Yeni bir Şehir ve Şehirleşme Tasavvuru Ne Kadar Mümkün?
Evi, insanın aynasıdır, hatta kendisidir. Kim olduğunu, ne olduğunu, ne düşündüğünü, Tanrı, varlık ve hayat tasavvurunu her boyutu ile ortaya koyar. Köyler, kasabalar, şehirler bu evlerden yani bu insanlardan meydana gelir. Bugünün insanı kendisini yeryüzünün, hatta evrenin efendisi olarak görüyor ve bunun bir yansıması olarak yeryüzü üzerinde her türlü tasarrufu kendisi için meşru bir hak olarak addediyorsa, hele “nimetin üzerinde görünmesi”ni inancının bir parçası olarak kabul ediyorsa, bu insanın doğa ile uyumlu, hatta onun yasalarına uygun bir hayat tasavvurunu sahip olması nasıl mümkün olacaktır? Beş yüz yıldır kadim varlık ve insan tasavvurunu değiştirmek için uğraşan, iki yüz elli yıldır da oluşturduğu Modern/ Aydınlanmacı dünya tasavvuruna göre davranan bu modern insan nasıl yeni bir insan olacaktır? Gözü Aydınlanmacı dünya tasavvurundan başka bir şey görmezken –Ki yüreği ve zihni de başka bir anlayışa yer bırakmayacak kadar onunla dopdoludur.- onun kusurlarını nasıl görecektir ve o kusurlardan arınmış bir evi ve şehri nasıl kurabilecektir? Günümüz gerçekliğinde böyle bir şey mümkün görünmemektedir.
Ancak bir illüzyon yaşandığı da herkesin malumudur. Şöyle ki; metropollerdeki hayatın taşınamaz hale gelmesinin yanı sıra, şehirleşmenin sebep olduğu travmaların, korkuların da etkisi ile şehirli zengin/ hali vakti yerinde olan insan birkaç on yıldır şehrin kendisi için artık cennet olmadığının farkındadır ve kendisine yeni dünya cennetleri aramaktadır. Şimdilik bulduğu çözüm, şehirlerden kaçarak (sanki suçlu olan bu şehirlermiş ve bu şehirleri kendisi kurmamış gibi), sadece bir birey olarak kendisini, kendisinin huzur ve refahını esas alan tek kişilik dünya cennetleri kurmaktır. Bunu yapınca modern dünya, şehir ve hayat tasavvurlarına ait kusurların (!), ortadan kalkacağını sanmaktadır. Aslında o bu eylemiyle modern tasavvurun yeni bir aşamasına ayak basarak yeryüzünün her gün biraz daha azalan bakir alanlarını talan etme dışında yeni bir şey yapmamaktadır. Bu durum, bencilliğinin tavan yaptığını gösteren başka bir gerçekliktir tabi.
Yeryüzündeki konumunu/ efendiliğini sorgulamayan bu insanın yeryüzünün yasalarına uygun olarak yeni bir değerler sistemi kurması ve yeni evi ve şehri de bu değerler sistemi üzerine inşa etmesi eşyanın tabiatına terstir. Dolayısıyla böyle bir durum şimdilik muhal bile değildir.
Yeni bir ev ve yeni bir şehir ve şehirleşme tasavvuru, ancak mevcut tasavvurları sorgulayıp, onlarla hesaplaştıktan ve bir süreç içerisinde yeni bir varlık ve insan tasavvuru oluşturduktan sonra mümkün olabilir. Bu her şeyden önce yeni insan demektir. Bu yeni evi ve yeni şehri de kanaati, hakkaniyeti, merhameti, adaleti, paylaşmayı, sorumluluğu merkeze alan bu yeni insan kurabilecektir. Bu yeni insan kendisini inşa ettiğinde veya inşa sürecinde ev de şehir zincirleme biçiminde belki de eş zamanlı olarak kurulmuş olacaktır.
Sonsöz Niyetine: Tarihin/ Felaketlerin Tekrarı, Duygu ve Tecrübe Transferinin Gerçekleşememesi Nedeniyledir.
Yeryüzünde, kusurlu doğasının bir gereği ve insanın yapıp ettiklerinden de bağımsız olarak olması gerekenler olagelmektedir. İnsan, diğer canlılardan biraz daha gelişmiş durumdaki farkındalık özelliği nedeniyle olanlardan ders alarak kendisini koruyabilme yeteneğine sahiptir. O bu farkındalığı ve tecrübesi sayesinde olacak olanın kendisi için bir afete dönüşmemesini sağlayabilir veya afetin boyutunu azaltabilir.
Ancak son iki yüz yıldır insanoğlunun doğa ile ilişkisinde ciddi bir uyumsuzluk ve sorun var. Ders alma ve tecrübe edinme konusunda insan hep sorunlu da olsa son iki yüz yılda olan hadise ders almamanın ötesinde doğrudan bilinç ve varoluşsal tutumla ilgili bir durumdur ve durum yer kürenin doğasına da müdahale anlamına geldiğinde olacak olanlar tetiklenerek ya erken doğumlara ya da yeryüzünü yeni refleksler edinmesine neden olunmaktadır. Doğanın bir amacı, bir yasası ve bu yasanın da bir aklı olduğunu unutmamak gerekir. Bunu görmek istemeyen insanoğlunun doğa ile bilinçli bir bilek güreşi durumu var ve doğayı alt edeceği, ona istediği şekli vereceği ve onu istediği gibi kullanacağı konusunda kendisinden çok emin. Dolayısıyla bu tutumun neden olduğu sorunlar ve bu sorunlar 6 Şubat depremlerinde görüldüğü gibi artık afet boyutunda kendisini gösteriyor. İnsanın bu tutumu yaşanan afetlerin bir boyutunu ama önemli bir boyutunu oluşturuyor.
Ancak bunun kadar önemli bir durum daha var: İnsanoğlu bir türlü yaşadığı felaketler sırasında elde ettiği duygu ve tecrübelerini hem bir ömür boyu canlı tutamıyor hem de kendisinden sonraki kuşaklara aktaramıyor. Öyle ki bu yaşanmışlık kendi hayatının bir tarih aralığına sıkışıp kalıyor, zamanla orada külleniyor ve bir süre sonra da hafızasından silinip gidiyor. Yaşanmışlık sıradanlaşınca, anlamsızlaşıyor, anlamsızlaşınca da bellek tarafından yük olarak görülüp yok ediliyor. Nihayetinde de ne kendi zaman çizgisi içinde kendisi için ne de sonraki kuşaklar için bir duygu ve tecrübe transferi gerçekleştiremiyor. Bunun neticesi olarak da bir kısır döngü içerisinde aynı şeyler tekrar edip duruyor.
Oysa hayvanlar, insanlara nispeten kendilerinde daha az olan tecrübe edinme ve tecrübeyi bir yaşam biçimine dönüştürme refleksini/ yeteneğini tam olarak uygulamaya koydukları için (eğer insanların müdahalesi yoksa) doğal afetleri kendileri için afete dönüştürmeden çok az hasarlarla atlatabiliyorlar. İnsanlar kendi yaptıklarından ders almadıkları gibi hayvanların davranışlarını da izlemiyorlar, dolayısıyla öğrenme kabiliyetleri de oldukça zayıflamış durumda. Çünkü hayvanlar, insanın müdahalesi olmaksızın cereyan eden bu durumdaki doğa olaylarından bu bilinçleri ve ders alma duyuları sayesinde insanlardan daha az etkilenmekte ve nesillerinin devamını sağlayabilmektedirler. Eğer hayvanlar bu doğa olaylarından olması gerekenden daha fazla etkilenmişlerse bilinmelidir ki orada bir insani müdahale vardır ve bu tabiat olayını hayvanlar için de felakete dönüştürmüşlerdir.
İnsan kendi yaşadıklarından dini, toplumsal ve kişisel nedenlerle gereği gibi ders çıkarıp onu bir tecrübeye dönüştüremiyor ve o tecrübeyi daim kılamıyor. Hâlbuki o bu yeteneğini canlı tutabilse, elde ettiği tecrübe bir bilince dönüşecek, kişi hafızanda bir taşmaya neden olacak ve ancak o zaman çevresine veya sonraki kuşaklara bir duygu ve tecrübe olarak aktarılabilecektir. Maalesef bu gerçekleşemediği bir duygu ve düşünce transferi de gerçekleşmemektedir. Dolayısıyla sonraki kuşaklar da öncekilerin tecrübelerinden yararlanamamakta onlarla duygudaş olamamaktadırlar. Onlar da kendi duygu ve tecrübelerini kendi parantezleri içinde yaşayarak bir müddet onlarla hemhal olduktan sonra onları öldürmekte ve kendileri de ölüp gitmektedir. Böylece bu kısır döngü on binlerce yıldır devam edegelmektedir. Herhalde gerçek kıyamet de böyle gelecektir.
Lübnan sınırında ilk sıcak temas
02.10.2024
Tel Aviv'de operasyon
01.10.2024
İran, İsrail'i Vurdu
01.10.2024
Husiler, ABD SİHA'sını düşürdü
01.10.2024
Tebaa ve İtizalciler | Muharrem Balcı
11.09.2024
Allah Var! Gam Yok! AHMET SEMİH TORUN 01.10.2024
my body my decision MUSTAFA AKMEŞE 03.10.2024
İktidar ve Toplum YUSUF YAVUZYILMAZ 05.10.2024
MUHAFAZAKÂRLIK MEHMET YAVUZ AY 12.09.2024
SEVGİLİ AYŞENUR MÜSAADEN OLURSA… ESRA DURU 12.09.2024