordum ama ödül olarak bir dağ başına nokta atamayla sürgün cezası geldi, ardından da müstafi sayıldım.

- Geçmişte yaptıklarınızdan pişman olduğunuz, farklı davransaydım dediğiniz oldu mu hiç?

- Ben hayat boyu neyi doğru buluyorsam öyle davranmaya çalıştım. Öyle davranmasam kendimi iyi hissetmezdim. Bu düşüncem, bugünkü anlayışıma göre yaptıklarımın doğru olup olmamasından bağımsız olarak böyledir; şimdiki bilgimle o yıllara dönsem aynı mı davranırdım, bundan da bağımsız olarak böyledir. Şimdi geçmişi değerlendiriyorum tabi, bireysel hayatımız açısından attığımız taş, ürküttüğümüz kurbağaya değdi mi değmedi mi diye. Yani özellikle kızlar-kadınlar olarak bizler, çok büyük bedeller ödedik, çok zorluklar yaşadık, kurtuluş sandığımız labirentlere girip çıkış yolu bulamadık, hayatımızın ilerleyen yılları 28 Şubat darbesinin bize yaptırdığı yanlışlar ve kayıplar üzerinde şekillendi. Bunlar, üstü örtük büyük bir acılardır. Bu vebal de darbecilere yeter. 

- Diyarbakır anneleri için ne düşünüyorsunuz?

- Doğrusu gönülden tebrik ediyorum. Kaybedecek bir şeyi kalmayan ya da en değerli varlığını olan çocuklarını kaybeden annelerin ve ailelerin mücadelesidir. Onlar bu mücadeleyi, kendileri ve çocukları için mücadele ettikleri iddiasında olanlara karşı veriyorlar. Çocuklarının ölümü pahasına, çocukları ve kendileri için yapıldığı iddia edilen bir terörizmle mücadele ediyorlar. Bu bilinç çok önemlidir. Bu çocukları çalan katillerin mücadelesi, şu anda neredeyse tüm dayanaklarını kaybetmiş durumdadır. Bu nedenle de artık yabancı ülkelerin maşası, canlı bombası olarak kullanılıyorlar. Böylece İslam düşmanlarının, hep kaos içinde olmasını istedikleri İslam topraklarında, kendileri yerine ölen ‘parasız askerler’ olarak iş görmekteler. Ben, Diyarbakır annelerini ‘sivil kahramanlar’ olarak görmekteyim.

- Bildiğim kadarıyla siz cuma namazı kılmak için camiye gidiyorsunuz. Cuma namazı konusundaki görüşünüz nedir?

- Ben, Cuma suresindeki ayete göre Cuma namazının kadın-erkek tüm inananlara emredildiğine, geçerli mazereti olmayan herkesin Cuma namazına katılması gerektiğine inanıyorum. Ancak cami görevlileri, beni, kendi kabullerine uygun davranmaya mecbur ediyorlar. Yıllardır bu amaçla gittiğim pek çok camiden yer olmadığı gerekçesiyle çıkarıldım. Pek çok camide, belki en alt düzeyde bile eğitime sahip olmayan kişiler tarafından ‘Cuma kadına farz değil, siz niye geliyorsunuz, gidin evinizde kılın’ gibi son derece dışlayıcı, ikincilleştirici cümlelere muhatap oldum. Cuma namazlarındaki hutbelerin de Kur’an’ın o beldede yaşayanların durumuna, sorunlarına yönelik ilkelerinin okunduğu, anlatıldığı bir konuşma olması gerektiğini düşünüyorum. Gittiklerim böyle değildi. Milyonluk kentlerle, köylerin hutbesinin tek metin olarak bir merkezden hazırlanması, Cuma namazının ruhuna ve amacına uygun değildir. Din adına savunulan ve yaşanan pek çok yanlışın Diyanet mensubu bilinçli kişiler ağzından düzeltilmesi ve doğru uygulamaların yapılması gerektiğini düşünüyorum. Tabi din adına söylenen, savunulan ve yaşananların açıklaması, orta yaştan daha çok dijital çağın dijitalleşen gençliğine yapılırsa daha doğru ve yararlı bir iş yapılmış olur.  

- Din adına söylenen ve yapılanların açıklanmasını, neden özellikle dijitalleşen gençliğe yapılmasını gerekli görüyorsunuz?

- İnsanlar daha önceden okumadıkları bir kitaba ve pek de bilmedikleri bir dine inanıyorlardı. Sonra okuma-yazma arttı, insanlar din adına ortaya konulanları okuyup anlamaya başladılar. İşte bu süreçte bizim kuşağımız ve bizden öncekiler, İslam adına öğrendiklerimizden ‘akıl ve mantığımıza ters’ gelen görüşler karşısında ‘Belki benim anlamadığım bir yanı, belki başka bir açıklaması vardır’ diyerek sessiz kalmayı tercih ediyorduk. Yeni kuşak ise bizim sessiz kaldıklarımız karşısında sessiz kalmıyor, seslerini yükseltiyor ve anlamlı bir açıklama istiyorlar. Pek çok genç, Kur’an’da, Yahudilerin dine yaptığı haber verilen ‘kendi görüşlerini elleriyle yazıp bu Allah’ın dinidir’ denilen durumların İslam adına yaşandığı yüzyıllardan kalan yazılı birikimi okuyunca dinden çıkıyor. Hayat boşluk kabul etmediği için de en anlamsız görüşlere açık hale geliyor, en olmadık düşüncelere yöneliyorlar. Bu nedenle önceki ve sonraki durum adına yüksek sesle söylenmesi gereken şudur: Okunup anlaşılmayan bir Kur’an’ın mümini olunamayacağı gibi, bilinmeyen bir dinin de Müslümanı olunamaz. İşte bu nedenle din adına yapılacak açıklamaların tüm insanlarla birlikte dijitalleşen gençliğin ‘akıl ve mantığına’ da yapılmasını istedim. Çünkü: Yeni nesil, inanç, değer ve yaşam tarzı olarak size değil düşmanlarınıza özeniyorsa temsil ettiğiniz medeniyet adına yenilmiş sayılırsınız.

- Cuma namazı vesilesiyle söz ettiğiniz ayrımcı veya ikincilleştiren durum yalnızca DİB’de mi var?

- Hayır, işin kötüsü ailenin, toplumun, siyasetin her yerinde, devletin pek çok kurumunda da tıpkı din adına ortaya konulan metinlerde olduğu gibi eril bir dil ve anlayış hâkimdir. Mesela, üniversite sınavlarında öğrenciler için hazırlanan kitapçıklarda öğrencinin yalnızca baba adı sorulur. Neden? Sınava giren öğrenci yalnızca babadan mı dünyaya gelmiştir? Annenin adı neden yok, babanın adı neden vardır? Ya ikisinin de adını sor ya da hiçbirisini sorma; neden yalnızca baba adını soruyorsun? Bu uygulama, çocuğu babanın sayan cahili anlayışın devamıdır. Aynı şekilde pek çok üniversitenin diplomasında, mezun öğrencinin yalnızca baba adı bulunmaktadır. Ben de yetişmeleri için babalarından daha çok emek verdiğim kendi çocuklarımın üniversite diplomalarında bunu görünce doğrusu çok üzülmüş ve kızmıştım. Durum bu. Hâlâ Cumhuriyetin kuruluşunda ve daha sonraki darbe dönemlerinde tekraren alınan Batı’nın kadını ikincilleştirilmesini yasalaştıran medeni(?) kanunun yanlışlarının izinden gitmekteyiz. Batı yasaları, kadını kocanın soyadını almaya, kendi kütüğünü yok sayıp kocanın kütüğüne geçmeye mahkûm etmiştir. Çünkü düşünsel genlerinde, ‘kadının kocası için yaratıldığı’ görüşü bulunmaktadır. Batının kadın anlayışını ortaya koyan mevcut medeni kanun, İslam’ın insanı tek gören, soyu da kan bağına bağlayan anlayışına aykırıdır.  Batı kökenli olduğu için olmalı, nedense kimse de bu yanlışların sosyal hayattaki izdüşümlerinin farkında olmaya, bunları yüksek sesle söylemeye yanaşmıyor. Sorunlar ortaya saçıldıkça da herkes feryat figan ediyor. Doğru ilkelere sahip bir bilinçle yetiştirmediğiniz insanlardan oluşan bir toplumda ortaya çıkan yanlış davranışlara ve ağır sorunlara kızmaya kimin ne hakkı var ki?

- Evet, gelelim son dönemin en önemli gündemine. Sizinle konuşacağımız konular arasına girmeli midir bilmiyorum ama yine de yerli otomobilimiz TOGG hakkındaki görüşünüzü öğrenmek istiyorum.

- Ülkemiz bir imparatorluk bakiyesidir. Bu nedenle pek çok etnik unsur ülkemizde yaşamaktadır. Devletin kurucu unsuru olan Türk milleti, diğerleriyle inanç veya insanlık ortak paydasında buluşmaya çalışmıştır. Eğer bir kişi, ülke ve millet adına yapılan iyi işlerden mutluluk duyuyorsa o kişi gerçekten o ülkenin evladıdır. Ancak böyle olamıyorsa kimliğinde yazan adı, dini, uyruğu ne olursa olsun o ya bir yabancı ya yabancıların maşası ya da bir mankurttur. Bunların, herhangi bir siyasi veya fikri topluluğa olan kin ve öfkeleri, gerçekte tüm ülke ve millete karşı duydukları kin ve öfkenin dışavurumudur. Şu anda ülkemizde siyasal görüşleri adeta ‘Türkiye düşmanlığı’ olmuş kalabalık kitleler bulunmaktadır. Bunu Gezi olaylarında otobüs duraklarının camlarını indiren, kaldırım taşlarını söken, parklardaki çiçekleri yolan, engelliler için yapılan metro ve üstgeçit asansörlerini parçalayan kişilerin eylemlerinde gördük. Oysa bu ülkenin bir evladı, bunların bir tekini bile yapamaz, bir çiçeği dahi koparmaya kıyamaz. Bu nedenle ben hiçbir zaman Sivas ve Başbağlar olaylarının da bu ülkenin gerçek evlatları tarafından yapıldığına inanmadım. Çünkü biz insan hayatını ve insanın inanç özgürlüğünü tarihimizin her döneminde değerli bulmuş bir milletiz, bu nedenle pek çok azınlık gördükleri zulümlerden kaçarak bizim yurtlarımızda hayat hakkına sahip olmuştur. Gösteri hakkı da başka insanlara, insanların varlıklarına, ülkemize esasında kendimize saldırarak zarar verme hakkı değildir. Biz de yıllar önce ‘Beyaz Yürüyüş’ adı verilen bir başörtüsü eylemi yapmıştık Ankara’da. Yürüyüş bittiğinde, herkesin bulunduğu yeri temiz bırakması anonsu yapıldı. Biz saatler süren o yürüyüşü bitirip ayrıldığımızda her yer tertemizdi. Bir siyasal görüşe karşı olmakla Türkiye’ye düşman olmak arasında önemli bir fark vardır. Bu nedenle TOGG beni çok mutlu etti, çok heyecanlandırdı. Ülkemizde hayati öneme sahip benzer icat ve çalışmalar yapanların, dışarıdan güdümlü aramızdaki yabancılar tarafından yıllarca nasıl engellendiğini, ‘Devrim’ arabası gibi insanımızın zor şartlar altında yaptıklarının dahi üretilip satılmasına nasıl mani olunduğunu hepimiz biliyoruz. Şu anda kullandığım bir arabam var ama kendi arabamızın satışı başladığında bunu satıp inşallah ben de bir TOGG alacağım.

- Zaman ayırdığınız için gönülden teşekkür ederim. Sonraki görüşmemizde, aile ve gençlikten söz etmek istiyorum, uygun görürseniz İpek Hanım

- Estağfurullah, yaralı olmuşsam ne mutlu bana…

Yorum Ekle
Yorumlar (1)
Naciye kaya | 10.11.2022 20:03
Toplumumuzun yaşadığı bu sorunlarından bahsettiğiniz Yazınızın her cümlesine katılıyorum . Helalleşme konusunda da asla hakkımı helal etmiyorum.çünkü yaşadıklarımızın telefisi yok. ve dahi öyle bir düşünceleri yok bu gün ellerine imkan geçse aynı şeyleri yapamasalarda yapmak isterler .