metrika yandex
  • $32.48
  • 34.83
  • GA18240

Kendimize Ait Sivil Ve Milli Anayasa Yapma Gereği

MUSTAFA YILDIZ
12.06.2021

İnsan; yaşamını devam ettirmek adına zorunlu olarak ihtiyaç duyduğu şeylere çabucak erişmek ister. Doyumsuz olan insan, elzem olanlarla gerekli olanları birlikte listelediğinden, liste daima kabarık olur. Hepsine de aynı anda ulaşmak istediği için telaşla sağa-sola koşturmaya başlar. Bu cabaları sürerken kendi acziyetini de fark eder. Gücünün de belli bir yere kadar olduğunu o da kabüllenir.
 
Yaşam koşulları o’na, başkasına muhtaç olduğunu/olabileceğini de yaşatarak öğretir. İnsan, yalnız başına yaşamayı da göze  alamadığından, çaresiz ve zorunlu olarak toplu şekilde yaşamayı, kamusal alanları birlikte paylaşmaya istemeden de olsa katlanmak zorunda kalır.

İnsan mesuliyet yüklendiği andan itibaren ihtiyaçları giderme telaşına düşer. Tek başına maişet temin etme zorlukları zamanla onu yormaya başlar. Toplum içinde yaşadığı halde yine de kendini yalnız, biçare ve aciz görür. Bu defa da onu motive edecek, öz güven kazandıracak bir güce, bir şefkât eline gereksinim duyar. Yani, ona manen güç kazandıracak, motivasyonunu artıracak birilerini aramaya başlar. Kendini daha güçlü görme, güvende hissetme ve yalnızlık korkusunu yenme gibi psikolojik kaynaklı endişeleri kafasında bitirebilmek amacıyla bir yerlere mensup olma/ait olma olma gereği duyar.

Manen gereksinim duyduğu bu hissiyatlarını giderme umuduyla çareyi öncelikle Aile’sinde, Aile’yi yetersiz bulunca da ya bir partiye, ya bir derneğe veya bir vakıfta yahutta STK benzeri sosyal faaliyetler yapan örgütlü sivil oluşumlarında aramaya başlar. İnsanın bu oluşumlara katılması, kendisini manen güçlü görmesini, yalnızlığını giderdiğini, duygularını paylaşacak kendi gibi düşünen birilerinin de var olduğunu görerek mutlu ve mesut olur. Dolayısıyla bu ortamlara dahil olmayı kişi, bireysel zorunlu bir ihtiyaçmış gibi görmeye başlar.

Kişi mevcut örgütlü kurum ve kuruluşlara dahil olunca, kendini manen güçlü görmeye başlar ve motive olur. Ruhen kendini boşlukta hissettiği, maddi ve manevi yönden eksik bulduğu bazı sorunları ancak buralarda çözebileceği ümidiyle örgütlenmeyi adeta zorunlu bir gereklilik sayar. Bu tasnif ve bloklaşmayı toplumu ayrıştırmak için değil, bilakis toplum içinde var olan farklı statülerdeki sosyal sınıfların kendi çıkar ve menfaatlerini gözeterek savunma, toplumun bir parçası olduğu bilinciyle temsil ettikleri gurubun haklarını koruma ve kollama adına teşkilatlanıp varlıklarını daha rahat sürdürdüklerine inandıkları için bir araya gelirler.

Toplumun tüm sosyal sınıfları ile her kademedeki insanı arasında sosyal dengeyi sağlamak, haklarını korumak, adaleti gözetmek, kişilerin can ve mal güvenliklerini sağlarken çıkacak sorunları telafi etme/çözme, var olan sorunların ise en aza indirilmesi gibi temel problemlerin giderilmesi, toplumun müşterek beklentilerine çözümler üreterek hakem görevi yapacak/yapabilecek bir otoritenin  halk adına toplumu idare etmeye de muktedir olacak/olabilecek örgütlenmiş bir üst kuruma yani, ‘’Devlet’’ kurumunun varlığına ihtiyaç duyulur.

Sınırları belirlenmiş bir coğrafyada yaşayan tüm bireylerin hatta toplumun tamamı tarafından bir şekilde katkı sağlayarak ayakta tuttukları, profesyonel elemanların görev yaptığı, yasalardan aldıkları yetkiler ile yaptırım yapma gücü olan, toplumun sevk ve idaresinden sorumlu, devamlılığı esas alan ve anayasal yatkilerle donatılmış bir üst yapı olan ‘’Devlet kurumu’’ zaruri olarak ortaya çıkar.

Ayrıca devlet; mahiyetindeki vatandaşları arasında din, dil, ırk, renk gözetmeden herkesin can ve mal emniyetini, din ve inanç seçme özgürlüğünü, aklını ve neslini korumayı, seyahat etme serbestisini, yerleşme ve mülk edinme haklarını, düşüncesini özgürce ifade etme ve örgütlenme hakkı ile eğitim hakkı vs.gibi hakları doğuştan kazanılmış temel insan hakları olarak görerek, güvence altına almak gibi görevler ile donatılarak, toplumu adaletle yönetmeyi asli bir görevi olarak üstlenir.

Ancak buna karşın, ‘’Vatandaşın örgütlenmiş hali’’ diye de tarif edilen devlet, soyut bir kavram olması nedeniyle halk tarafından farklı anlamlarda da anlaşılmıştır. Mesela, kimileri devlete dini ve ideolojik anlamlar yükleyerek devleti ‘’Kutsal’’ bir varlık gibi görmüş ve adeta kutsamışlar, kimileri de; dünyevileşmenin bir aracı, yasaların verdiği yetki ve tasarruf haklarını kişisel menfaatleri için kullanma ve hırslarını tatmin etme yeri gibi görürken, kimileri de egoların tatmin edildiği makamlara sahip olarak görülmüştür. Kimileri de hasımlarından intikam alma gücünü elde etme vasıtası gibi görmüştür. Maalesef devlet otoritesini bu amaçlar için kullananlar olmuş ve devlet kurumu zaman zaman istismarda edilmiştir.

Kimileri de, samimi olarak toplumu, insanını hatta tüm insanlığa hayırlı hizmet etme/edebilme adına hayırlı hizmetleri ifa etme kolaylığı sağlayan, yararlı bir aygıt olarak görmüştür. Bazıları da ‘’Devletin dini yoktur, devletin dini adalettir.’’ diyerek özet olarak bir cümleyle devleti ve amacını tarif etmeyi yeterli görerek öyle tanımlamışlardır.

Devleti yönetenlerin; adaleti esas alan, halkın kahir ekseriyetini memnun edecek yasalarla sistemi kalıcı hale getirmeleri önem arz eder. Zira, devlet denilen aygıtın idaresini uyulması zorunlu ve kalıcı bir sistem haline getirip, yazılı metinlerle devamlılığı sağlanmaz da uygulanacak yasal düzenlemeler sadece insanın insafına terk edilmesi halinde, yasa yapanların öncelikle kendilerini koruma altına alacakları, sınırlı sayıdaki bir zümreyi korumaları kaçınılmaz olacaktır. Bu ayrımcılık pratik hayatta adaleti sarsacağından, bir müddet sonra da toplum içinde tekraren ayrışmaların, kutuplaşmaların ve ötekilerin ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Zira malzemeniz insandır, İnsanın da kendine yontması, nefsini düşünmesi de kaçınılmazdır.

Öyleyse, yapılacak her türlü yasal düzenlemer hiçbir sosyal sınıfın, ırkın veya herhangi bir kurum ve kuruluşun insafına asla terk edilmez, edilmemelidir. Yapılacak yasal düzenlemeler insanı ilgilendirdiğine göre, insanı merkeze alan, onu en iyi tanıyan ve bütün insanlara eşit uzaklıkta olan, değişmez kuralların kaynağından faydalanarak, hikmet ve bilimsel verileri de göz önüne alarak her kesim insanı kucaklayacak bir anayasanın yapılması çok daha uzun ömürlü olacağı da unutulmamalıdır.Ayrıca, uzun yıllar döneminin en istikrarlı yönetim şeklini temsil eden/edebilen, geleneksel ve tarihi birikimimizin kodlarını da tekrar devreye sokarak kendimize ait milli ve yerli bir anayasayı hazırlamaya bilgimizin de, potansiyelimizin de yeterli olduğunu ve gelecek nesilere karşı bu anayasayı yaparak miras olarak bırakmanın mevcut yöneticiler için tarihi bir görevleri ve ödenmesi gereken manevi borçları olduğu da unutulmamalıdır.

Özetle diyoruz ki, iç barışın yeniden tesis edilmesi, halkın çoğunluğunun memnun kalacağı, razı olacağı, rıza göstereceği, imtiyaz ve kayırmacılığın olmadığı, kullanılan dilin sade ve anlaşılır olması, yasalar önünde herkesin eşit sayıldığı ve uygulamalarda da ete-kemiğe bürünüp görünür kılındığı, adaleti gözü kapalı herkese uygulayan, ciltlere sığdırmadan (Amerikan Anayası giriş bölümü 7 yedi maddeden müteşekkil olup, 1791 yılından beri halen geçerliliğini korumaktadır.) sade bir anayasanın yapılması tarihi bir zorunluluk olduğu/olacağı da unutulmamalıdır.Yani artık fazlada bir mazeretimiz kalmamıştır. Zira, unumuz da, şekerimiz de var. Artık zaman, gereğini yapma zamanıdır diyoruz.

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş