metrika yandex
  • $32.34
  • 34.52
  • GA17200

Haberler / Yazı Dizisi

Ortaoğu'da Neden Çok Savaş /Petrol Var? - II

19.03.2018

Yazarımız  Jeoloji Yüksek Mühendisi Dr. Ahmet ACAR'ın  Ortadoğu'daki Savaşların ve Petrolün Dağılımı ile ilgili yazı dizisinin ikinci  bölümünü

 

ilginize sunuyoruz:

 

Bir önceki yazıda, Ortadoğu’da petrolün çokluğunun, bölgenin jeolojik yapısı ve hidrokarbonların (Petrol ve Doğal Gaz) oluşum şartlarının birlikte bölgede sağlanmış olmasından kaynaklandığını ve yine bölgeye komşu olmasına rağmen "Tür­kiye'de neden Orta Doğu'daki kadar çok petrol yok?" sorusunun cevabı olarak da;

 

GD Anadolu bölgesinde yüzeye kadar ulaşan kıvrımlı ve kırıklı yapıların fazla olması ve bu yapıların petrol ve doğalgaz gibi akışkanları bünyelerinde barındırarak günümüze kadar ulaşacak şekilde büyük ölçüde koru(ya)mamasından kaynaklandığı şeklinde jeolojik olarak açıklanabileceğini belirttikten sonra,

 

Orta Doğu ülkeleri arasında bu coğrafyaya yakın ve çoğunlukla "uzak" komşu ülkelerin de katıldığı 1900'lü yıllardan günümüze kadar süregelen sıcak savaşların ana nedenlerinin başında, bölgenin petrol ve doğalgaz zenginliğinin nasıl paylaşılacağı kavgası olduğunun aklıselim herkes tarafından kabul gören bir görüş olduğu ifade edilmişti.

 

Bu yazıda savaşların (idareler arasındaki) genel nedenleri konusunda yapılan araştırmalardan yararlanılarak bu konu hakkında kısa ve özet bilgiler verip; gelecek yazımızda, petrolün öneminin ortaya çıkmasından sonra, Dünyanın en önemli petrol bölgelerinden olan Ortadoğu’daki savaşlar hakkında bilgiler paylaşılacaktır.

 

 Savaşların genel nedenleri konusunda tarih boyunca birçok teori ileri sürülmüş olup, savaş teorisyenleri, savaşların tüm dönemler ve tüm toplumlar için geçerli derin ve temel nedenleri olduğunu kabul etmişlerdir. Her savaşın, belirli tarihsel koşullardan doğması nedeniyle özgün olduğu sonucuna varılmıştır.

 

Savaş konusunda genel kabul görmeye devam eden Kenneth Waltz’un “İnsan, Devlet ve Savaş” isimli eserinde bahsedildiği gibi savaşlar; insan doğası, devletlerin içsel özellikleri ya da yapısal veya sistemik baskılar üzerinde odaklanmalarına bakarak sınıflandırılabilmektedir.

 

Savaşların genel nedenleri olarak, insanların açgözlü, mücadeleci ve rekabetçi olmaları sayılabilir.

 

 

Açgözlülük konusundaki en yaygın açıklama, savaşın insana ait içgüdü ve arzulardan kaynaklandığıdır. 2400 sene evvel yaşamış olan Antik Yunan tarihçisi Thucydides savaşın nedeninin “açgözlülük ve ihtirastan doğan bir güç hırsı” olduğunu söylemiştir. Savaş, insanlığın var oluşundan beri hep vardır. Çünkü insanın arzu ve tutkuları sonsuzdur. Ancak, bunları karşılayacak kaynaklar hep kısıtlıdır. Bu da kaçınılmaz olarak kendini kan ve şiddet olarak ortaya koyan mücadele ve rekabete yani savaşa yol açar.

 

 

İnsan bencilliğine dair bilimsel destek olarak, genellikle İngiliz biyolog Charles Darwin’in (1809-1882) evrim teorileri ve Herbert Spencer (1820-1903) gibi sosyal Darwinciler tarafından “en güçlü olanın hayatta kalması” doktrini olarak geliştirilen hayatta kalmak için mücadele fikrinde temel bulduğu kabul edilmektedir. Avusturyalı zoolog Konrad Lorenz (1966) gibi evrimci psikologlar, saldırganlığın tüm türlerde rastlanan mülkiyet ve cinsellik içgüdüleri neticesinde, özellikle erkeklerde biyolojik olarak programlandığını ileri sürmektedir. Güçlü olanın hayatta kalması için, savaşın esas nedenleri şunlar olabilir:

 

Bir ülkeyi korumak,

 

Refah ve kaynakları ele geçirmek,

 

Ulusal şan ve şeref elde etmek,

 

Siyasal veya dinsel ilkeleri yaymak,

 

Irksal veya etnik üstünlük elde etmek amacıyla yapılmasına bakılmaksızın savaş, insan doğasıyla yakından bağlantılı olan saldırgan güdüler için gerekli ve kaçınılmaz bir boşalma sağlar.

 

Rekabet hususunda, savaşın esas nedenleri ile ilgili varsayımlar, devletler veya diğer siyasal gruplar arasındaki çekişmeyi “bireysel bencillik ve rekabetin kolektif düzeyde bir ifadesi” olarak tanımlar. Bu tanım aslında güç politikaları hakkındaki klasik realist teorilerle aynıdır.

 

Fakat savaş hakkındaki biyolojik teorilerin de kendine has eksiklikleri vardır. Bu teoriler, insan doğasının değişmez bir veri olduğunu ima ederler. Üstelik  “doğaya” aşırı vurgu yaparlar. İnsan davranışını şekillendiren ve içgüdüleri değiştirebilecek ya da belirli başka yönlere kanalize edebilecek olan sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal faktörlere dair karmaşık “öğrenme süreçlerine” çok az vurgu yaparlar. İnsan doğası hakkında dengesiz bir bakış açısı sunarlar. Bunlara örnek olarak, Aryan ırkının üstünlüğü ve Almanya’nın dünya hâkimiyeti fikri, İkinci Dünya Savaşı’na giden süreçte Nazi saldırganlığına katkı yapmış, Müslüman dünyası ile Batı arasında radikal bir çarpışmaya dayalı Cihat teorileri İslam’a başkaldırı ve terörist hareketlere esin kaynağı olmuştur.

 

Gözden düşmüş bir rejime destek oluşturmak için dikkatleri iç politikadaki başarısızlıklardan kaçırmaya (1992 yılında Arjantin’in Falkland Adaları’na saldırması gibi) yönelik olarak ya da ekonomik durgunluk ve sosyal istikrarsızlık dönemlerinde genç erkek nüfus fazlalığına yol açan demografik baskılar sonucu savaşa başvurulması (İslâm Medeniyeti’nin artan siyasi belirginliğini açıklamak için Huntington (1996) tarafından kullanılan teori), saldırganlık konusunda alternatif ‘içsel’ açıklamalara örnek olarak verilmektedir.

 

Thucydides’in Peleponezya Savaşları eserinde anlatılan ve Melianlılar ve Atinalılar arasında geçen, Atinalıların Sparta ile aralarındaki çatışmada Melianlıların tarafsız kalma isteğini sonuçta reddettiği bir diyalogdur. En sonunda Atinalılar onları kuşatma altına alarak katletmiştir.

 

Çok sayıda sistemik ya da yapısal savaş teorisi geliştirilmiştir. Bunlar arasında en çok ses getireni, devletleri kendi başlarının çaresine bakmaya zorlayan anarşik uluslararası sistemin bir sonucu olarak savaşın kaçınılmaz olduğunu iddia eden neo-realist argüman olmuştur. Bu teorilerin en kötümser versiyonunu, anayasal ya da hükumet biçimleri ne olursa olsun devletlerin yalnızca güvenliklerini değil, güçlerini de maksimize etmeye çalıştıklarına inanan saldırgan realistler geliştirmiştir. Buna göre uluslararası ilişkiler, her zaman hayatın kaçınılmaz bir gerçeği olan ‘askeri çatışmalarla ve bitmek tükenmek bilmeyen bir üstünlük mücadelesiyle’ tanımlanmak zorundadır. Bu eğilim, diğer devletlerin savunmaya yönelik davranışlarını potansiyel veya gerçek bir saldırganlık olarak yorumlamaya yatkın devletlerarasındaki korku ve belirsizliğin doğurduğu güvenlik ikilemiyle daha da artmıştır.

 

            Savaşın uluslararası sistemden tamamen atılmasının tek yolunun bir dünya hükumetinin kurulması, yani anarşinin ortadan kaldırılması olduğu şeklinde bir düşünce vardır. Bununla birlikte realistler böyle bir gelişme ihtimalini çok düşük ve aynı zamanda tehlikeli olarak değerlendirirler.

 

Yapısal savaş teorileri asıl vurguyu esasen ekonomik unsurlar üzerine yapar. Örneğin Marksistler savaşı kapitalist sistemin uluslararası dinamiklerinin bir sonucu olarak görür ve Kapitalist devletlerin yeni pazar, hammadde veya ucuz işgücü kaynakları üzerinde kontrol sağlamak yoluyla kar seviyelerini aynı düzeyde tutma ümidinin bir sonucu olarak genişlemek zorunda kaldıklarından birbirleriyle kaçınılmaz bir şekilde çatışacaklarını öngörür. Bu yüzden tüm savaşların  kapitalist sınıfın çıkarları uğruna yürütülen yağma savaşları olduğunu savunur..

 

Liberaller ise savaşa yönelik ekonomik güdünün, genellikle devletlerin kendine yeten ekonomik birimler olma arayışları sonucunda ortaya çıkan ekonomik milliyetçilik uygulamasından kaynaklandığını düşünür.

 

Sözlük anlamı kendini yönetme olan “Otarşi” arayışı devletleri korumacı politikalara ve nihai kertede sömürgeciliğe yönelterek ekonomik rekabeti derinleştirmekte ve böylece savaş olasılığını artırmaktadır. Genellikle sömürgeci yayılma veya uluslararası ticaretten çekilmenin neden olduğu ekonomik anlamda kendine yeterli olma durumuyla ilişkilendirilir.

 

Fakat ekonomik savaş teorileri, refaha giden yolda ticaretin yayılmacılık ve fetih politikasından daha güvenilir olduğunun kabul edildiği 1945’ten bu yana etkisini kaybetmiştir. Ekonomik baskılar, karşılıklı bağımlılığı ve bütünleşmeyi desteklediği sürece savaş arzusunu artırmak yerine zayıflatmaktadır.

 

Charles Phillips and Alan Axelrod tarafından savaşlarla ilgili yapılan kapsamlı bir araştırma olan “Savaşlar Ansiklopedisi”nde; tarihteki 1723 savaş incelemiş ve bunların nedenleri ortaya konulmuştur. Bu eserde, bu savaşların sadece 123 tanesinin (%7) din kaynaklı olduğu söylenmiştir. (https://en.wikipedia.org/wiki/Religious war)

 

Birçok masum insanın ölmesine neden olan savaşlar, aslında, dinlere baktığımızda savunulacak yanı olmayan olaylar. Ancak insanlar, güçlerini artırmak, daha çok toprağa sahip olmak, egemen olmak, varlıklı olmak gibi gerekçelerle savaşlar çıkarmışlardır.

 

Bunların bir kısmında da belki dini, motive edici, insanları birleştirici bir unsur olarak kullanmışlardır. Buradan hareketle, savaşlar dinler nedeniyle oluyor demek pek anlamlı değildir. Zira bunların arkasında, insanın doyumsuz yanı yatmaktadır. Din ile herhangi bir bağlantısı olmayan, normal şartlarda bir spor ve eğlence alanı olan futbol maçlarında  bile birçok şiddet içeren eylem meydana gelmesi örnek olarak verilebilir. Bunun nedeninin insanın kendini kontrol edememesi, hırslı olması, tahammülsüz olması, acımasız olması gösterilebilir. Demek oluyor ki, asıl kaynak insandır.         

 

 “Dünyadaki tüm kötülüklerin kaynağı dinlerdir” diyen bir takım insanlar vardır. Oysaki bunlar insanın içinde, köreltemediği açgözlülüğü görmezden gelirler.

 

Özetle bu konuda şunu belirtmek gerek, gerçek din ve bizim açımızdan Kur’an’daki din, savunma amaçlı, aşırıya kaçılmayan bir savaşı meşru kılmaktadır. Bunun dışındaki din temelli olduğu iddia edilen savaşlar, insanların, ekonomik, politik, siyasi ve diğer nedenlerle, dini motive edici unsur olarak kullandıkları savaşlardır ya da tamamen dinden bağımsız gerçekleşen savaşlardır. Örneğin, dinlerin en az etkili olduğu 20. yüzyılda, hem sayı hem dünya nüfusuna oranla en çok insanın öldüğü I. ve II. Dünya savaşları gerçekleşmiştir. Bu durumda savaşların kaynağının din olduğunu söylemek çok kolaya kaçarak dini suçlamak olacaktır.

 

Bu konuya bir sonraki yazıda devam edeceğiz.

 

YAZI DİZİSİNİN İLK BÖLÜMÜ İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK'İ TIKLAYINIZ

 

http://www.hertaraf.com/haber-ortaogu-da-neden-cok-savas-petrol-var--1-1522

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş