metrika yandex
  • $32.19
  • 34.99
  • GA17650

Haberler / Dosya Haber

Demokrasi ve İslâm: Bir Mukayese ve Arzulanan Refah toplumu mu, Muktesit Toplum mu?|Sait Alioğlu

06.05.2023

Ne zaman insanların yönetilmesi mes’elesi gündeme geldiğinde, çoğu kişinin, bilsin, ya da bilmesin, uygun düşsün, ya da düşmesin, “İslam’da demokrasinin var olup olmadığı” sorusu ile konuya giriş yaptığı malumunuzdur.  Ya da, işin biraz daha ilerisine gidilerek, bu kez demokrasinin İslam’ı kapsayıp kapsamadığı konusu üzerinden sorular sökün eder.

Bu iki yaklaşım, şu ya da bu sebepten dolayı soruya dönüşünce, İslam ve demokrasi olgusunun çoğu kez kendi anlam dünyasının varlığına, kimliğine bakılmaksızın, ilgilisi tarafından elde edilmesi arzulanan maksat açısından bir potada eritilmek suretiyle kullanıma uygun hale getirilir.  Bu, aslında en çıplak haliyle söylenecek olursa, apaçık oksimoron ve popülist bir haldir.

Yani, bir açıdan insanları yönetim sanatı olan siyasetin, yöntem olarak, içeriği açısından seküler bir zemine sahip demokrasi ile yönetim dahil, ona inanan insanın her alanda kurtuluş reçetesi olduğuna inandığımız ve vahyî temele dayalı İslam’ın, o da alakasız bir şekilde aynı kulvara koşulması söz konusudur.

Konuya böyle popülist bir yaklaşıma baktığımızda, “İslam’da demokrasi var mı” sorusunun temelinde, İslam’ın bir din olduğu, demokrasinin de siyasi anlamda sadece yöntemlerden bir yöntem olduğu savı ileri sürülür.

Demokrasinin İslam’ı kapsayıp kapsamadığı konusuna gelince; Burada İslam’la birlikte demokrasinin de, salt bir seçim ve yönetim formu olmasının yanında, kendine has bir ontolojiye sahip olduğu; bu ontolojiden hareketle, süregelen ve aynı minvalde kendini geliştirerek var olan Batıcı söylemin, İslam dahil Batı dışı söylem ve anlatıları –İslam, Budizm vs.- kendi paradigması adına mass etme düşünce, niyet ve eylemi içerisinde bir yaklaşıma sahip olduğu söylenebilir.

Bunları, en basitinden, son kırk, elli yıldır, sözde “demokrasi, özgürlük ve refah adına” ABD’nin Irak’ı ve Afganistan’ı fiilî işgal girişiminden dolayı biliyor, görüyor ve bize yönelik sakil tutumlardan da dolayı “an be an” yaşadık/yaşıyoruz.

Demek ki, görünürde birbirinden farklı görünse de, temelde aynı mantığın ürünü olan her iki soru’nun da işlevsellik açısından maksadını, ondan elde edilmek istenenin aynı şey olduğu kendiliğinden belirmektedir.

Muhafazakâr Yapıların Ondan Nemalanma Düşüncesi…

Demokrasinin, salt bir yönetim formu ve seçim yöntemi olduğuna dair iddiaların çoğun kez, kendileri hangi durumda ve konumda bulunurlarsa bulunsunlar, onu, içerik olarak pek de kabullenmedikleri halde öteden beri bilinen bilumum muhafazakâr cemaatlerin, “ondan faydalanma” niyet ve davranışlarında ortaya çıktığı bilinmektedir.

Ta, çok partili demokratik hayatın ilk gününden buyana bunun bu şekilde algılandığı ve ona uygun siyasi davranışlar ortaya konulduğu, konu ile ilgilenenlerin malumudur.

Hatta çoğu kez, “bu parti, şu parti Batıcı, şu kulvarda, bu kulvarda, ama cemaatimizin, grubumuzun işleri bu yolların kullanılmasıyla halledildiği, yoluna koyulduğu için böyle davranıyoruz” ifadesi de, başta partiler olduğu üzere, çok kişi tarafından bilinmektedir. Yani iş malumu ilam etmekten ibaret.

Böyle hareket edildiğinde, dindar olup İslami hassasiyetlere sahip çevre ve şahısların, demokrasinin, bir yönetim formu ve seçim şekli olduğu savı, elbette ki akıldan çıkarılmıyor, unutulmuyor, ama işleri öyle yürüdüğü için, var olan manzaraya “katlanıyorlar” denilebilir.

Buna en bariz örneği, büyük bir ihtimalle 14 Mayıs’ta yapılacak olan seçimlerde, AK Parti’den “almak istedikleri” şeyleri almadıklarını düşünen, aynı zamanda –o da büyük oranda sipsilik olan- siyasi anlayışını seyyar bir temele irca etmiş bulunan bazı muhafazakâr yapının, iddia ede geldikleri bunca İslami söylemlerine rağmen, 6284 mevzuunda Batıcı paradigmaya sahip bulunan birçok partiye kendi çıkarları açısından oy verecek olmaları/olabilecekleri savı üzerinden verebiliriz.

Burada, tabii ki, hiçbir cemaat ile herhangi bir siyasi parti arasında ontolojik bir benzerlik iddiasında bulunmuyor, bilmediğimiz bir ilişkiye işaret etmiyoruz, ama konuya, siyasetin asıl işlevinin, “var olan toplumun  “uygun bir şekilde yönetilmesi”  ve sorunların çözümüne yönelik pratiklerin ortaya konulması olarak bakmakla birlikte,  birtakım imdi yaklaşıma da dikkat çekmek istedik.

Ki, burada yeri gelmişken şunu da ilave edelim, tez elden düşünülenden kastettiğimiz şeyin, yapıların teker, teker tümünün, alt, en alt katmanlarının değil, bu yapıların üstünün, politik bir dille söylersek, o yapıların politbürolarının(karar verici makam), ne olursa olsun, asla “vazgeç(e)meyecekleri” maddi çıkarlarıdır.

Demokrasi; Batı dışı Dünya’ya Yönelik İdeoloji ve Form İhracı…

Batı, ta antik Yunan döneminden, Roma’dan buyana ve modern çağda İngiltere’de gelişip yayılan demokrasi formuna işlerlik kazandırdığında, bunu bir yönetim formu ve seçim şekli olarak tasavvur edip ortaya koymuştur.

Bunu salt Batı’nın kendisi için düşündüğümüzde, olan, bitenin kendi bütünlüğü içerisinde” elbette ki, bir anlamının varlığına tesadüf ederiz. Hatta bir adım daha ileri giderek bunun normal bir şey olduğunu kabulde ederiz. Ki, etmemizde gerekir.

Bu ihracın bize yönelik durumu, Osmanlı modernleşmesine paralel olarak, o da var olan yönetimin yeniden tanzim edilmesi anlamına gelen “Meşrutiyet”in temellenmesi, bizde iki kez uygulanması ve akabinde Cumhuriyet formunun ihdas edilmesine paralel olarak demokrasinin telkin edilmişti.,

Bu telkinin kendisi görünüşte masum olmakla birlikte, ileriki safhalarda, demokrasi formunun bir muadilinin var olup olmadığına bakılmaksızın alternatifsiz kabul edilmesini sağlamıştır.

“Cumhuriyet’i Demokrasi İle Taçlandırma”

Cumhuriyet’te aynen demokrasi gibi bir yönetim formu olmakla birlikte, bizde ortaya konan pratikleri açısından ondan farklı olarak, 19 Yüzyıl Avrupa’sında vücuda gelmiş ve Jakoben uygulamaları çağrıştırırken, demokrasiyi, onunla eşdeğer görmediğimizi, ondan farklı temellere ve uygulanış alanlarına sahip olduğunu söylememiz gerekir.

Bundan dolayıdır ki, ondan kaynaklanan uygulamalara göz atıldığında birçok toplumsal kesimi yaklaşık yüz yıldır ezen, yok eden, var olan birçok doğal/fıtrî hakkı gaspa yol açan sorunların varlığına işaret olarak cumhuriyetin meşruiyetini halen sorgulandığı göz önüne alındığında, bu iki formun uyuşmazlık içerisinde olduğu çok rahatlıkla söylenebilir.

Ondan dolayıdır ki, kendilerini cumhuriyet’in sahibi ve temsilcisi konumunda gören birçok ulusalcı ve milliyetçi çevrenin, o da “iş başa düştüğünde ve var olan siyasi ortamın kasvetli havasından kurtulma savı bağlamında sık, sık “cumhuriyet’i demokrasi ile taçlandırma” söylemine başvurdukları gözden kaçmamaktadır.

Keza, bu söylemi, günümüzde “muhafazakâr demokrat” kimliğiyle, başta CHP olmak üzere birçok siyasi partiyi “yerli ve millî” olmamakla eleştiren AK Parti sık, sık dile getirmekte olup kendisini adeta demokrasiyi ya “yeniden tesis” ya da onun “sahici anlamda” ilk banisi olarak gördüğünü dile getirdiğini abartısız bir şekilde belirtebiliriz.

Halbuki demokrasiye seküler temelli sahip olup salt Batıcı temele dayandığından dolayı yer, yer –o da belli bir haklılık içerinde- eleştiri getirmekle birlikte, en azından, onun, ellilerden buyana kurumsal bazda işlediğini ve devam ettiğini söyleyebiliriz.

Refahtan Pay Alma Hakkının Önkoşulu Olarak İlan Edilen Müjde Hâli…

Bununla birlikte AK Parti’nin aslında yapmaya çalıştığı, onu, kendi paradigmal söylemi paralelinde muhafazakârlaştırmak ve kendi açısından kullanılır bir kıvama getirmek olduğu, ona yüklenen anlam üzerinden okunabilir.

Bu da bir açıdan, yukarıda başlığa taşıdığımız “refah olgusu” üzerinden Batılı bir yaşama binaen, her siyasi partinin iktidarda kalabilmesinin bir önkoşulu olarak kendi sınıfl(arı)nı, sacayaklarını oluşturma çabaları üzerinden okunduğunda, tüm partilerde olduğu üzere AK Parti’de kendi refah toplumunu, o da devletin imkânlarını seferber ederek oluşturmuş bulunmaktadır.

Politbüro’dan aşağıya doğru partinin çeşitli kademelerinde oluşan halkalardan başlamak üzere, bu refah durumu, çoğu kez seçim arafesinde, o da temelde vatandaşın anayasal hakkı olduğu halde,  devletin vereceğini taahhüt ettiği meblağın “müjdelere boğularak” verilme durumu da refah olgusu ile açıklanabilir.

 Halbuki bir vatandaşın, ya da bir grubun müktesep hakkı, tarafları en bağlayıcı metin olan anayasaya göre ne pazarlık konusu olurdu ve ne de popülist bir mantıkla seçim yatırımı gayesiyle müjde şartına indirgenebilirdi.

Ama bu refah söylemine rağmen, dünden bugüne, ideolojik açıdan katı Kemalist dönem, onu izleyen sağcı dönem, Ecevit’in sosyal demokrasi bağlamında formüle ettiği uygulamalardan farklı olarak, özellikle de 12 Eylül sonrasında Özalizm’in konuya dair iddiaları ve AK Parti iktidarının ilk dönemlerinde “kişi başı GSMH’nın şu kadar Dolar olacağı” söylemine rağmen, o çok sözü edilen refah durumu bir türlü vücuda gelmemiş, belki de bilerek getirilmemişti.

Ya söylemlere, iddia edilen politikalara rağmen yeteri derecede kaynak üretilmemiş, ya da üretilen kaynaklar, yukarıda değindiğimiz üzere, iktidarları ayakta tutma esprisine bağlı olarak oluşan/oluşturulan  “var olan iktidarlara ‘yakın’ sınıflar”a aktarılmış ve halka da, bir miktar maddi kaynak ile onun eziyeti ve cefası kalmış olabilir.

Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye gibi ruh ve içerik olarak Doğu^ya/İslam’a, madde olarak da Batı’ya bağlı olan ülkelerde, söylem bazında söz verildiği halde, toplumun tümünün var olan refahtan pay almasının önünde var olan engellerden de bahis açılabilir.

Bunlar;  ya salt jakoben temelli katı Batıcı politikalar çerçevesinde refahın Kemalist çevrenin(ulusalcı, laik, “sistem solcusu” vb.) tabiri caizse “mala konma” durumlarından kaynaklanan hâller, ya da en sağcısından, en milliyetçisinden, en muhafazakârına kadar mevcut sağ tandanslı iktidarların refahı, öncelikli olarak var olan kendi sınıflarına aktarması, om da “eğer kalırsa” alt katmanda bulunan sınıflara aktarma durumlarından sadır olan hâller şeklinde özetlenebilir.

Bir de, işin maddi boyutu ile birlikte, o da her zamanda ve şartta kendini hissettiren Kemalist sistemin meşhur katı karakterinden kaynaklanan anormal durumların bir türlü normal hale evrilememesi de işin tuzu biberi olarak arz-ı endam etmektedir.

Batı’da böyle değildir galiba, ama bizde dile getirilenin aksine, onun var olan ontolojisine ve söylemine rağmen demokrasi uygulamaları üzerinden, tüm toplumsal kesimleri kapsayan topyekûn bir refah durumundan bahsetmek oldukça güç…

Bu da belki, zihin yapısı ve eylemleri itibarıyla sisteme uygun düşen toplumsal kesimler ile- -bu gruba sistemin onay verdiği muhafazakâr kesimi de katarak söylersek- o çok düşünülen refahın toplumun alt katmanları ile bir de özellikle Müslüman çoğunluğun olası refah durumunun bazı dengeleri sarsacağı savıyla, farklı politikalar uygulanmak istenmektedir.

Her ne kadar amiyane olarak “bal tutan parmağın yalar” ya da “komşuda pişen bize de düşer kabilinden ifadeler bağlamında değerlendirildiğinde, Müslümanında hayatının idamesi için aşa ve işe ihtiyacı olduğu; bunların en meşru bir şekilde karşılanması gerektiği halde, onun salt dünyevileşip sekülerleşmemesi –yani dünyaya, kalıcılık anlamında kazık çakmaması- için-  refah toplumunun üyeliğine niyetlenmemesi ve o uğurda çabalar içerisinde olmaması gerekir.

Bunun bir yolu da, kendisini refah toplumuna götürecek olan yollara sapmaması, şu an en geçerli ve aynı zamanda al benili bir iktisadi paradigma olan kapitalizme tevessül etmemesi, onu, eğer mümküne, “olduğu kadarıyla”  aşmaya çalışması, oynanan oyundan çıkabilmesi akla gelen ilk düşünceler olarak öne çıkmaktadır.

Refah Toplumu; Hangi Amaca Binaen?

İmdi, buradan hareketle, demokrasinin önerdiği ve insanı dünyevileştirecek, yaşanan hayatı önceleyecek, öte tarafı da görmezden gelecek şekilde iptal yoluna sapan bir anlayışın insana maddi planda “hak ettiğini” verebileceğini, ama işin mânâ âlemini boşlayacağı gerçeğini görmek gerektiği önem kazanmaktadır.

Bunu, tüm çıplaklığıyla refah toplumunun varlığın tesisi olarak değerlendirdiğimizde, ontolojik olarak insanın tek, yani maddi boyutla ele alındığı, onun “bir bütünün esaslı parçaları kabilinden” madde olmadan mânânın, mânâ olman da maddenin tek başına bir anlam ifade etmeyeceği şeklinde formüle edebiliriz. Eğer, işe bilimsel olarak bakılırsa şayet, bir disiplin olan psikolojinin(ruhiyat/ruh bilimi) ne anlama geldiği ve önemi ilgilisince takdir görür ve haklılığı teyit edilirdi.

Bundan anlıyoruz ki, modern Saikler sonucu oluşturulan demokrasinin, salt bir seçim yönetim olarak kabul görmesine zıt bir oranda, onun kendi yapısını oluşturmuş; insanları salt refaha çağıran ve hayatın tümüne şamil kılınmak istenen bir telakki olarak kurgulandığı anlaşılırdı.

Bu, Batı  ve bilumum Batıcı çevreler için bu şekilde kabul edilecek olsa, ona itikadi açıdan karşı çıkanlar, onu salt bir seçim yöntemi olarak görenler ve aynı zamanda, elit kesimlerle aynı seviyeye çıkması istenmeyen geniş Müslüman halk yığınları açısından bakıldığında, o çok dile getirilen refahın toplumsal katmaya yayılmasının pek istenmeyeceği de akıldan çıkarılmamalıdır.

Hayatın öznesi olan insanın ruh ve maddeden mürekkep olduğu için gönenmesi, gönendirilmesi elbette iyidir.

Bunu yapmak için, insanı öte dünyadan yalıtmak adına, onun dünyevileşmesine çalışmak ve bunun içinde demokrasi gibi, neredeyse herkesin farklı şekillerde yorumladığı,  hemen herkesin kendine göre yonttuğu, ama “bunlara rağmen, varlık sebebine ve ondan istenene binaen Batıcı anlayıştan yana tavır aldırılan bir demokrasi biçimine gerek var mıdır?” sorusunu sormak gerekir.

İkinci Müslüman halife Hz. Ebubekir(ra.) döneminde, zekât memurlarının gelip halifeye “Medine’de herkesin durumu iyi, kimse zekâttan bir pay almak istemedi”  diye bir şeyi beyan etmeleri, insanların illa da belli bir oranda “refah toplumu” oluşturmalarını gerektirmediğini bizlere anlatmaktadır.

Denilebilir k, “o zamanın şarları ile bu zamanın şartları birbirinden tamamen farklıydı, ondan dolayı da işin mahiyetini yeniden değerlendirmek gerekir”  ifadelerine karşılık, demokrasi olgusundan farklı olarak; “refah toplumu olmakla, iktisatlı/tutumlu/tasarruflu toplum” olmak her zaman vaki olmuştur.

Görece iyi şartlarda yaşamak her insanın isteği ve çalışıp çabalamasın karşılığında da, ona değer verdiği oranda da hakkıdır. Ama bunu tesis etmek için, kendisi bir nevi “dinin yetine ikame edilmek istenen” ve ona o minvalde oynaması arzulanan demokrasi üzerinden hareket edildiğinde çerçevenin dağılacağı ve işin esprisinin gözden kaçırılacağı unutulmamalıdır. Onu, ilkesel ve kurumsal bağlamda, omun yerine yeniden formüle edilerek “ŞUR” olgusunun ikame edilmesi ve kesintisiz bir şekilde kullanılabilmesi, hem demokrasiye atfedilen işleve ve hem de ona olabilecek ihtiyacı azaltabilecektir.

Bunun için ilmiyle amil, çıkarımda bulunabilecek Müslüman âlim ve aydınlarla birlikte entelektüellerin, sadece bir tarafa abanmadan, işi hikmet seviyesine çıkarmaları ve ortaya düzgün ve kalıcı çalışmalar koymaları gerekir. Zira taşıma suyla değirmenimizin taşı sağlıklı bir şekilde dönmeyecek ve Batı’dan bize uysun, ya da uymasın habire aldığımız, almaya çalışacağımız ödünç olgularla yol alamayacağımız bilinmelidir.

Ezcümle, ilim Çin’de de olsa alacağız,, ama kendimize ait formları kendi kaynaklarımızı refere ederek  oluşturacağız. Bir de hikmeti ıskalamayacağız…

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş