The Walking Dead dizisini izleyenler bilir. İnsanlar öldükten bir süre sonra bilinçsiz bir şekilde dirilirler. Dirildikten sonra diri olan insanların etinden beslenecek şekilde şuursuzca, duygularından tamamen soyutlanmış bir şekilde hareket ederler. Canlı bir şekilde hayatta kalmaları aslında canlı oldukları anlamına gelmiyor ki zaten dizi ismini de buradan alır. Yani bir yandan hareket ederlerken, diğer yandan ölü gibi amaçsız ve şuursuz olmaları, onları “yürüyen ölüler” kılmıştır. İşlevsiz bir beyin ile ayakta kalırlar. Kesin bir şekilde ölmeleri için ise beynin mutlaka darbe alması gerekmektedir. Bunun dışındaki darbeler, onları öldürmeye yetmeyecektir.
Giderek ölüyor, öldürülüyor, öldürüyoruz. Ölüyoruz; çünkü hayatta var olma amacından kendimizi çoktan çekmiş bulunuyoruz. Değerlerimizi, insanlığa dönük merhametçe yaklaşımımızı, anlamlı bir şekilde var oluşumuzu terk ederek kendimizi bir taraftan duygusuz ve acımasız kimliklere büründürürken; diğer taraftan kalbimizi katılaşmaya maruz bırakarak ruhumuza acı vermekte ısrar ediyoruz. Öldürülüyoruz; çünkü kendimiz kalabilmeyi başaramadığımızdan ötürü nesneleştirilmeye meyilliyiz. Öldürüyoruz; çünkü temiz adına ne varsa kendimizden uzaklaştırıyor, oluşan boşluğa da iyiliğe kayıtsızlığı koyuyoruz.
İnsanlar çok hızlı bir şekilde kendilerinden sıyrılarak adeta işlevsiz birer varlığa dönüşüyorlar. Boş bakışlar, menfaat yüklü ilişkiler ve amaçsız yürümelerle giderek uçurumlara yaklaşıyor insanlık. İnsanların kapıldıkları rüzgar, onları amaçsız kılan ve sadece tüketime yönelen; dolayısıyla anlam arayışının rafa kaldırıldığı yaşantılar doğuruyor. Adeta yürüyen ölüler gibi; değerin, mutluluğun olmadığı sadece elde edip tüketmek için koşuşturmacaların yaşandığı hayatlarımız giderek artıyor.
Niçin yaşamamız gerektiğine dair argümanlar düşünsel zeminde cevaplar bulmaktan uzaklaşmış durumda. Ziyadesiyle amaçsızlığın sesine doğru koşarken, bu doğrultuda savurgan fikirlerin esiri olduğumuz gerçeğine kendimizi kapatamayız. Sadece yaşıyoruz. Ve durmadan elde ederek tüketmeye çalışıyoruz. Tükettikten sonra hoyratça eylemlerin kölesi olmaya başlıyoruz. Gayesizliğin üst seviyedeki saldırısına maruz kaldığımız için çok çabuk yoruluyor, yeniliyor ve bitkinliğe teslim oluyoruz. Bitkinlik ile birlikte bir kez daha doğruluyor ve yeni bir tüketme macerasına atılmayı hayatın yegane amacı zannediyoruz. Oysa bu tamamen canlı kalabilmek adına atılan adımlardan ibarettir. Asıl gayeden uzak bir şekilde yaşantıyı içselleştirerek yarı ölüler gibi sadece elde edip tüketmeyi kanıksamış oluyoruz. Bir kalbimiz olduğunu ve bu kalbin hayatın anlam yüklü duygularla beslendiği gerçeğini görmezden geliyor veya hatırlamak istemiyoruz. Eksikliğini hissettiğimiz alanları konformist bir anlayışla doldurmaya çalışmak aslında açlığımızın şiddetini arttırır. Çünkü yürek, tüketmekle doymayacak kadar kıymetlidir. Yürek ürettikçe doyar; sevgiyi, adaleti, merhameti, iyiliği ve güzelliği üretip besleyerek ve büyüterek doyar.
İnsan amaçsız yürüyen varlık olmaktan çok daha fazlasıdır. Dahası insan, bedensel olmaktan çok daha öte bir varlıktır. Onun yürüyen ölüden farkı gözlerindeki bakışı, zihnindeki düşünceyi ve hayata dönük anlayışı besleyen bir yüreğe sahip oluşudur. Onun yürüyen ölüden farkı beyninde var oluşsal amacın anlamlı eylemlerle besleniyor oluşudur. İnsanın, ölü bir kalbi, işlevsiz bir beyin üzerinde taşıması kadar eziyeti olamaz. Ya da tersinden söyleyecek olursak; amaçsız bir beynin, kütük haldeki bedende yürekten veya anlamdan kopuk var oluşu, onun insan oluşu üzerinde tamamlayıcı parça olduğu söylenemez. İnsan, var oluşundaki amacını, yaşayışı ile uyumlu hale dönüştürene kadar beyhude yürüyüşler gerçekleştiren varlık olmaktan öte bir şey değildir.
Aslında Firavun da kavmini kör itaatin boyunduruğu altında tutarak bir bakıma yaşayan ölüler derecesine düşürdü. Onlar da zorbalığın, zulmün ve eziyetin kölesi olmayı seçerek kendileri ile düşünce arasına büyük setler koydular. Yaşadılar ama zilleti kabul ederek, anlamı yakalamayı ve özgür birer kul olmayı akıllarından geçirmeyerek yaşadılar. Karınlarını doyurmak dışında endişe taşımayan mazlumlar olmayı, hayattaki belki de tek gaye olarak görmekle yetindiler. Ve böyle bir yetinmeyi haddinden fazla içselleştirmişlerdi. Nitekim onları kölelikten kurtarıp felaha eriştiren Hz Musa’ya bile ilerideki dönemlerde kendilerinin düzenlerini bozan kişi gözüyle bakmaya başladılar. İçinde bulundukları hür kimliğin anlam boyutunu anlayamayacak kadar şuursuzluğa bürünmüşlerdi.
Amaçsız yaşamak, şuursuz nesne olmak gibidir. Amacın dışında yaşamak ise iradeyle yürek arasına onarılması zor yıkıntılar koymaktır. İnsan, amacına uygun kuşanmışlık doğrultusunda yolculuğuna devamlılık ve temizlik katabilir. Aksi durumda insan, tüketen ceset olmaktan öteye geçemez. Diriltici anlayışlarla barışık yaşamayan insanda, boğucu etkilerin bombardımanını yoğunlaştıran ve temeli huzursuz ve kaos olan sistemlerin etkisi görülmeye başlar.
Bu yüzden modern bunalım, insanı öldürmek yerine yaşayan/yürüyen ölülere çevirir. Bir insanın ölümü demek, sömüren sistemlerin veya kapital patronların tüketim dünyalarının küçülmesi demektir. Çünkü bir insanın ölümü, tüketim halkasından birinin eksilmesi anlamına gelir. Tükettikçe üretmenin çarkına daha fazla entegre olması gereken ve ürettikçe tüketmenin arzularına karşı koymayı yenilmek addeden birinin eksilmesi, bu sistemin yeni bir yaşayan ölü bulması arayışı demektir. Bundan ötürü, fikrin yer edinmediği zihinler, onların en sevdiği zihinlerdir. Onlar, yüreklerde huzurun yer edinmemesi için çırpınır; mutmain olmanın yaşam merkezlerinden def edilmesi uğruna debdebeli etkenler sunarlar. Onlar ruhsuz beden, fikirsiz zihin, anlamsız yaşam süren insanlara oldukça hayrandır. Ruhun aç bırakılarak insanlığın önüne serdikleri oyalamalar uzadıkça uzar. Neticede insanlık çılgınca tüketirken; hatta tüketmek için kendilerini aşan fedakarlıklar yaparken ve hayatlarından parça parça harcarken, bu şuursuz sistemin sürdürülebilirliği açısından durup düşünen ve sorgulayan, kendilerini frenleyen, anlam arayışına yönelen, konformizmin mabetlerini terk eden, mütevazı yaşamı tercih eden; kısacası kalbin ve aklın sağlıklı oluşuna doğru yürüyüşler gerçekleştiren kişiliklerin varlığı, onlar için her zaman tehdittir. Bu açıdan durmadan insanların önüne yeni ve göz alıcı telaşlar sunarlar ki insanlar düşünmeyi terk ederek bu alana yoğunlaşsın. Böylece onu elde etmek için bütün eylemleri ve saldırıları meşru kılmayı normalleştirsin.
Modern çağın insana yıkımlar sunan sömürü elleri insanın tufanıdır. İnsan, doğruyu yanlışın içinde aradığında, elde edip bulduğu ne varsa yanlışın bir parçası olur. Öncelikle doğrunun, yanlışlar çemberinden uzaklaşmak ve orayı terk etmek ile elde edileceği gerçeğini bilmek gerekiyor. Hakikati elde etmek, yanlışı tanımak ve ona cephe almak ile mümkün olabilir. Günümüz insanı sayısız tufan ile karşı karşıyadır. Daha vahim olanı, tufandan kaçmak için insanın, görüntüsü çekici yerleri kurtuluş alanları olarak görmesidir. Cezbedici, gösterişli, güçlü ve sağlam olarak görünen alanlar, insanların şuurunu ciddi oranda etkilemektedir. Hz Nuh’un oğlu Kenan’ın, gerçekleşmekte olan tufana karşı güçlü ama sahte olan yeri kurtarıcı bir alan olarak görmesi, yanlışlar yumağı halini almış tercihlerinin hakikate kör kesilmesi nedeniyledir. Kenan, tufanda yürüyen ölü olmayı tercih etmiştir. Zira hikmeti ve basireti kaybetmiş ve hakikate düşman kesilmiş bir insanın yürüyen ölüden farkı yoktur. Nitekim gerçekleşen tufana karşı cephe almak bir yerin büyüklüğü ile değil; doğruluğu ile ilgilidir. Gemi suda sığınılacak en güvenli alandır. Dağ ne kadar büyük olursa olsun suyun kendisini kuşatması ve içine alması ile birlikte etkisi kaybolmaya mahkumdur. Hakikati bulmak, büyüklük ve kalabalıklarla çoğunluğu oluşturmak değildir. Aksine hakikati elde etmek istikametten şaşmamak, yoldan sapmamaktır.
Modern çağ, insanın kurtuluş gemileri inşa etmelerine ve bu gemilere sığınmalarına fırsat vermemek adına sürekli dünyayı merkeze alan etkenlere maruz bırakıyor. Cezbedici oyalamalar üreterek insanın tufana karşı önlem almasına fırsat bile vermiyor. Hatta insanın tufanın geldiğini fark etmemesi için onu girdaplara, yapay mutluluklara ve çürük sistemlere dahil etmeye çalışır. Yani insanın uykularda kalma süresini uzatmak için her şeyi yapabilmektedir. Allah’ın gücüne meydan okuyarak gücün tek sahibi oluşunu haykıran düzenlerin ve zorbaların insanlığın tufanına zemin hazırladığı bilinmelidir. Kurtuluş gemilerine doğru koşan insanların, dünya nezdinde değersizleştirilerek ve etkisizleştirilerek konfor ve tüketim mabetlerini sığınma ve kurtuluş alanları olarak insanlara sunulması, insanlığın sadece yok oluşunu hızlandıracak ve felaketin son durak olmasına neden olacaktır.
İnsan özünü koruyarak diri varlık olarak kalabilir. Yürüyen ölüler olmak en başta zihne ve kalbe acı yüklemektir. İnsanın az düşünmesi çok tüketmesi; az okuması çok konuşması; tefekküre uzak tartışmaya yakın; birliktelik bilincini kaybedip niteliksiz kişilikler kuşanması; yanlışa götüren yolların müptelası olup doğruya sırt dönmesi ve düşünmenin önünde barikat gibi duran şuursuzluğu kabullenmesi “yürüyen ölü” olduğu gerçeğine işaret eder.
Yürüyen ölüler, yaşayanları öldürmek dışında amaç taşıyamazlar.
Diri zihinlerin amacı ise ölü yüreklere su vermek dışında bir şey değildir.
Lübnan sınırında ilk sıcak temas
02.10.2024
Tel Aviv'de operasyon
01.10.2024
İran, İsrail'i Vurdu
01.10.2024
Husiler, ABD SİHA'sını düşürdü
01.10.2024
Tebaa ve İtizalciler | Muharrem Balcı
11.09.2024
Allah Var! Gam Yok! AHMET SEMİH TORUN 01.10.2024
my body my decision MUSTAFA AKMEŞE 03.10.2024
İktidar ve Toplum YUSUF YAVUZYILMAZ 05.10.2024
MUHAFAZAKÂRLIK MEHMET YAVUZ AY 12.09.2024
SEVGİLİ AYŞENUR MÜSAADEN OLURSA… ESRA DURU 12.09.2024