metrika yandex
  • $32.19
  • 34.99
  • GA17650

Haberler / Yorum - Analiz

Ümmetin Ağır İmtihan(lar)ı / M. Beşir ERYARSOY

05.11.2022

Giriş

Hayrın ve şerrin her türlüsüyle “imtihan edilmek” istisnasız bütün beşeriyet için söz konusudur. Bu imtihanların konusu belli ve sınırlı bir alana münhasır değildir. Geçmişi ve geleceği ile insanlık hayatının tüm zamanlarını, ferdi ve toplumuyla bütün nicelikleriyle beşerî toplulukların tümünü, iyi ve kötü olanıyla insanlığın keyfiyetlerini kapsayacak kadar geniş ve geneldir:

“Her can ölümü tadıcıdır. Biz sizi şer ve hayırla imtihan[1] olmak üzere deneriz. Sonunda bize döne‑ ceksiniz.”[2]

“O hâlde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen hakkı bırakıp onların heveslerine uyma! (Ey insan‑ lar!) Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi, elbette hepinizi bir ümmet yapardı. Fakat O, size verdiği (şeriatlar) ile sizi imtihan etmek istedi.”[3]

“O, sizi yeryüzünün halifeleri yapan ve size verdikleriyle sizi sınamak için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılandır. Şüphesiz Rabbin, cezası pek çabuk olandır ve muhakkak O, mağfiret edendir, rahmet edendir.”[4]

O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır. O Azîz'dir, Gafûr'dur.”[5]

Âyetlerin açıkça vurguladığı gibi:

1. Kullarını “imtihan etmek” hak ve yetkisi Cenâb-ı Allah'a aittir.

2. Her bir olay ve durum, hayır ya da şer olabileceğine göre imtihan belirli bir alana ya da keyfiyete bağlı değildir.

3. Allah, bize verdikleriyle bizi imtihan eder. Bu semâvî bir şeriat da olabilir, dünyevî nitelikli nimetler de olabilir.

4. Dünyadaki ölüm de âhiretteki hayat da bu imtihanın araçları arasındadır.

Durum böyle olduğuna göre; ümmetin içinde bulunduğu ve ümmetin imtihanı ile çok yakından ilgili bulunan mevcut hâlinin iyice değerlendirilmesi gerekir. Böyle bir değerlendirmenin sağlıklı olabilmesi için mevcut durumun hangi şartların sonucu olarak ortaya çıktığını tespit etmek ve bu değerlendirmelerin amacının de belli olması gerekmektedir.

Ümmetin, içinde bulunduğu durumdan memnun olduğunu kabul ettiği kanaatinde değiliz. Hatta ümmet arasında aklı başında bir ferdin dahi bunu kabul edebileceğine ve bu hâlin iyi olduğunu düşünebileceğine ihtimal dahi veremiyoruz.

Dolayısıyla ümmet, içinde bulunduğu hâlden çıkmak istiyorsa önce bu hâlde geliş sürecini iyice anlayıp yorumlamalıdır. Sebep sonuç ilişkisini kavramak burada da bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.

Diğer taraftan ümmetin mevcut hâlinin sebepleri doğru tespit edilebilirse, aynı zamanda memnun olunmayan bu hâlden kurtulup ümmetin bulunması gereken, hilâfet[6], temkîn[7] ve şahitlik[8] konumlarına yükselmesinin gereği de, yol ve imkânları da tespit edilmiş olacaktır.

Ümmetin mevcut durumunu doğru görebilmek ve değerlendirebilmek için ümmetin olması istenen hâlinin niteliklerini ya da tarihte böyle olduğu ittifakla kabul edilen hâlini bilip tespit emek gerekir. Böylelikle hem ümmet tarihindeki sapmaları tayin edebilmek hem mevcut duruma nasıl gelindiğini görmek hem de geleceği istenen şekilde inşa edebilmek için gerekli yol ve yöntemi belirleyip açıklığa kavuşturmak mümkün olacaktır.

Bu sebeple bizler her bir başlığı belki sağlıklı ve ayrıntılı bir şekilde ortaya koyabilmek için uzun ve etraflı çalışmaları gerektiren bu konu için, belli başlıklar altında -ve böyle bir yazının sınırları içerisinde- alelacele bir çerçeve çizmeye gayret edeceğiz.

Ayrıca bu çerçeve yalnızca bir deneme mahiyetinde olup bu alanda yapılabilecek çalışmalara bir ilham kaynağı olabilirse başlı başına bir mutluluk sebebi olarak değerlendirilmelidir.

O hâlde, ümmetin mevcut durumunu ana hatlarıyla da olsa anlayabilmek, sağlıklı değerlendirebilmek ve geleceğe dair gerekli hazırlıkları yapabilmek için bir takım ipuçlarını yakalamak ümidiyle bazı hususlara şöylece bir göz atmaya ya da dikkat çekmeye gayret edelim:

1.Ümmetin İlk İmtihanı

Yukarıda işaret ettiğimiz âyetler, bu ümmetin fertlerinin her zaman ve her vesile ile imtihan edilmekte olduğu gerçeğini ve bu hususta ümmetin ya da onun herhangi bir ferdinin bu genel ve kapsamlı Sünnetullah'ın dışında olmadığını göstermektedir. İmtihan bu derece genel ve kapsamlı olmakla birlikte imtihandan imtihana fark olacağının da tabii kabul edilmesi gerekir. Bu sebeple bizler burada yalnızca konumuz açısından öne çıkması gerektiğini düşündüğümüz bazı ana hususlar üzerinde durmak yolunu seçmek zorundayız.

Ümmetin karşı karşıya kaldığı ilk ve zor imtihanın Rasulullah'ın (s.a.v.) vefatı olduğu -sanırım- tartışılmaz bir meseledir. Bu o kadar ağır bir şoktu ki ümmet için, Hz. Ömer (r.a.) gibi metanetli bir şahsiyet bile bunu kabullenemiyor:

“Muhammed ölmedi, O sadece Musa'nın Tur Dağı'na çıkması gibi Rabbi ile münacâta gitti. Yakında gelecektir. Öldü diyenin kafasını şu kılıcımla uçururum” diye gürlüyordu.

Kimsenin korkusundan dolayı Hz. Ömer'e itiraz etme yolunu seçip seçmediğine dair bir bilgimiz yok. Ancak ashabın kiminin nutku tutulmuş, kiminin ne diyeceğini ne yapacağını bilemeyecek kadar şaşırıp kalmış, kiminin bir köşede sessiz ağlayıp durmuş, kiminin evine kapanmış, gözünde her şey ve her taraf büsbütün kararmış bir hâl aldığı bu husustaki rivayetlerde yer alan bilgiler arasındadır… Yine ilgili kaynakların biz bildirdiğine göre Mescid-i Nebevî'ye nispeten uzak bir yerde oturan Hz. Ebu Bekir, haberi alır almaz koşup gelmiş, önce Efendimiz'i görüp vefatından emin olmuş, arkasından mescide çıkarak önce Hz. Ömer'i teskin edip susmasını sağlamış sonra da:

“Muhammed, ancak bir rasuldür. Ondan evvel nice rasuller gelip geçmiştir. Eğer o, ölür veya öldürülürse ökçele‑ riniz üstünde (dininizden) geriye mi döneceksiniz?”[9]

âyetini hatırlatmış, arkasından kısa bir konuşma ile herkesin gerçeği acı da olsa kabul etmesini sağlamıştı.

Burada imtihan, yalnızca canlarından çok sevdikleri, bütün varlıklarından ve her şeyden üstün tuttukları o eşsiz değerlerini kaybedip sabır ile sınanmalarından ibaret değildi.

Önce hidayet bulmalarına sebep olan âlemlere rahmet bir nebiyi, sonra hidayetlerinin önderini, Rabbimizin başta bu ümmete olmak üzere bütün beşeriyete en büyük Rabbânî armağan olan Kur'ân-ı Kerim'i Allah'tan aldığı gibi kendilerine tebliğ eden yer ile sema arasındaki o eşsiz halkayı da yitirmişlerdi.

İşte bu onlar için şimdiye kadar karşılaştıkları imtihanların en ağırı idi. Bu ağır imtihandan kurtuluşun anahtarını -yakın gelecekte halifelik makamına getirilecek- yine büyük ve dirayetli bir şahsiyet olarak Hz. Ebu Bekir dile getirmişti:

“Muhammed'e ibadet eden varsa bilsin ki o öldü. Allah ise Hayy'dır/diridir, ölmez.”

Böylece bu büyük ve ağır imtihan dâhil her mihnet ve sıkıntıdan kurtuluşun yolunu da göstermiş oluyordu: Her anın yerine getirilmesi gereken ibadeti ne ise onu derhal tespit edip en güzel şekliyle yerine getirip eda etmenin, bütün zorluk ve sıkıntılardan kurtuluşun biricik yolu olduğunu muhataplarına, onlar üzerinden de kıyamete kadar gelecek ümmete hatırlatmış oluyordu.

O zaman için anın yerine getirilmesi gereken en önemli vacibi, ümmetin dağılmasına sebep olacak kadar potansiyel bir tehlike arz eden başsızlığın bir an önce önüne geçmekti ve bu -gelişen olaylardan anlaşıldığı üzere- onlara göre Rasulullah'ın mübarek cesedinin defnedilmesinden de önemli ve öncelikli idi.

İrtidat fitnesi dâhil o zaman ortaya çıkmış bulunan ve çıkması muhtemel bütün fitneler ancak başsızlık fitnesinin önlenmesiyle mümkün olabilmişti. Ashabın bu iş için yani hilâfet için Hz. Ebu Bekir'i tespit etmek feraseti ise başlı başına bir lütuftu; hem onlara hem onlardan sonra geleceklere…

müslüman gibi dua eden sümer vatandaşı #1796740 - uludağ sözlük galeri

2. Fitne Ağırlıklı İmtihan

Esas itibarıyla fitne ve imtihan birbirleriyle yakın anlamlar ihtiva etmekle birlikte fitne kelimesi sözlükte daha kapsamlı bir anlama sahiptir. Fitne kelimesinin gerek Kur'ân-ı Kerim'de gerek sözlükte ihtiva ettiği manalara bakacak olursak hissî ve maddî anlamının yanında iyiyi kötüden, kaliteli olanı öyle olmayandan ayırt etmeyi sağlamak (meselâ, altın ve gümüşün yabancı maddelerden ayırt edilmesi ve arıtılması için yakılıp eritilmesi), manevî olarak eziyet etmek gibi çeşitli anlamlarının da olduğunu görürüz.[10]

Kısacası “kaliteli olanın kalitesizinden ayırt edilebilmesi için altının ateşe sokulması demek olan fitne, insanın ateşe sokulması, cehennemde azaba uğratılması, çeşitli belâ ve musibetlerle, zorluk ve sıkıntılarla sınanması, kargaşa… gibi”[11] anlamlara gelir.

Burada fitne ağırlıklı imtihan ile; Hz. Ebu Bekir (r.a)'in halifeliğe getirilmesinden itibaren Hz. Osman (r.a)'ın şehadeti ile neticelenen ve Hz. Ali (r.a)'nin halifeliğe seçilmesi ile bir süreliğine durulan ama bir süre sonra tekrar baş gösteren ve -Hz. Muaviye'nin (r.a.) halifeliği ile durulsa bile oğlu Yezid'e kendisinden sonra halife olması için zorla biat alarak- Yezid'in başa geçmesiyle halifeliğin saltanata dönüşmesi sonucu olarak ortaya çıkan büyük kargaşa, sapma, zulüm ve hadiseleri kastediyoruz.

Efendimizin vefatından itibaren kısaca işaret ettiğimiz bu olaylar dizisi bize şunu göstermektedir: Ümmetin toplu ve “bıçak sırtı ve kırılma noktaları” olarak nitelendirilebilecek ilk ve daha sonraki ciddi sınanma, imtihana çekilme, sıkıntılarla karşı karşıya kalma noktası hep yönetim çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Fitnelerin ve sınanma noktalarının ortaya çıktığı dönemlerde ve sonradan bu hususlar hakkında yapılan açıklamalar ve gerekçeler ne olursa olsun durumu değiştirmez.

O hâlde buradan şu sonuca varmak mümkün görülebilir:

Din, ideoloji, sistem, rejim ve felsefelerin varlığı ve aslî kimliklerini koruyarak kendilerini vakıa zemininde gerçekleştirmelerinin yanı sıra varlıklarını istenen istikamet ve hedeflere yürümekle birlikte korumaları, kendilerinin istikametlerini ve gerçek kimliklerini ortaya koyan, hedef ve amaçlarını koruyan, uygulayan, gerçekleştiren yetkin ve yeterli bir ümmetin varlığına, bu ümmetin gereklerine uygun bir vaziyette yapılanmasına, bunun bir şekilde sapmamasına ve ortadan kalkmamasına bağlıdır.

3. Halifelikten Saltanata Geçiş

Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Muaviye (r.a.) arasında cereyan eden hadiseler, Hz. Hasan'ın belli şartlarla halifelikten feragat etmesi ve Hz. Muaviye'nin (r.a.) halifeliğe geçmesi ile bir süreliğine durulmuştur. Fakat Hz. Muaviye'nin oğlu Yezid'i kendisinden sonra gelecek yönetici olarak saltanata aday göstermesi ve hayatta iken onun için zorla bey‘at almaya başlaması, Rasulullah'ın vefatı ile boşalan sonradan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.anhum ecmaîn) ile önü alınan, durdurulan fitneyi tekrar uyandırmış oldu.

4. Saltanattan Saltanatlara

Abbasiler (132-656/750-1258) eliyle Emevî Devleti (41-132/661-750)'nin ya da saltanatının yıkılması ve özellikle de Endülüs Emevî Devleti (138-422/746-1031)'nin kurulması ile birlikte saltanat bir iken iki olmuştur.[12]

Böylelikle İslâm tarihinde biri doğuda biri batıda olmak üzere iki ayrı yönetim, iki ayrı saltanat veya halifelik iddiası karşımıza çıkmıştır. Devam eden süreçte “büyük İslâm halifeliği” altında merkezî kabul edilen bağlı saltanatlar -bilhassa Abbasi halifeliği döneminde- hâlinde devam eden yönetimlerle karşı karşıya kalıyoruz. Selçuklulardan Fatımîler'e kadar yani Sünnî ve Şiî yönetimler de bu isim altında toplanan, ismen merkezî otorite ya da temsilci olarak kabul edilen (ve halifelikten çok saltanatı andıran) “Hilâfet”e bağlı idiler. Ama bütün bunların en vurucu, en etkileyici ve göze çarpan anlamı ümmetin bir manada bölünmüşlüğünü ortaya koyması ve bunun göstergesi olması idi.

Her ne kadar ümmet siyasal açıdan böyle bir bölünme ile karşı karşıya idiyse de yine de yönetim dışındaki Müslüman unsur birlik ve uhuvvet duygusu içerisinde idi. Farklı saltanatlardan gelmekle birlikte ümmet arasında sınır engeli, pasaport formalitesi, vatandaşlık ayırımcılıkları gibi bir şey söz konusu değildi. Her şeye rağmen yine biricik güvence, biricik kimlik belgesi “Lâ ilahe illallah Muhammedü'r‑Rasulullah”tı. Kudüs'te, Şam'da veya Bağdat'ta Endülüs'ten gelmiş bir ilim adamının bir ders halkası kurması, çevresindeki insanlara ilim öğretmesi veya onun öğrencilik yapması sık sık görülen hadiselerden idi. Bunun tam aksi de mümkündü, yani doğudan gelen birisinin Kuzey Afrika'da hatta Endülüs'te ders halkalarına katılarak ilim tahsili, ilim neşretmesi de mümkündü ve asla yadırganmazdı. Hatta bu tür ilim tahsili amacıyla yapılan bu yolculukların ayrı ve özel bir adı da vardı: “Rıhle”. Bunun da ötesinde bir ilim adamının ilmî otoritesinin en güçlü göstergelerinden birisi de “rıhle” denilen ve ilim tahsil etmek maksadıyla yapılan bu yolculuklarının çokluğu ve bu yolculuklarında kendilerinden ilim tahsil ettiği hocaları idi.[13]

Bunun en bariz bir sonucu olarak meselâ Zâhirî ve Mâlikî mezheplerinin aynı zamanda Kuzey Afrika'da ve Endülüs'te yaygınlık göstermesi hatta Sünnî mezhepler dışında bazı mezheplerin de ortaya çıkmasıdır.

Orta Doğu'da Büyük Oyun (3) – Gündem Arşivi

5. Modern Devletlere (Ümmetin Dağılmasına) Doğru

Ümmet bu vaziyette iken 19. yüzyılın başlarına gelindiğinde siyasî dağınıklık olmasına rağmen beşerî planda ümmet arasında Müslüman kardeşliği ve ümmet birlikteliğinin, itikadî ve amelî birlikteliklerin büyük ölçüde devam ettiğini görüyoruz.

Diğer taraftan ümmetin dışındaki diğer milletlerin, kavimlerin, uygarlıkların, din mensuplarının, devletlerin çeşitli grupların İslâm'a karşı olanların ve muarızların gittikçe güçlenerek İslâm ümmetine karşı onun varlığını, birliğini tehdit edecek gelişmeler gösterdiği de bir vakıadır.

Bu kadar uzun bir tarihî dönemi atlayıp buraya kadar gelmemizin en önemli sebebi çok ciddi karakteristik değişikliğin bu dönemde ortaya çıkması ve görülmüş olmasındandır. Çünkü bu dönemde artık İslâm toprakları ilmî, kültürel ve ahlâkî bakımdan gerilemeye, daha doğrusu dağılmaya başlamıştır. Hatta ümmetin en azından Osmanlı coğrafyası sınırları içindeki Müslümanların birliklerini siyasal olarak, bu sınırların dışındakileri de duygusal bağlılık olarak bir dereceye kadar koruyan Osmanlı Halifeliğinin yıkılması ile manzara bu açıdan en çarpıcı ve dağılmışlık, fikrî, siyasî, ahlâkî, kültürel ve medeniyet alanında işgal edilmişlikle karşı karşıya kalınma sonucunu vermiştir.

Gerçekte ise hepsi aynı ümmetten olup aynı yönetim ve otoritenin altında bulunması gereken ümmetten adeta ne yapacağını bilemeyen çil yavrusu gibi dağılmış bir fertler yığını kalmıştı geriye.

6. Modern Devletler Girdabında Kurtuluş Arayışları

Batının bir takım coğrafi istilâlar, ticarî sömürge ağları ile başlattığı daha sonra “sanayi hareketi/devrimi” ve “aydınlanma çağı” ile elde ettiği ilmî, teknolojik ve fikrî gelişmeler; İslâm ümmetinin uzun bir dönemden beri kendisini toparlayamamış olması, iç ihtilâflarla uğraşması, ilmî bakımdan batının tehditlerine -en azından karşı koyabilecek kadar- gelişme gösterememesi, İslâmî duyarlılıklarını yavaş yavaş kaybetmesi ile birleşince maalesef 20. asrın başlarından itibaren özellikle I. Dünya Savaşı ile birlikte İslâm ümmetinin siyasal ve coğrafi olarak parçalanmışlığı mümin gönüller için havsalanın kaldıramayacağı kadar ağır bir vakıa olarak ortaya çıktı.

Bütün bunlar gösteriyor ki ümmet Hz. Ebubekir (r.a)'in halifeliğe geçmesinden sonra ve özellikle de Hz. Osman (r.a)'ın şehadeti ile birlikte başlayan (sınav anlamıyla) “iktidar fitnesi”nin güzel bir şekilde yönetilememesi ve değerlendirilememesi neticesinde “İslâm ülkeleri/İslâm toprakları” dediğimiz veya demek zorunda kaldığımız fakat İslâm'ın meşru görmediği, tasvip etmediği bu vakıa ile karşı karşıya kalmamızın sebepleri veya neticeleri ile karşı karşıya bulunuyoruz.

7. Genel Değerlendirme

O hâlde ümmetin problemlerinin nerede yattığının farkında olmamız gerekiyor. Çünkü İslâm devleti kurmak maksadıyla ayrılmış bulunan müstakil bir devlet olarak ortaya çıkan Pakistan bir İslâm cumhuriyeti olmak arzusu ile yolculuğuna başladığı hâlde hâlâ bunu gerçekleştirememiştir.

Afganistan'ın 1980'li yıllarda başlayan, ardından günümüze kadar devam eden iniş çıkışları, zikzakları, çileleri ortadadır. Daha önce Kuzey Afrika'da, Mısır'da, Sudan'da Cezayir'de ve Tunus'ta -Mehdilik hareketinden, Ömer Muhtar'a, Bin Bâdis'e, Hasan el-Bennâ'ya ve hareketlerine, FIS'e kadar- Müslümanların karşı karşıya kaldıkları durumlar, bırakıldıkları hâller, hareketlerinin kendileri vasıtası ile olmasa bile emperyalist ve ümmetin dağılıp yok olmasını amaç edinmiş şer güçler ya da ithal ve müdahil güçler aracılığı ile süreç içerisinde terörize edilmiş bir takım hareketler hâline sokulduklarını veya dışarıya böyle yansıtılarak İslâm'ın meşru ve son derece doğru bir zeminde gerçekleştirilmek istenen taleplerinin, hedef ve gayelerinin de saptırılmaya çalışıldığını görüyoruz.

Durum böyle olduğuna göre bu hususların etraflı bir şekilde incelenip irdelenmesi ve yorumlanması gerektiğini bilhassa vurgulayarak şunu belirtiyoruz ki:

Ümmetin yeniden, ciddi ve sağlıklı bir şekilde durum değerlendirmesi yapması ve esas itibarıyla kendisini nasıl ıslah edip gerçek vazife ve fonksiyonlarını, sorumluluklarını nasıl yerine getirebileceğinin planını, programını ortaya koymasını gerekli hatta zorunlu görüyoruz.

Bu, ümmetin hem kendisine karşı hem de beşeriyete karşı bir sorumluluğudur. Bunu ortaya koyan bir takım buyrukları bu yazının baş tarafında dile getirmiş bulunmaktayız.

Unutmayalım ki Cenab-ı Allah hiçbir kavmin hâlini; içindekini, nefislerini, özlerini değiştirmedikçe değiştirmeyecektir.[14]

Eğer ümmet İslâm'ın istediği manada “halifelik bayrağı” altında yeniden birleşmek istiyorsa diğer sorumluluklarıyla birlikte Ebu Bekr et-Turtûşî'nin şu sözlerine kulak asmak zorundadır:

“İnsanların: Amelleriniz (a‘mâlukum), yöneticileriniz (ummâlukum)dir; siz nasıl olursanız başınıza da sizin gibi yöneticiler getirilir, dediklerini işitir dururdum. Sonunda:

İşte Biz, kazanmakta oldukları (amelleri) yüzünden zalimlerin kimini kimine musallat/yönetici yaparız[15] âyetinin de aynı anlamı dile getirdiğini gördüm. Nitekim eskiden beri şöyle deniyordu: Yaşadığın dönemde gör‑ düğün münkerler, aslında senin amelinin senin aleyhine dönmesinden ibarettir.”[16]

O hâlde;

Ümmetin tamamen ve her alanda kendisini ıslah edip gözden geçirmesi bir zarurettir. Karşı karşıya kaldığımız uzun asırlardan beri devam eden türlü mihnet, sıkıntı ve fitnelerin sonunun ancak bu şekilde ve bununla gelmesinin mümkün olacağına inanıyoruz.

Bunun en önemli yollarından biri ise ümmet arasında “emr bi'l‑ma‘rûf ve nehy ani'l‑ münker: İyiliği emredip kötülükten alıkoymak” müessesesinin gereği gibi etkin ve faal olmasıdır. İmam Ebu Yusuf'un bize aktardığı şu anlamlı anekdota hangi konumda olursak ve kim olursak olalım kulak vermek zorundayız:

Hasan-ı Basrî'den rivayete göre adamın biri Ömer b. el-Hattâb'a:

-Allah'tan kork ey Ömer, diyerek uzun uzun öğütler verdi. Meclistekilerden biri ona:

-Sus artık! Müminlerin emîrine çok söylendin, deyince Ömer (r.a.) o kişiye:

-Ona ilişme! Eğer bu sözü onlar (yönetilenler olarak) bize söylemezlerse onlarda, onların dediklerini bizler (yö‑ netici olarak) kabul etmezsek bizde hayır yoktur demektir, diye karşılık verdi.[17]

Yüce Rabbimizin bu ümmete hak ettiği şekilde gerçek manada yolunu göstermesini, kurtuluş yollarını önüne açarak kolaylaştırmasını, ümmeti küçüğüyle büyüğüyle hak bildiğini gereği gibi söyleyen ve söylenen hak sözü dinleyip en güzel şekilde gereğini yerine getiren kimselerden kılmasını niyaz ediyoruz.

Kaynak: Medeniyet Düşünce ve Kültür Bülteni

 

[1] İmtihan: Altın ve gümüşün imtihan edilmesi, yabancı maddelerden ve cüruftan arınması için ateşte eritilmeleri demektir. Filânı imtihan etmek, gerçek durumunu öğrenmek için sınamak, denemek demektir. Terim olarak: Allah'ın kuluna -imanındaki doğruluk ve samimiyetini ortaya çıkarmak için- dilediği yükümlülükleri yüklemesi suretiyle emre uymakla, hoş olmayan hâlleri başına getirerek sabırla sınaması demektir. Bk. Mısır Arap Dil Kurumu, Mu‘cemu Elfâzi'l‑Kur'âni'l‑Kerîm, Tarihsiz II, 584.

[2] Enbiyâ, 21/35.

[3] Mâide, 5/48

[4] En‘âm, 6/165.

[5] Mülk, 67/2.

[6] Hilâfet/halifelik için bk. Bakara, 2/30; Sâd, 38/26. Hilâfet/ halifelik, çeşitli anlamları olmakla birlikte, işaret ettiğimiz âyetlerde özellikle Allah'ın hükümlerini Allah'ın verdiği -ya da usulüne uygun alınmış- yetki ile yeryüzünde uygulamak, varlık âleminde gösterilmiş sınırlar içerisinde O'nun iradesini geçerli kılıp yeryüzünü yönetip imar etmek demektir. Bk. Mısır Arap Dil Kurumu, a.g.e., I, 351.

[7] Temkîn için bk. Hac, 22/41; Nur, 24/55… Temkîn işaret ettiğimiz âyetlerde özellikle bir şey hakkında tasarrufta bulunma imkânını vermek, bir şeye muktedir kılmak, onu emrine ve tasarrufuna vermek… anlamlarına gelir. Bk. Mısır Arap Dil Kurumu, a.g.e., II, 616-617

[8] Şahitlik için bk. Bakara, 2/143. Âyette sözü edilen şahitlerin yapmaları söz konusu olan şahitlik, sözlü olarak ya da başka bir yolla bir şeye kesin tanıklık etmek ve delil göstermek anlamındadır. Bk. Arap Dil Kurumu, a.g.e., II, 33.

[9] Âli İmrân, 3/144.

[10] Kur'ân-ı Kerim'de fitnenin kullanıldığı anlamları ayrıntılı bir şekilde görmek için meselâ bk. Bk. Ragıb el-Isfahanî, el‑Müfredât fî Garîbi'l‑Kur'ân, Mısır 1381/1961, s. 371-372; Mısır Arap Dil Kurumu, a.g.e., II, 289 vd

[11] Ragıb ve Mısır Arap Dil Kurumu, aynı eserler, aynı yerler.

[12] Emevîlere, Abbasîlere ve onların dışında gerçekte “saltanat” olmakla birlikte “hilâfet”, yönetimin başındakilere “halife” denilmesi, İslâm Hukuku (Şeriat) açısından doğru ve dikkatli bir adlandırma değildir. Çünkü “halife”nin ve hilâfet'in olmazsa olmaz şartı ümmetin ya da ümmetin temsilcileri olan “Hâl ve Akd Ehli”nin uygun yolla alınmış bey‘atı (bîatı)dır. Ek bilgi için bk. M. Beşir Eryarsoy, İslâm Devlet Yapısı, İstanbul 2013, s. 339 vd.

[13] İslâm dünyasında oldukça çok yönlü ve hareketli ticarî yolculuklar ile görüşlerini, mezheplerini ve kanaatlerini yaymak ya da farklı görüş, inanç ve kanaatleri daha yakından tanımak için yapılan ve yoğunlukları ilmî “rıhle”- lerden az olmayan mezhebî ve fikrî yolculukların çokluğu ve kolaylığı da ümmetin birliğinin ve bu birlik şuurunun -yönetim dışında kalan- önemli göstergeleri arasındadır.

[14] Bk. Enfâl, 8/53; Ra‘d, 13/11

[15] En‘âm, 6/ 129.

[16] Ebû Bekr Muhammed b. Muhammed et-Turtûşî, Sirâ‑ cu'l‑Mulûk, Mısır 1289/1872, I, 116.

[17] Ebu Yusuf, Kitâbu'l‑Harâc, Kahire tarihsiz, s. 22.

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş