metrika yandex
  • $32.3
  • 34.78
  • GA17500

Haberler / Yorum - Analiz

İnsan ve Norm -1 / Prof. Dr. Vecdi Aral

20.10.2022

İNSAN VE NORM

Prof. Dr. Vecdi Aral[1]

Sorun, bu dünyanın nasıl yaratılmış olduğunda değil, onu bizim nasıl yöneteceğimiz ve düzenleyeceğimizdedir (Konfüçyüz) [2].

Doğa yasası ve norm

İnsan ile norm arasında temelden bir bağ vardır. Normun oluşum ve gelişimi insana bağlı olduğu gibi insanın gelişip yetkinleşmesi, bir insan kimliğini kazanması da koyduğu ve kendini tabi kıldığı normlara bağlıdır.

Norma yasa da denir; norm ve yasa sözcükleri genel olarak eş anlamda kullanılır. “Yasa” kavramı, insana yönelen, insan yaşamını düzenleyen temel olgudur. Ancak, insanı diğer canlıların varlık ve yaşamından ayırmak için, yasa ile norm arasında ciddi anlam farkını gözden kaçırmamak gerekir.

Doğada, onun sahip olduğu güçlerin yaratacağı etki ile oluşan sonuç arasında değişmez bir bağ bulunur ve işte bu bağa doğa yasası denir; bu etki ve tepki, neden ve sonuç ilişkisi aynı koşullar altında hemen her yerde ve her zaman aynen gerçekleşir. Bu yasaların gösterdiği doğal olaylardan, onların zorunlu etki ve sonuçlarından kurtuluş olanağı yoktur; onlar yaşamda kesin ve şaşmaz bir “olan”ı gösterir. Böylece, doğadaki her olayın tabi olduğunu gördüğümüz bu ilişki, bilgi teorisinde genelleştirilerek nedensellik ilkesi adı altında toplanır.

Oysa normlar, birer “olması gereken”i gösterir. Doğa yasalarının gösterdiği “olan”, insan iradesinin dışında, çok kez de ona aykırı olarak gerçekleşmesine karşılık, normların gerçekleşmesi ancak insan tarafından, onun eli ile olanaklıdır. İnsanın olmadığı yerde ne bir “norm”dan, ne de onlardaki istemin gerçekleşmesinden söz edilebilir. 

Tin ve norm

Normlar ancak insan tarafından konur ve dolayısıyla onu gerçekleştirecek olan da yalnızca insandır. Bu yargının anlamını (hakikatini) kavrayabilmek için, insanın niteliğine bakmanın gerekeceği açıktır; İNSAN NEDİR, NASIL BİR ŞEYDİR?

Pozitif bilimler insanı doğanın bir parçası, onun uzantısı olarak görürler. Onlara göre, insan da hayvan gibi maddî ve ruhsal olmak üzere iki katmandan oluşan bir varlıktır. İnsanın yaşamı ile hayvanınki arasında bir fark yoktur. Böylece insan sırf doğal bir varlık olduğundan ona ilişkin yaşamın anlamını sormanın gereği yoktur; çünkü insan da, doğaya egemen olan nedensellik ilkesi ve onu somutlaştıran doğa yasaları’nın kesin buyruğu altındadır. İnsan için hiçbir norm düşünülemez; o, “olan”ın etkisinden kurtulamaz.

Hayatı açıklamaya gerek yok, onu herkes biliyor. Dolayısıyla her şeyden önce yaşamaya bakmalı.

diye düşünür bir doğa bilimcisi[3].

Böyle bir anlayışta, hayvandan farklı olmak üzere, insana kazandırılacak doğruluk, dürüstlük ve onur gibi yüce hiçbir özelliğe ihtiyaç yoktur; insan bu kavramların anlamından uzak ve onlara yabancı bir yaşam sürer. Bu, üstelik kolay bir yaşamdır; insanın yapacağı tek şey kendini, yaşamın doğal akışına bırakmaktan ibarettir; doğada ne olacaksa o, kendiliğinden gerçekleşecektir

Onların “Hayatı ve hayatın iyiliğini bilmediğim halde yaşıyorum” inancında olmaları, hareketlerinde sabit hiçbir yönü olmayıp, med-cezir ile öteye beriye atılan bir kişinin “yüzüyorum” demesine benzer[4].

Oysa, insan yaşamını her türlü anlamdan yoksun bir ömür sürme olarak görmek olanaksızdır.

Her şeyin anlmsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz4.

Çünkü bu sözümüzle bir doğruluk ve hakikat iddiasında bulunmuş oluyoruz

Gerçekte anlam sorunu doğada mevcut olan ve doğadan çıkarılacak bir sorun değildir.. Bu yüzden pozitif bilimlerin, konusunu kavrayabilmek, böylece ciddiyetini koruyabilmek için, aslâ anlam sorunlarına girmemesi, doğayı herhangi bir anlamdan uzak, sırf nedensellik bağı içersinde incelemesi beklenir; yanlış olan, bilgi konusunu sınırlandırmaya girişmesidir, bilimin konusunu sınırlı bir gerçeklik parçasından ibaret görmesidir.

Gerçeklik karşısındaki böyle bir zihni tutuma Pozitivizm adı verilir; o, dikkatini yalnızca fiilen verilmiş olana, gözlemlenmesi olanaklı olana çevirir. Böyle pozitif olanın dışında kalan şeyler bilim dışıdır ve araştırılması gereksiz şeylerdir.

Anlaşılıyor ki, yaşamın anlamını doğada ve doğadan farkı olmayan bedenimizde bulamayacağımıza göre, yalnızca madde ve bedeni göz önünde tutup, başkaca araştırma konusu olamayacağını söyleyen doğa biliminden de bu konuda bir şey beklemenin olanağı yoktur. Bu umarsızlığı dile getiren aşağıdaki sözler çok yerinde görünür;

Elinizin dokunmadığı şey sizin için fersah fersah uzakta. 

Tutamadığınız şey, sizin için HİÇ YOK mesabesinde.. 

Hesap etmediğiniz sizce gerçek değil.. 

Tartamadığınız şeyin sizce bir ağırlığı yok. 

Ve sizin basmadığınız para, sanıyorsunuz ki, kalp akçadır[5].

Eğer ona göğün ışığından bir zerre vermemiş olsaydın, biraz daha iyi yaşayabilirdi. O, bunu “ akıl” olarak niteliyor ve onu sadece, her hayvandan daha aşağı seviyelerde yaşamak için kullanıyor[6].

Bu durumda yaşamımızın anlamını kavrayıp anlamlı bir yaşam sürebilmek, insanca yaşayabilmek için bir başka yanımıza bakmak, bize insan dedirten bir başka yanımızı aramak, ortaya bu yolda bir sorun atmak zorunlu görünmektedir.

İnsan olma görevimiz sürekli olarak ortaya sorunlar koymamızı gerektiriyor[7].

Anlaşılıyor ki, sorun felsefenin sorunudur; “anlam sorunu”ndan uzak çalışmak zorunda olup yalnızca nedensellik yöntemi ile iş gören pozitif bilimlerin sorunu değildir, olamaz. İnsanı, eksiksiz bütünü ile bilip kavrayabilmek ancak felsefenin konusu olabilir; kesimsel de olsa bütünle ilişkili olan her sorun felsefenin araştırma alanına girer.

Felsefenin gözü ile insan, bir mikro kosmostur, kozmosun bütün katmanları onda yinelenir ve yansıması bulur. Nitekim, AUGUSTIN’e göre o, taş ve toprakla aynı fizik yapıya sahiptir, bitkilerle organik yaşamı paylaşır, daha ileri bir aşamada hayvanlarla birlikte ruhsal bir yaşama sahiptir. Fakat, tinsel (manevî) yaşamda yalnızca meleklerle birlikte olur[8]..

Buna göre, doğada insana insan dedirten onun tinsel yanı, “tin ruhu” dediğimiz, psikolojik anlamdaki ruhtan çok farklı bir ruha sahip olmasıdır. Hayvanlardaki ruhsal katman doğal ve doğanın malı olan bir varlıktır. Oysa tin bundan tamamen bağımsız olmakla ondan kesin olarak ayrılır.

Gerçi olaya bilinç açısından bakıldığında, hayvanda olduğu gibi insanda da öznel, bireysel bir nitelik taşır; o, her bir bireyin kendisine ilişkindir. İnsan bilincinin hayvanınkinden ayrıldığı özellik, onda “ben bilinci”nin bulunmasıdır; hayvanda böyle bir bilincin bulunmadığı saptanmıştır.

Hayvan çevresine bağlı olarak yaşar; ona verilen, onu harekete getiren şeyler, çevre içinde bulunan, duyu ve eğilimlerinin karşısındaki şeylerdir; duyu ve eğilimlerine verilmeyen, onların içine girmeyen bir şey hayvanı ilgilendirmez, hatta onun için yoktur. Var olan şeyler, hayvanın eğilimlerine (örneğin gıda, cinsiyet eğilimlerine) cevap olarak ya da bu eğilimlerin tatmin edilmesini engelleyen direnmeler olarak ortaya çıkar. Çünkü hayvana, kendi çevresi objekt olarak verilmemiştir; hayvan daha çok çevresinin içinde yaşar; hayvanın dış dünya karşısındaki davranışı, onun her türlü direnmeleri “çevre” olarak yaşadığı eğilimlerinin tatmin edilmesine yahut edilmemesine göre çeşitli şekillerde olup biter (Scheler) [9].

Hayvan bilinci için dünya, her zaman sadece kendi çevresine ilişkindir; onun için dünya, kendi üzerine yoğunlaşmış bir dünyadır; bu “dünya bilinci” giderek bir “ben bilinci”ne ulaşamaz. Buna karşılık insan bilinci için dünya, nesne dünyasıdır; artık o, “ben”in çevresinde bir dünya değil, onun karşısında duran bir dünyadır. Bu nedenle “ben bilinci” ancak, “dünya bilinci” ile ve onunla bağlantıda gelişir. Hayvanın bilinci, kendisini merkeze oturtmasına karşın, asla bir “ben bilinci”ne çıkamaz; o, doğadaki yasalara bağlı olarak, onun uzantısı ve tutsağı kimliğinde kalır; onda doğadan kurtuluş algılaması, bir “özgürlük bilinci” yoktur.

Çünkü “özgürlük bilinci” “ben bilinci”ne bağlı olmakla, bilincin kendini nesnenin öznesi durumuna getirmekle ancak, doğadan, ondaki nedensellik bağıntısından kesin olarak ayrılır ve kendine egemen olur, kendi kendini belirler.

İnsan Geist’a sahip olduğundan, organik hayata ait olan her şeyin,  hattâ eğilimlere dayanan zekânın bağlılığı, baskısı, kösteklemesi karşısında bir bağımsızlık, bir hürriyet ve serbestlik ifade eder… Ve böyle bir varlık artık eğilimlere ve çevreye bağlı değildir; tersine çevrenin bağlarından kurtulmuş, yani dünyaya açılmıştır[10].

Şimdi, insan karar verirken, özgürlüğünü kullanırken, hangi davranışa, neye ve ne için karar vereceği sorusu gündeme gelir. Buna verilecek cevap “değerlere göre, onların doğrultusunda ve yönünde” olacaktır. Bu da insanda bir “değer bilinci”nin bulunduğunu gösterir.

Böyle bir bilincin olmadığı yerde ve durumda özgürlükten söz etmenin olanağı ve anlamı olamaz. Çünkü değerler “olan” bir şey değil “olması gereken” bir nitelik taşımakla, bizi “olan”ın, diğer bir deyimle doğanın, zorunlu bağıntısından kurtarabilecek sadece onlardır. İnsanın “tin ruhu”nun ve ondaki değerlerin reddi durumunda, ortada sadece doğa dediğimiz “olan” kalır ki, böylece insan ile hayvan arasındaki ayrım tümüyle silinmiş olur.

İnsan ne yönsüz ve amaçsız bir duyu işleminden diğerine koşar ne de dış dünyadan ya da bedeninden kaynaklanan herhangi bir uyarıya göre hareket eder. Gördükleri ve yaptıkları üstünde düşünür. Algıladıklarını düşünerek kavrayışını geliştirir. Davranışları üstünde düşünerek de yaşamına ussal bir düzen verir. Ancak kavrayış ve davranışlarında doğru düşünceleri izlerse insanlık görevini onurlu bir biçimde yerine getireceğini bilir. Ruh bu durumda iki zorunlulukla karşı karşıyadır. Bedeni ile doğanın yasalarına bağlıdır. Doğru düşünceye götüren yasaların zorunluluğunu ise özgür olarak görürve kendisini belirlemelerini kabul eder. Metabolizma yasalarının insan için geçerliği doğadan kaynaklanır. Düşünce yasalarını ise kendisi geçerli kılar. Bu sayede kendini, bedeni ile olduğundan daha yüksek bir düzene bağlar.

İşte bu düzen tinseldir[11].

İnsan kendini doğaya bıraktığında hayvanla özdeş olacağından,

Aciz, fazilete ahlâksızlıktan ziyade aykırıdır.

Gülünçlük şerefsizlikten ziyade şeref kırıcıdır[12]

denir.

Bunun içindir ki, ister uygun, ister aykırı olsun değerlerle ilgili, değer doğrultusunda bir karara varamayan, bir değerlendirme yapmayan ya da yapamayan, bu yüzden aciz içinde, umarsız kalan bir kimse, “ben bilinci”nden yoksun kalmakla asla kişilik kazanamaz ve böylece de hayvandan farksız kalır. Doğada ve doğal varlıklar için, herhangi bir ödül ve cezanın olmayışının nedeni budur.

Değerlere, oluşturdukları bütünsellik içersinde, değerler düzeni olarak baktığımızda onda bir kutupsallık görürüz. Burada değere aykırılık dahi karşımıza bir değer olarak çıkar; değere aykırılık da bir değerdir, nedir ki, olumsuz anlamda. Daha açık bir anlatımla, değere aykırılıkta değerin reddi ve ortadan kaldırılması söz konusu değildir; nitekim çirkin, güzelin reddi anlamına gelmez. Bunun gibi, “kötü”nün varlığı da “iyi”yi ortadan kaldırmaz.

Kötünün kendine özgü bağımsız bir var oluşu yoktur. Kötü iyinin eksikliği,  yaşamı gerçekleştirmekteki başarısızlığın sonucudur[13].

İnsan tutuklu olabilir, hüküm giymiş olabilir, ama yapıp ettiklerine sahip çıkıyorsa, eylemlerinde kendini buluyorsa, özgürdür. Eylemlerimizin sorumluluğunu yüklenmediğimiz sürece, biz kendimiz değilizdir[14]. Bundan dolayı haklı olarak söylenebilir ki, insan hayvandan daha ileri veya geri olabilir, fakat asâ hayvan olamaz[15].

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, insan ancak “tin ruhu” ile diğer doğa varlıklarından ayrılmaktadır. Bu arada, bu ayrımın bir “üst biçimlenme” olmayıp bir “üst yapılanma” olduğu önemle belirtilmelidir. Tinsel yaşamımızın içeriğine baktığımızda bu, açıkça doğrulanır. Tin’in içeriğini ideler ve değerler dünyası oluşturur. Bu yüzden tinsel olan bireyüstü bir şeydir, ruhsal varlıkta olduğu gibi sırf belli bir özneye ilişkin değildir; o, herkes için ve herkeste vardır, nesnel bir varlık olarak görünür.

Ruhsal olan, her zaman ve her durumda bireyseldir; ruhsal yaşamın sahibi ve taşıyıcısı bireydir. Psikolojik anlamda ruhsal varlığa herkes kendisi için ve kendi başına sahiptir; o, bireyin gizli bir yanıdır. Bir yaşantı, onunla birlikte duyumsanabilir ama o, başkasına aktarılamaz ve başkası tarafından ona ulaşılmaz. Onunla birlikte acı ve haz duyumsanabilir, fakat algılanan bu duygular, orijinalinin yanında ikinci bir duyumsamadır ve öyle kalır; birincisinden nitelik bakımından kesinlikle farklıdır.

Oysa bir kimsenin sahip olduğu bir düşünce (fikir), onu kavrayan herkes tarafından aynen düşünülür. Gerçi ortada ikinci bir düşüne eylemi, başka bir bilincin eylemi vardır, fakat düşüncenin (fikrin) kendisi aynıdır. Düşünce (fikir), niteliği gereği nesneldir. O, yayılıp genişleyici ve böylece birleştiricidir. Bu özelliği ile tin kişisel değil anonimdir.. O, tek ve herkeste aynıdır..

Mümkün mü bu, olsun ruhumuz ilgisiz?

Sen bende ve ben sende doğar, gizleniriz. Sen ben deyişim anlatabilmek için, Sen ben aramızda yokki gerçekte biliriz.  (Mevlâna) [16]

Ahlâki davranışa bir ölçü olmak üzere deyimlenen “Başkalarının sana yapmalarını istemediğin bir şeyi sen de başkalarına yapma!”[17] özdeyişi, temeldeki tin’in tekliği dolayısıyla insanların özdeşliğini yeterince belirtmediğinden zihinlerde ve vicdanlarda fazla etkili olacak gibi görünmemektedir. Oysa, FROMM’un dile getirdiği,

Ama başkalarına ne yaparsan, onu aynı zamanda kendine de yaparsın tümcesi de eşit ölçüde hak verilebilir bir tümcedir[18].

düşüncesi, olguya daha uygun düşmektedir.

Tin’in bu anonimitesi onun birey ve bireysellikten ayrılığını sağlamakla tümüyle gerçeklikten (realiteden) bağımsızlığını da ortaya koymaktadır. Bu demektir ki, o hiçbir zaman nesne durumuna getirilemez. O, dış koşulların etkisinde kalamaz; çünkü o, etkin olup edilgin bir varlık değildir, yalnızca bir özne (fail), bir süjedir.

O, saf ve halis bir yapıp-etme’dir[19]

İşte, yaşamımıza yön verecek olan normlar, asıl kendimiz dediğimiz bu tinsel yanımızdan çıkar; çünkü değerler bu yanımızdadır ve bir şeyin “olması gereken” niteliğini taşıyabilmesi de ancak onun bir değere dayanmasını gerektirir. Böylece onların istemini yerine getirmekle, kendimize uymuş, onur kazanmış oluruz.

Devam edecek...

Not: Bu makale daha önce İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası 72. Cilt 1. Sayı'da neşredilmiştir.

Katkılarından Dolayı Muharrem Balcıya Teşekkür Ederiz.


[1] Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi ABD.

[2] Bir takvim yaprağından.

[3] Tolstoy, s.34.

[4] Tolstoy, s.34. 4 Camus, s.22.

[5] Goethe, s.14.

[6] Goethe, s.13.

[7] Daco, s.40.

[8] Hessen III, s.189’dan.

[9] Mengüşoğlu, s.147’den.

[10] Mengüşoğlu, s.147.

[11] Steiner, s.23.

[12] La Rochefaucault, s.79, 61.

[13] Fromm KSİ, s. 233.

[14] Biemel, s.47, 45.

[15] Scheler İKY, s.31.

[16] Elitez, s.38’den.

[17] Fromm KSİ, s.240.

[18] Fromm KSİ, s.240.

[19] Scheler İKY, s.48.

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş