metrika yandex
  • $32.5
  • 34.84
  • GA18240

Haberler / Yorum - Analiz

Mücahid Gültekin: 28 Şubat “tek parti dönemi travması”nı yeniden güncelleyen bir projeydi

26.02.2018

Yrd. Doç. Dr. Mücahid GÜLTEKİN, öncesi ve sorası ile 28 Şubat Sürecini İslami Camia'nın o dönem ve daha sonraki dönem de takındığı  tavırları ele alan yazısını hertaraf.com  için kaleme aldı :

 

28 Şubat , İslami Kesimin En Temel Varlık Göstergelerini Elinden Almakla Tehdit Etti

 

Tek parti dönemi İslami kesimin kollektif hafızasında yer etmiş travmatik bir dönemdi. O yıllarda çok partili sisteme geçilmesiyle İslami kesime tanınan görece özgürlük, dindar ve muhafazakarları sisteme entegre etmekle kalmamış, soğuk savaş düzeninde Amerika’nın tarafında yer almaya da itmişti.  28 Şubat “tek parti dönemi travması”nı yeniden güncelleyen bir projeydi. 28 Şubat dindar ve muhafazakar tabanda birbiriyle ilişkili ve ardışık 4 psikolojik mekanizmayı yerleştirme üzerine işletildi. Bunlar kaybetme korkusu, suçluluk duygusu, içe yönelen muhalefet ve onaylanma/akredite olma ihtiyacıdır.

 

28 Şubat ilkin, İslami kesimin en temel varlık göstergelerini elinden almakla tehdit etti. Bu, o güne kadar edinilmiş kazanımları kaybetme korkusunu tetikledi. Ardından Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı olayları ve Refah Partisi’nin bazı üst düzey yetkililerinin yaptıkları konuşmalar ekranlardan sık sık verildi. Erbakan Hoca’nın çok önceden yapmış olduğu bir konuşmada sarf ettiği “kanlı mı olacak tatlı mı?” sözleri çarpıtılarak sunuldu. Bütün bunlar İslami kesimde bir suçluluk duygusu var etti. Hoca’nın tarikat liderlerine verdiği iftar, Libya gezisi vb. olaylar manipülatif bir şekilde işlendi. Kaybetme korkusuna, suçluluk duygusu da eklenince İslami kesim kendi argümanlarını ve ideallerini sorgulamaya başladı. İçe yönelen bu muhalefet, “Erbakan Hoca’yla olmaz!” yargısını giderek yaygınlaştırdı. “Erbakan Hoca’yla olmaz!” söylemi ulusal basın ve Batılı kaynaklarca desteklendi ve pekiştirildi. Basitleştirerek söyleyecek olursak, “şöyle olursanız bu baskı devam eder; böyle olursanız yanınızdayız.” mesajı veriliyordu. Örneğin o günlerde Refah Partisi’yle ilişkilendirilen MÜSİAD’a açılan kapatma davasıyla birlikte MÜSİAD’ın ilk yaptığı iş Erol Yarar’ın yerine Ali Bayramoğlu’nu geçirmek ve içinde minare yer alan amblemini değiştirmek oldu. Bunlar, 30 yıllık bir geçmişe sahip bir söylemin “gömlek değiştirebileceğinin” ilk göstergeleriydi. Ardından kendi bileşenlerine AB projelerinden/hibelerinden nasıl faydalanacaklarını anlatan eğitimler verdiler, broşürler bastılar.

 

 

AB’ci söylem, içeriden gelen baskıdan kurtulmanın yolu olarak giderek içselleştirildi. Bu İslami kesimin dünya tasavvurunda çok önemli değişikliklere ve kırılmalara sebep oldu. 28 Şubat sözünü ettiğim kimlik değişimini zorlayan bir atmosfer yarattı. Refah Partisi kapatıldı. Erbakan Hoca ve önemli isimler yasaklı hale getirildi. Bütün bunlar özellikle Refah Partisi’yle ilişkili taban ve kurumların, Türkiye üzerinde belirleyici etkisi olan Batıcı söylemin temel argümanlarını (özgürlük, hoşgörü vb.) sahiplenmeyi içerideki baskıyı aşmanın bir yolu olarak görmesine yol açtı. Bu taban ve kurumların bu yeni söylemle var olabilecekleri yeni bir adrese ihtiyaçları vardı. Abdullah Gül’ün Fazilet Partisi kongresinde Recai Kutan’ın karşısında yer alabilmesi bu yeni adresin ilk adımı olarak içeride ve dışarıda desteklendi. “Değişim!” o dönemin sihirli kavramıydı. Ne var ki, “yenilikçi hareketin” ne kadar değiştiği uzun yıllar hep sorgulandı. Destekle birlikte eşzamanlı işleyen bu sorgulama yenilikçi hareketin “değiştik!” söylemini inandırıcı hale getirmesi için daha fazla çaba göstermesini gerekli kıldı. 28 Şubat’ın, Erbakan Hoca’nın daha sonra açıkladığı gibi ABD Dış İşleri’nden gelen bir kriptoyla başladığı dikkate alınacak olursa bunlar daha da anlamlı hale gelmektedir.

 

28 Şubat’ın tetikçileri ile azmettiricisini birbirinden ayırmak gerekir

 

Bu bakımdan 28 Şubat’ın tetikçileri ile azmettiricisini birbirinden ayırmak gerekir. 28 Şubat’ın sahibi Amerika’dır. Dolayısıyla, 28 Şubat darbesinin yargılanması, daha önceki darbelerde olduğu gibi, ABD’yle yüzleşmeyi zorunlu olarak gerekli kılmaktadır. 15 Temmuz’da da durum aynıdır, sadece tetikçiler değişmiştir. 15 Temmuz’un 28 Şubat’tan önemli bir farkı, azmettiricinin daha açık olması, daha açık bir şekilde kendini göstermesidir. Ancak ülkemizde ABD için hala “müttefik” söyleminin dillendiriliyor olması; dahası, Kürecik ve İncirlik gibi hem istihbarî, hem de operasyonel anlamda teröre destek veren üslerin ülkemizde hala faaliyet gösteriyor olması kabul edilemez. Türkiye darbelerin ve terörün kaynağı ABD'yle hesaplaşmak zorundadır. ABD'nin "tehdit ve tekliflerine" boyun eğdiğimiz sürece ülkemize/bölgemize barış ve huzurun gelmesi mümkün değildir.

 

28 Şubat’la ilgili bir diğer önemli nokta İslami kesimin 28 Şubat’ı “biz neler çektik!” nostaljisine indirgemesi, gerekli siyasi dersleri çıkaramamasıdır. 28 Şubat, kollektif hafızamızda “başörtüsü zulmüyle”, “katsayı zulmüyle”, “İHL’lerin kapatılmasıyla”  simgeleştirilmektedir. Halbuki bunlar, Erbakan Hoca’nın İslam Birliği idealini somutlaştırma karşısında ABD tarafından bize kesilen faturaydı. Eğer Erbakan Hoca, Türkiye’yi Batı’dan bağımsızlaştırma gibi bir amaç gütmeseydi, bunların hiç biri yaşanmayabilirdi. 28 Şubat’ta, sorun İHL’ler, başörtüsü ya da Başbakanlık konutunda verilen iftar değildi. Türkiye siyasi bir bağımsızlık iradesi göstermişti. Hoca’nın da asıl suçu buydu. Ancak dramatik olan şey dindar muhafazakar kitlelerin de zamanla bunu sorgular hale gelmeye başlamasıydı.

 

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş