metrika yandex
  • $32.19
  • 34.99
  • GA17650

Haberler / Yorum - Analiz

Kamusallaşma Sıkıntısı - Ümit Aktaş

08.02.2021

Ahlaka/örfe dayanan sivil toplumla yasaya/iktidara dayanan devlet arasındaki siyasal boşluğu dolduran dinî veya sosyopolitik cemaatleri zorlayan, oluşmaktan ziyade kamusallaşma süreçleridir. Adeta bir doğum gibi yaban(cı) bir dünya ile karşılaşmak, dahası bu dünyanın koşullarına uyum sağlama mecburiyeti, oldukça travmatiktir. Başlangıçta biraz dikkatli ama giderek sertleşen çatışmalı bir seyir izlenir. Özellikle iktidarın ve iktidara tâbileşmiş toplumsal kesimlerin türedi ve hatta düşman bir oluşum olarak gördüğü bu nevzuhur cemaat, baskılanarak yok edilmeye çalışılır. Ancak bu süreçleri aşabilenler giderek toplumsala yerleşirler ve mevcut toplumu değiştirdikleri gibi kendileri de ister istemez değişime uğrarlar.

Bu karşılaşma, dil (anlaşma) sorunundan tutun da dünyaya bakış, yaşama tarzı, siyasal hedefler gibi birçok açıdan sorunlara ve etkileşimlere yol açar. Yeni oluşan cemaatin ortaya koyduğu bir düşünme, inanma ve yaşama tarzı mevcut durumla karşı-t-laşarak hesaplaşır. Yeni olan dünyayı değiştirmek istemektedir, iddiaları ve idealleri vardır. Egemen(ler) ise huzursuzdur. Yabancı bir varlığı bünyesinde barındırmak kadar, egemenliğine de bir halel gelsin istememektedir. Giderek Hegel’in köle-efendi diyalektiğinde anlattığı hikâyenin benzeri bir çatışma süreci yaşanır. Dolayısıyla süreç nasıl başlarsa başlasın, olayın akışı bir iktidar çatışması ve egemenlik mücadelesine dönüşür. Temel sorun ise bu ilişkinin bir egemenlik (raina, itaat, cumhuriyet) ilişkisinden eşitler (unzurna, istişare, demokrasi)[1] ilişkisine dönüştürülebilmesidir.

Günümüzde kamusallaşma olarak ifade edilen bu süreçler, bu tür nevzuhur cemaatlerin toplumsal bünyeye sirayetini ifade etmektedir. Bu karşı-t-laşma giderek dil ve anlaşma (kavramların kullanımı) sorunundan başlamak üzere ahlak (yeni ve farklı bir yaşama tarzı), ideoloji (yeni bir iman, yani dünyayı anlama biçimi) ve iktidar (siyasallaşma) çatışmalarına dek genişler. Kullanılan sözcükler kadar davranışlar da pek farklı değildir aslında. Ama bunların içerdikleri kavramsal, toplumsal ve siyasal kastedişler oldukça farklıdır. Dolayısıyla da, ister istemez ideolojik ve hegemonik bir çatışma, kendine benzeştirme ve tâbileştirme süreci başlar.

Türkiye’de de 1960’lardan itibaren, gerek iç göçlerle değişen sosyolojiyle, gerekse küresel etkilerle birlikte başlayan ideolojik hareketlerle, benzeri bir süreç yaşandı. Türkiye İşçi Partisinde ifadesini bulan sosyalist hareket, Millî Görüş hareketinde ifadesini bulan İslamcılık hareketi ve Kürdî hareketler tarafından oldukça farklı cemaatler (ideolojik örgütlenmeler) oluşturuldu. Cumhuriyetin geleneksel dışlamacı ve baskıcı siyasal denklemini değiştirmek istemeyen egemen güçler, bu muhalif güçleri yıldırmak, yoldan çıkarmak veya terörize ederek yok etmek gibi stratejiler izlemekteydiler.

Nitekim daha çok sendikal faaliyetlere dayanan ve büyük ölçüde şehirli bir tabanı olan TİP hareketi bölünerek zayıflatıldı; buradan türeyen gençlik örgütlerinin büyük bir kesimi ise süreç içerisinde terörize edilerek tasfiye edildi. Millî Görüş hareketi ise kendisini siyasal zeminde tutmakta ısrar ederek aynı akıbete uğramaktan kaçındı. Kürdî hareketlerin de süreç içerisinde dahil olduğu bu kamusallığa sirayet çabaları, Cumhuriyetçi geleneğin hâkim olduğu bir siyasal vasatta, fiilen demokratik bir mücadeleyi ortaya koymaktaydı. Ne var ki Millî Görüş hareketi, cemaatsel ön-oluşumunun karakteristiği nedeniyle, kendi söylemini demokrasi karşıtlığı üzerinde kurmaktaydı. Oysaki salt içerisinde bulunduğu parlamento yapısına dahli dahi, bu ezberi bozan bir cesaretti. Ancak o süreçten itibaren başlayarak, sadece ideolojik dil açısından değil, ahlaki tutum, dünyaya bakış, siyasal idealler açısından da ciddi ve zorlu bir kamusallaşma sorunuyla yüzleşilecekti.

Başlangıçtaki o, J. Ranciere’in de tanımladığı gibi, “sessizlerin sesi ve öfkesi”ni temsil eden dışlanmışları cari siyasete ve kamusallığa sokmanın fiili demokratikliğine karşı, günümüzde bu sürecin devamı niteliğindeki Ak Parti, şimdilerde resmî ideolojiye tâbi ve egemen güçlerin temsilcisi olarak, bu tür ayrık otlarını ve yabanılları temizlemekle istihdam edilmiş durumda. Bir devamdan ziyade bakiye olan Saadet Partisi ise, bir türlü söylemiyle fiilî durumunun arasındaki açıyı kapatamamakta; yani fiilî olarak bulunduğu yerle (muhalefetle) uyumlu bir söylemi tam olarak üretememekte. Adeta uzayın her iki noktasında birden bulunabilen bir elektron gibi, bir ayağı ile daha çok egemenlere yaraşan muhafazakâr bir söyleme, diğeriyle ise muhalifliğe basmakta. Bu egemenliğe dair damar, Osmanlıcılık (Osmanlı aristokrasisine aidiyet) nedeniyle söyleme bulaşmış olan irsî bir hususiyettir. Ama aslına bakılırsa bu temel sorun, bir türlü cemaatsel o ön-oluşumu aşamayan (aşmak istemeyen) bir kamusallaşma korkusuna da dayanmaktadır. 

Cemaatsel sınırların ahlakilikle örülmüş duvarları, sadece korunaklı olmaktan öte, hükmedilmeye de daha uygundur. Hakikatin tecessümüne dair tartışılamazlığın kendine özgü kapalı toplumu, siyasal mücadeledense, tarikat tipi örgütlenmelere daha yatkındır ve bu çelişki, siyasal hesaplaşmalara sokulmamış ahlaki bir mutabakatla bastırılır. Egemenlerin cumhuriyetçi birlikçiliği ise, vaz edilmiş bir sosyopolitik mutabakatın dayatıldığı toplumu bu çerçevede baskılayarak hakkı hukukla, halkı ise ulusallıkla sınırlar. “Konsensus (mutabakat), halkı nüfusa indirgemeye çalıştığı ölçüde hakkı da olguya indirgemeye çalışır. O hiç durmadan, hakla olgu arasındaki -hukukun ve halkın bölünmesini sağlayan- tüm bu yarıkları doldurmaya çalışır. Politik bir topluluk böylece etik bir topluluğa, herkesin dahil edildiği varsayılan tek bir halkı bir araya getiren bir topluluğa dönüştürülme eğilimindedir. Fakat bu hesaplaşma süreci dışlanmış adını verdiği bir”[2] hesapta olmayanla, politik bir özne ile karşılaşır. Bu karşı-t-laşma ise tüm hesapların alt üst olduğu bir dalgalanmaya, ötekileri de dikkate almaya zorlayan ve yıkıcılıkla suçlanan bir mutabakatsızlığa, yani siyasetin demokratikleşmesine yol açar. Bu süreç boyunca, egemenler ile yurttaşların hukuku, olabildiğince insanlar arası ilişkiye; yani insan haklarını esas alan bir eşitler ilişkisine dönüşür.

Ahlaki cemaatten siyasal topluma geçiş ise, özellikle ahlakçılar açısından, bir düşüş olarak mülahaza edilir. Cemaatsel birliğin ve dirliğin sarsıldığı bu süreç, birliği korumaya çalışan ahlakçılarla kendi dışındakilerle hesaplaşmaya girmek isteyenler arasında bir gerilime/çatışmaya dönüşür. Siyaset ise tam da bu çatışmanın çıktığı noktada başlar ve bu içsel yarılma, dışarıyla sürdürdüğü hesaplaşmalar sürecinde başka kan kayıplarıyla yoluna devam eder. Cemaatin ahlaki kurgusu, bu siyasallaşma sürecinde başkalarının da dahil olduğu bir ilişkiselliğe açılır. Bu süreç, devletle toplum karşıtlığındaki bir tarafa aitleşme biçiminin baskısına karşı, tarafların özgülleştirdiği yasa ile ahlak arasındaki ilişkiselliği sağlamaya dair bir çabada müsbetleşebilir. Sürecin gidişatının olumluluğu ise, bir mutabakat üretmekten ziyade, mutabakat dışı kalmış olan sesleri çoğaltarak, etik, etnik veya ideolojik toplulukların da dahil olduğu bir müzakere sürecini çoğullaştırarak etkinleştirmektir.

Tabi ki kendi geleneksel kodlarını ve konforlarını bozmak istemeyen egemen güçler açısından bu bir bozgunculuk olarak anlaşılacaktır. Ve hatta bu tepki, cemaatlerin henüz siyasallaşmanın bu huzur bozucu yönüne alışamamış olan kendi tabanında da, bir ahlaksızlaşma/yozlaşma anlamına gelebilecektir. Bu durumda ise verili dünyayla çatışmalı bir ilişkiye girmektense cemaatsel dünyanın henüz sahici bir imtihandan geçirilmemiş saflığı ve sükûnetiyle yetinmeye dair sesler de yükselecektir. 

Yani dış dünyanın korkusuyla kendi içine çekilip cemaatsel dilini korumak veya en fazla rahmetli Necmeddin Erbakan Hoca’nın deyimiyle söylemini bir tür kuşdili ile ifade ederek sahici bir kamusal dil oluşturmaktan kaçınmak; temel olarak bu kamusal dünyada yaşamakla birlikte, kendi özgün söylemini, eylemini ve ahlakını oluşturamamaya yol açan bir kamusallaşma korkusu veya sıkıntısıdır. Sistemin icbarına da dayanan bu cesaretsizlik veya ikicilik (şizofreni), sonuçta mürai bir karakteristiğe de yol açacaktır. Cihan Aktaş’ın “Bacıdan Bayana” adlı eserinde tahkiye ettiği bu koru(n)macı tavır, bir yandan mahcup ve cesaretsiz bir büyümenin acemilikleriyle malulken, öte yandan ise çocuğunu kötülükten veya hastalıktan korumak için korunaklı bir atmosferde büyüten ebeveynlerin, dış atmosfere ve mikroplara (kötülüklere) karşı dayanıksız bir nesil yetiştirmelerine benzemektedir. Ama temel olarak baskıcı rejimler veya eğitimler, sonuçta kendisine güvensiz, cemaat ile kamusallık arasında bölünmüş, ikilemler ve ahlaki zaaflar içerisinde olan bir toplumsallığın veya büyümenin asıl müsebbibidir. Bu belki kendince bir halkın uslandırılması, ıslahı ya da terbiyesidir ama sonuçta arzulananın tam tersi, ahlaki ilkelerinden uzaklaşmış, hınçlı, tatminsiz, fırsatçı, bencil… kuşakların ortaya çıkmasına da neden olabilir.

Nitekim Ak Parti’nin günümüzde içerisine düştüğü çelişkiler ve sorunlar, diğer eksiklikler bir yana, bu tür zaaflara da dayanmaktadır. Zira başlangıçta Türkiye sathında dağınık olarak teşekkül etmiş olan cemaatleri birleştirerek siyasal bir harekete dönüştüren Millî Görüş hareketi, bu hareketi giderek fiili olarak yer aldığı demokratik mücadeleye uygun bir söyleme ve eyleme dönüştürmektense, bu cemaatsel yapıları koruma veya kendisine bağlı tutma kaygısıyla, yani bir tür kamusallaşma korkusuyla, olduğu haliyle korumayı yeğlemişti. Tabi ki bunda cemaatsel yapıların isteksizlikleri ve iç dirençleri de etkili olmuştu. Dolayısıyla muhalif bir hareket için belki de daha yararlı olan bu cemaatsel direnç, süreç iktidarlaşmaya doğru evrilince, kamusal bir dil, ahlak ve siyaset oluşturamamanın tüm sıkıntılarıyla yüzleşmeye ve beklenilmedik bir yozlaşmaya duçar olunacaktı. Ve hatta cemaatsel yapıların en dirençli noktaları bile hiç de beklenilmedik bir biçimde kırılacak ve muhalif olunan Cumhuriyetin en abes töreleri bile kutsanarak içselleştirilecekti.

Sözgelimi Anıtkabir ziyareti paylaşımları, laiklik savunuları, Atatürkçülük hevesleri; beri yandan Kürtleri bir etnisite olarak görmezlikten gelme yaklaşımları, Alevilerin hakları konusundaki geleneksel direnci sürdürme gayretleri, Hrant Dink ve Tahir Elçi cinayetlerinde temsil edilen apaçık suikastları bile neredeyse faili meçhule dönüştürme tavırları; hakkın yerine yasanın savunusu, kamu kaynaklarının eşitsiz kullanımı… Kısacası, imtiyazlı bir yeni sınıf oluşturma çabası gibi kendi asli söyleminden uzak bir devletlû anlayışa ulanma halleri. Tabi ki bu tam olarak devletin ideolojisini benimsemekten de ziyade, kamusallaşma sorununu var olan iktidar mekaniğine yerleşerek aşma kolaycılığıdır. Hatta içerisine yerleşilmiş olan kamusallığa ait ol(a)mamanın ve verili durumu dönüştürememenin endişesiyle, devleti (kamusal alanı) cemaatçi bir yaklaşımla yönetmeye çalışma, dolayısıyla buradaki verili işleyişlerden nemalanma, yani bir iç sömürü yaratma güdüsüne kapılma ki benzeri bir hoyratlık, daha da örgütlü ve rafine bir biçimde Fetullahçılar tarafından da sürdürülmekteydi.

Sonuçta ise, varlığını ahlaki, siyasi ve düşünsel derinleştirmelerden uzak tutarak daha ziyade varoluşuna yatırım yapan ve bu eşitsiz gelişmenin tezahürüyle bir türlü sahicileşemeyen, kamusal alanı dönüştürmek yerine şaşaalı bir biçimde buraya yerleşmeye çalışan, dolayısıyla vadettiği üzere demokratik (eşitlikçi ve çoğulcu) bir siyaset üretemeyen bir iktidar, yalanlara tutunan bir söylem ve kıblesini yitirmiş bir ahlaki yozlaşma karşısında yaşanılan paradoksal bir şaşkınlık ve çaresizlik…

Ak Partinin kamusallaşma sorunsalını aşabilmek için tüm ilke ve değerlerinden sarfınazar eden bu tutumuna karşı Saadet Partisi ise, bu kamusallaşmaya karşı bir tür cemaatsel tepki ve eksiltilme korkusu ile direnmekten ve değerlerini yitirmemek için kapalı toplum durumunu ve bu durumun yol açtığı parti cemaat ikilemine dair şizofrenik tutumu sürdürmekten başka bir çare üretememektedir. Laiklik ve Kemalizm’e karşı aklı başında eleştiriler üretmenin zahmetli ve riskli yollarına girmek yerine, kendisini korumanın tepkiselliğine dayanan retorik söylemler ile bu şizofreni hali örtbas edilmeye çalışılmaktadır. Tabi bu kaçınmanın asli nedeni ise içerisinde bulunulan durumla Cumhuriyetçiliğin daha da uyuşumlu olduğu İran modeline dair bir örnekliğe yöneliştir.

Oysa Kemalizm’le simgelenen egemen güçlere ve Batıcılık stratejisine karşı sürdürülmesi gereken eleştirellik, şayet böyle bir şey mümkün ve kabilse, Türkiye demokrasisinin ilerletilmesinin de temel koşuludur. Beri yandan Kemalist ilkelere dayanan Cumhuriyet’in, yani sistemin kırmızıçizgileri, İslamî, sosyalist ve Kürdî kesimleri siyasa dışı tutmanın, yani demokratik bir siyaseti önlemenin de koşullarıdır. Çünkü demokratik siyaset, birörnek partilerden oluşmuş bir ideolojik bütünlük gösterisinin terennümüne izin vermekte değildir. Tam aksine bu bir örnekliğe karşı bastırılmış sesleri açığa çıkarmanın ve onların sürdürecekleri müzakerelere karşı tarafsız ve hatta destekleyici olmanın koşulsuzluğudur.

Oysa Anayasa değişikliği sonucunda gelinen durumda bile Ak Parti iktidarının iğretiliği sorunu hâlâ aşılabilmiş olmayıp, egemen konumuna rağmen endişeleri giderilebilmiş değildir. Öyle ki meclisin ürettiği kamusal dil (sayın, bay, bayan gibi hitap biçimleri, giyimden başlayarak oturma düzenleri ve saygı belirtisi olarak ayağa kalkma gibi protokol davranışları, yeminden tutun da müzakere biçimlerine dek yansıyan söylem usulleri…) bile içselleştirildiği halde, hâlâ söylemsel tedirginlik, hiçbir eleştiriye tahammül edemeyen cemaatsel otoriterlik, demokrasi ile cumhuriyet arasındaki kararsızlık sürdürülmektedir.

Temelinde kamusallaşma korkusuna veya isteksizliğine dayanan bu sorunların oluşturduğu siyasal açmazların aşılması, bunu aşmış ya da en azından buna niyetli bir dikkatin ve hatta bilgeliğin özenini gerektirmekte. İtidalli bir tutuma düşen ise içe kapanma ile verili duruma teslimiyet biçimindeki bu iki zıt sapmaya karşı bir orta yolun oluşturulmasıdır. Cumhuriyetçi bariyerleri ve kamusallaşma sorununu aşmaya çalışan bir siyasetin imkânı ve çareleri üzerindeki düşünümsellik ise, cemaatsel bir dil, ahlak ve siyasetten, yozlaşmaya düşmeksizin, ilkelerini ve değerlerini yitirmeksizin nasıl bir kamusal dil, ahlak, siyaset ve iktisat üretilebileceği mevzuları üzerindeki tefekkürü de sürdürerek, eksik bırakılmış bir cesareti yenilemelidir.

Aslına bakılırsa bu ihtiyaç daha 1990’lı yıllarda ortaya çıkmış ve buna dair tartışmalar da Yeni Zemin, Değişim, Bilgi ve Düşünce, Doğu Batı, Tezkire gibi dergilerde tartışılmaya başlanmıştı. Ama bu zemini provoke eden derin güçlerin 28 Şubat operasyonuyla iktidar, buna hazırlıksız, endişeli olmakla birlikte fırsatçı bir ekibe bırakılınca ve ortaya da bir itidal üretmekten ziyade, iktidar(ın)ı koruma çabası çıkınca, o da kamusal bir iktidar olmaktan ziyade cemaatsellikten şahsiliğe dönüşen bir sapma ve yozlaşma biçimine daraltılınca, bu her şeyin önünde tutulan iktidarını koruma saikı, süreç içerisinde yeniden aynı derin güçlerin inisiyatifine girilmesiyle neticelenecektir.

Kuşkusuz bu belli bir kadro açısından yolun sonu olsa da, Türkiye siyasetinin sorunlarını ve kapalılıklarını aşma açısından yolun sonu değildir. Bu nedenle sözün tükendiği yerde yapılacak olan susmak değil, söylemin tıkanıklıklarını aşarak yeniden konuşmaya başlamaktır. Tabi ki bu noktadaki sorun salt büyük ölçüde Cumhuriyetçi gelenek tarafından oluşturulmuş cari kamusal dille hesaplaşma ve bir itidali üretme sorunuyla sınırlı değildir. Bunun da ötesinde aynı sorunlardan mustarip olan Kürtlük, Alevilik, sosyalistlik gibi farklı dillerin de kamusallaşacağı bir çoksesliliği ve ilişkiselliği üretebilmektir. Zira bu dillerin (kavramlar, jestler, kültürler, jargonlar…) dolaşımda olduğu farklı cemaatlerin sosyolojik mekânlarının varlığı bir gerçeklik iken, bunu görmezlikten gelmek ancak bir devletlû oluşun körlüğü veya ceberutluğuyla mümkündür. Bir açıdan zorlu ama diğer açıdansa bu tür sosyopolitik cemaatleri ve dolayısıyla da genel olarak toplumu rahatlatacak olan girişimler yerine işin en kolayını yeğlemek, yani verili bir iktidar dilinin üsttenciliğine yerleşmek, kendini bilmez bir fırsatçılıktır ve bu fırsatçılığa asla göz yumulmamalıdır.

Buradaki en temel mesele ise Cumhuriyetçi eşit yurttaşlık kavramının içi boş eşitleyici söylemi yerine cemaatsel farklılıkların kozmopolitizmine dönük bir kamusallaşma stratejisine, yani demokrasiye dönüştür. Parlamenter gösteri alanının Kemalist ritüellerini aşan bu timsal, aslında 1920 meclisinde gerçekleştirilebilmişti. Bu geleneğin sürdürülememesi, karşısında tek tip kıyafet, dil, itaat ve düzleştirilmiş bir ulusal temsil görmek isteyen bir askerî (otoriter) modernleştiriciliğin kolaycılığıyla ilgilidir. Ama süreç bize bunun bir kolaylık olmak yerine, toplumsal aidiyetleri hesaba katmamaya ve kaosa sürükleyen bir zorbalık olduğunu gösterdi.

Oysa “modernleşme ve sekülerleşme sürecinde despotizm, liberal değerlerin önünü açabilecek bir kolaylaştırıcıdan ibaret değildir.” Kaldı ki “Liberallerin ekonomik eşitsizlikle etkili şekilde başa çıkma konusundaki beceriksizliği (ya da isteksizliği), siyasal yolsuzluklara hoşgörüsü, bütün dünyada tikel bir yaşama biçimini misyon edinme konusundaki içkin arzusu ve giderek genişleyen bir anlamda ulusal güvenliği ve dolayısıyla düşmanları saptama zorunluluğuna bağlılığı dikkate alındığında, liberalizm de giderek otoriterliğe kayabilir.”[3]  Anlaşılacağı üzere bu tip bir otoriterliği meşrulaştıran en önemli amil, modernleşme arzusunun kestirmeciliğidir. Oysaki sözgelimi İngilizler, krallık, kilise, lordlar kamarası, sosyalistler, İskoçlar ve Galler’in de dahil olduğu bir kamusallığı, belki zahmetli bir süreçte de olsa üretebilmiştir.[4] 

Buradaki asli mesele, Talal Asad’ın da değindiği gibi, özgün dilleri ıskalayan bir ortak dilin ceberutluğundan kaçınabilmektir. Bu kayıtsızlık ya da zorbalık, çoksesliliğin gücünü ve güzelliğini görmemizi önlememelidir. Bir istisna kabilinden meclise sokulan başörtüsü ise, bir çokseslilik yaratmaktan öte, buna dair ihtiyacı daha da belirginleştiren bir göstergedir. Kürtçenin “bilinmeyen bir dil” olarak tanımlandığı, mecliste bulunmanın ancak üniforma benzeri kıyafetlerle, dahası özünde Atatürk milliyetçiliğine ayarlı bir duruşla mümkün olduğu, farklı hukukların (aidiyetlerin) dikkate alınmadığı, kısacası farklılıkların temsil kabiliyetinden yoksunluğuna dair ikiyüzlülüklerden kurtulunamadığı sürece ise, sahici bir kamusallaşma ve demokratikleşme yerine, ancak Prokrustes’in yatağına yat(ırıl)mak gibi bir kamusallaştırma zorbalığından söz edilebilecektir.

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş