metrika yandex
  • $32.19
  • 34.99
  • GA17650

Haberler / Yorum - Analiz

Kontrgerilla Siyaseti / Can BİLGİLİ

08.11.2022

Başlığa bakıp “abi ayarı mı bozdun?” diye düşünmeyin. Ayarlar neden bozuk anlamanız için yazıyorum.
 
İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş, devletler yeni dünya düzeninin politik ve askeri olarak kazanan güçleriyle baş başa kalmış, ABD’nin başını çektiği batı bloğu dünyaya yeniden bir şekil vermeye başlamıştır. Öte yandan komünist rejimiyle farklı bir yerde duran SSCB ise bu dünya düzeninde yeniden konum almış, sınır ülkeleri işgal ederek demir perdesini örmek ve rejim ihraç etmeye çalışmakla meşguldür. Kısacası soğuk savaş başlamış, tüm soğukluğuyla sizin de ensenizdedir.
 
Türkiye’nin o dönemki iktidarı böyle bir süreçte, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından ABD ile yakın ilişkiye geçmiş ve Batı bloğunda yerini alma kararlılığı sergilemiştir. Hatta dünya savaşına girmeyerek yaptığı manevralardan dolayı bu ilişkide boynu bükük kalsa da…
 
Misafir ağırlayalım derken kendi elimizle evin anahtarını nasıl verdiğimizi anlatabileceğim döneme ilişkin epeyce ayrıntı var ancak anlatmak istediğimiz şey şu anda bu değil. Belki bir başka yazının konusu olur…
 
İkinci Dünya Savaşı bitimine kadar sürdürdüğü tek parti rejimiyle dönemin Avrupa’sına ayak uyduran Birinci Cumhuriyet böylelikle çok partili rejime yani İkinci Cumhuriyet dönemine geçmiştir. Gördüğünüz üzere ben çok partili döneme geçişi İkinci Cumhuriyet olarak adlandırıyorum. Oysa bilindiği üzere bu kavramı 1960 Askeri Darbesi sonrası ya da 1990’lı yıllarda kullananlar ve kamuoyu oluşturmaya çalışanlar da olmuştur. İlkinde ABD izinli askeri cuntanın onanması, yapılan darbeyi meşru kılmak ve halkın kabulünü yaratmak için yeni dönemin yeni bir Cumhuriyet teklif ettiği pazarlaması yapılmak istenmiş, ikincisinde ise 1990’lı yıllarda aslında ABD eksenli politikaların uygulanabilmesi için ancak bu amaç gizlenerek yeni bir Cumhuriyete ihtiyaç olduğu algısı yaratılmak istenmiştir.
 
Oysa ülke ta o yıllarda, 1947’den itibaren İkinci Cumhuriyet’e geçmiştir. Tek partili rejimden çok partili gibi görünen bir rejime, aslında Batı yani ABD-NATO yönetimine…
 
Çok partili bir Cumhuriyet, toplumsal bir hava yaratılsa da aslında batı çıkarlarını temsil eden kimsenin umurunda değildir. Esas olan Batı ile uyumlu çalışacak, sözlerinden çıkmayacak bir rejim meselesidir. Böylesi bir iktidar gücüne ve uygun kişilere ulaşmanın yolu da buradan geçmektedir. Meşhur süt tozu yardımlarıyla anılan ve ülkeyi bağımsızlık bakımından tehlikeye atan Marshall planı adımları da işte o zamanlar, çok parti denemelerinin yapıldığı 1948’te atılmıştır. Artık rota bellidir. Antikomünizm için NATO’ya girilecek, ülkenin her yerinde NATO üslerine izin verilecek, “dış tehditler kadar iç tehditlere de gereken yapılacaktır”.
 
Dış tehditler için NATO önemli bir araçtır da iç tehditlere karşı ne yapacaksınız? O zaman içeride de bir NATO’ya ihtiyacınız var. İşte çok partili dönemin iktidarı “Menderes” döneminde NATO’nun dolayısıyla ABD’nin ihtiyacı karşılanmış, 1952 yılında “Hususi ve Yardımcı Muharip Birlikleri” adıyla Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde ABD’nin gizli servisi CIA ve NATO iş birliği ile bir birim kurulmuş, daha sonra bu birim 1953 yılında Seferberlik Tetkik Kurulu adını almıştır. Birim dönemin değişen ihtiyaçları kapsamında, üstlendiği roller de değişerek 1970 yılında “Özel Harp Dairesi”, 1992 yılında da “Özel Kuvvetler Komutanlığı” adını almıştır. Şunu da gözden kaçırmamak gerekir ki bu birimin benzerleri Avrupa’nın çoğu ülkesinde, özellikle komünizm tehdidi bulunan her ülkesinde oluşturulmuştur.
 
 
Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra komünistlerin iktidara gelmesini önlemek için kurulan “Gladio” adlı kontrgerilla örgütünün Türkiye’deki uzantısına siyasi literatürde Özel Harp Dairesi, eylemleri gerçekleştirenlere ise kontrgerilla denmiştir. Yani Özel Harp Dairesi resmi silahlı güçlerden oluşurken, onun uzantısı olan kontrgerilla ise işin silahlı ya da silahsız sivil ayağını oluşturmaktadır. Kontrgerilla, üniversitesi, sivil toplumu, medyası, iş dünyası, yerel yönetimi, din kurumu kısacası yaşamın her alanında komünizm ile mücadele amacıyla kurulmuş güçlerden ve kişilerden oluşmuştur.
 
İşin tabii ki en can alıcı konusu da bu birimlerin ve üyelerinin gizlilik içinde olmalarıdır. Yani ABD ve kendilerinin dışında kimsenin bilmediği ne hükümet edenlerin ne yüce olarak onurlandırdığımız “Millet Meclisi ”nin ne de ülke insanının varlığından haberdar olmadığı birim ve kişilerdir bunlar…
 
Ta ki 5 Şubat 1975’e kadar… Kıbrıs Savaşı nedeniyle başlayan ABD ambargosu olmasa belki de daha uzun yıllar bu birimden ve hala da çoğu bilinmeyen kişilerden kimsenin haberi olmayacaktı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar’ın günün birinde Özel Harp Dairesi için ABD’den alınan ödenek kesilince yine dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’ten örtülü ödenek desteği talep etmesiyle birimin varlığı ortaya çıkar. Yani ülkenin kadrolu askeri ABD’den para alarak iş yapmaktadır ve bu artık bilinir hale gelir. Politik dünyanın o zamana kadar olan bitenden haberi yoktur. Ya da bilen varsa bile üç maymunu oynamaktadırlar.
 
Buraya kadar yazdıklarımı artık sağır sultan bile biliyor. Hala bilmeyeniniz varsa bilemem…
 
İşte “Kontrgerilla Siyaseti” kavramı bu gelişmelerin ışığında ortaya çıkıyor. Düşünün hele bir… Komünizm ile yalnızca silahlı mücadele yaparak kazanabilir misiniz? Mümkün değil. İdeolojik nitelik içeren bir konuda mücadele veriyorsanız eğer mücadeleyi sivil alanda da vermelisiniz. Durum böyle olunca da toplumda yeşerebilecek, potansiyel taşıyan ABD çıkarlarına ters ya da muhalif nitelikteki her duruma karşı hassas güçler yaratmak zorunda kalırsınız. Konu sadece komünizm meselesi ile de sınırlı değildir üstelik. Daha geniş anlamda Batı politikalarına aykırı olabilecek her tür görüş ve eylem de aynı kefede değerlendirilmelidir.
 
ABD, NATO ve genel olarak Batı bloğu çizgisinde başlayan ve günümüze kadar yaşanan bu süreç üç aşama halinde görülmelidir. 1945 sonrası başlayan ve 1960 Askeri darbesine kadar geçen dönem ilk aşamadır. Bu aşamada ülkenin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren silahlı güçleri NATO ve ABD çizgisine göre biçim almıştır. Bu biçim alışta ABD ve NATO tarafından yeni kadroların yetiştirilmesi de sağlanmıştır. Zaten şekillenemeyenler de devam eden yıllarda tasfiye edilmiştir. 1960 ve sonraki askeri darbelere, verilen muhtıralara baktığınızda olan biteni anlayabilirsiniz. 1960 ve 1980 sonrası çizgi ise politik partilere ve devlet üst yönetim birimlerine, bürokratlara ayar verilme dönemidir. Tarihsel olarak sizin de bildiğiniz üzere toplumsal düzeye inen çatışmaların, kontrgerilla, gladyo ya da derin devlet, adına ne derseniz deyin çatışmacı faaliyetlerin de en yüksek olduğu dönem de bu dönemdir. 1980 sonrası ise sivil topluma, iş dünyası ve sendikalara gereken ayarın verildiği, 24 Ocak Ekonomik İstikrar Program kararları ile batı merkezli küresel güçlerin ülkeye giriş yaptığı, ekonomi ve politik anlamda piyasa düzeninin değişerek küresel şirketlerin emrine verildiği bir süreçtir. Bu üç süreç içinde komünizm ile mücadele verilirken, komünizmle ilgisi olmayan ancak durumun farkında olan vatansever, yerli bilincinde ezilmesi sağlanmıştır. Üstelik kendini vatansever, milli gibi sunan politik güçlerin marifetiyle… Bütün yaşananlar, her türden entrika ile gizli kapılar ardında hazırlanan senaryoların, gladyo yöntemlerinin uygulanması ile gerçekleşmiştir. Özellikle bilincin ele geçirilmesi bakımından üniversiteler, medya, sivil toplum ve din kurumları, kamuoyunu şekillendiren tüm araçlar bu amaç uğruna çalışmıştır.
 
İşte Türkiye’de politik alanın şu anda da içinde bulunduğu manzara bu tarihsel sürecin sonucudur. Yani kontrgerilla siyasetidir. Sivil siyasetle ilgisi olmayan bir durumdan bahsediyorum.
 
Ne demektir kontrgerilla siyaseti? Politik iktidara, politik güçlere ve kişilere, politik kararların uygulayıcısı olan devlet üst bürokrasisine halkın değil, kontrgerilla güçlerinin karar ve onay verdiği siyasettir. Sivil siyasette politik kişilere, politik partilerin oluşumuna, politik karar vericilerin belirlenmesine, devletin politik kararlarını uygulayacaklara, uygulamanın biçimi ve denetimine doğrudan halk karar verir. Ancak kontrgerilla siyasetinde kararlar zaten çoktan verilmiştir, halktan sanki demokrasi varmış gibi yalnızca oy vermeleri beklenir. Gelişmeler hakkında düşünmesi, konuşması, eleştirmesi, örgütlenmesi, tepki koyması beklenmez, istenmez.
 
Bugünün iş dünyası kurumları başta olmak üzere, sendikalar dahil, medya dahil, üniversiteler dahil tüm toplumsal etki merkezleri kontrgerilla siyasetinin birer aracıdır. Sivil toplum dahi sivil değildir, eğitim de eğitim değildir, din de din değildir. Yaşamın kendisi deseniz hiç sivil değildir. Sivil demek bir insanın bedeniyle, aklıyla, ruhuyla kendini özgürce yaşayabileceği bir toplum düzeni, medeniyet demektir. Sorarım size, bu ülkede hanginiz özgürce kendinizi yaşayabileceğinizi düşünebiliyorsunuz? Ya da özgürlükten ne anlıyorsunuz? Egemen güçlerce ne anlamanız bekleniyor? Üstelik toplumu gerçeklikten uzaklaştıran yapay gündemlerle ele geçirmiş kontrgerilla politik güçleri, egemen medya düzenine, iletişim ve eğitim sistemine, din kurumlarına ve dahi kamuoyunu şekillendiren tüm araçlara, her şeye egemenken bu nasıl mümkün olabilir? Toplumsal alanın yönetimi kontrgerilla politik güçlerinin kontrolü altındadır.
 
Siz sivil, demokratik bir Cumhuriyet düzeninde yaşadığınızı, seçimleri kendinizin yaptığını sanmaya devam edin. Kontrgerillanın emrindeki egemen bir sınıfın size dayattığı dünyaya boyun eğmeye devam edin. Her geçen gün küresel güçlerin çıkar ve ihtiyaçlarına göre şekil alan ve artan baskısına, politik olarak alıklaştırma uygulamalarına maruz kalarak… “E peki ne yapacağız kardeşim? Olan olmuş bir kere, tamam anladık” diye iç geçirenler…
 
Bu sözüm de size…
 
Ustaya sormuşlar, “Her şeyi kaybettik, ne yapacağız?”. Usta gülümsemiş, “Çay koy, yeniden başlayacağız”.
 
Şöyle bir bardak çay hiç fena olmaz doğrusu. Ben demlemeye gidiyorum. Üçüncü Cumhuriyet dönemi uzaktan da olsa görünüyor…
 
Kaynak: Reportare

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş