Bu yazı sevgili dostum Nuri Yılmaz'ın yakında yayınlanacak olan "Gizli Deizm ve Özgür İrade Felsefesine Giriş" adlı kitabı ekseninde kaleme alınmıştır. İslami düşünce ve İslamcılık tartışmalarına son derece köklü analiz ve çözümlemelerle katkı sunacağına şüphe olmayan bu eser belki de bu bağlamda en somut teorik çerçeve önerisi olarak inşallah hak ettiği ilgiyi görür.
Müslüman bir bireye, “dini söylemin ikna ve ispat kriterlerine uygun olarak temellendirilmesi” gerektiğini anlatmak kolay değildir. Çünkü İslam’ın Hristiyanlık ve Yahudilik gibi dinleştiği uzun bir tarihi sürecin neticesinde nakil kültürü İslam’ı ifade etmenin (bilgi üretmenin) temel metodu haline gelmiş ve naklin olduğu yerde akıl hep şüpheyle karşılanan taraf olmuştur.
Akli kriterlerle temellendirme, “ulvî olanın aklî seviyeye düşüşü” olarak görülmüş ve karşı çıkılmıştır. Bugün gelinen noktada sosyal hayatın problemleriyle dinin ilgi alanları arasında bir uçurum meydana geldiği açıktır. Buna rağmen her İslam yorumu halâ insanlığın kurtuluşunun kendisine bağlı olduğu kanaatindedir.
Problemlerden kurtulup mutlu bir şekilde yaşamak isteyenleri kendi düşüncesine çağırmaktadır. “Nasıl olacak?” diye sorulduğunda ise ya öte dünya işaret edilmekte ya da günün gerçekliğiyle örtüşmeyen çözümler ileri sürülmektedir. Gelir adaletsizliği alabildiğince artmış ve ekonomik sistem zengini daha da zenginleştirmeye devam ediyorken, hukuk sistemi adaletsizlik üretmekte ve siyasal sistem de güçlülerin hegemonya aracına dönüşmüşken, ne yapacaklar da sorunları çözecekler, nasıl olacak da zulme dur diyecekler!
Sadece Kelime-i Şehadet getirmekle veya dindar bir insan olmakla bu problemlerin çözülmeyeceği açıktır. Müslümanlıkla problemlerin çözümü arasında varoluşsal bir ilişki bulunsaydı, hiçbir Müslümanın doğruluktan, dürüstlükten ve adaletten ayrılamaması gerekirdi. Ve gerçekten böyle olsaydı, Müslüman olununca problemlerin de kendiliğinden çözüleceğini düşünebilirdik. Ne var ki ibadetlerini muntazaman yerine getiren pek çok insan; sıkıştığında yalan söylemekten, menfaati söz konusu olduğunda haksızlık, yolsuzluk ve dolandırıcılık yapmaktan, fırsat bulduğunda gayrimeşru ilişkiler kurmaktan geri durmamaktadır.
Dilinden Allah lafzını düşürmeyen pek çok siyasetçi, adam kayırma, dolandırıcılık, görevi kötüye kullanma, rüşvet ve toplum malını zimmetine geçirme suçlarını rahatça içselleştirebilmektedir. İşkenceci polis zulme besmeleyle başlamakta, namaz vakti gelince ibadet molası verip sonra tekrar zulmüne geri dönebilmektedir. Müslüman veya gayri Müslim de olsa irade ve zaaf yönünden insan aynı insandır. Bu yüzden her bir yorum nasıl bir çözüm öngördüğünü ayakları yere basan uygulanabilir bir sistem olarak ortaya koymak zorundadır.
Dinlerin ve felsefelerin metafizik üzerine yoğunlaştığı dönemlerde, yani rasyonel kabul edilen felsefeler bile dogmatik temeller üzerinde yükseliyor ve dogmatik olduğu oranda gerçeklikten kopuyorken, İslam, insanı hedef alan, insanın dönüştürücü rolünü ortaya çıkarmaya çalışan rasyonel bir kültür olarak vücut buldu. İnsana verilen rol, hilafet; yani yeryüzünün iyilik ve adaletle imar edilmesi idi.
İslam insanları hayatta karşılığı olmayan iman ilkelerine veya ispatlanamaz metafizik kabullere çağırmadı.
Çağrısının dayandığı bir metafizik öğreti elbette mevcuttu ama dogmatik ve irrasyonel bir şekilde ona itaat beklemedi.
Doğrudan hayatın içinden seslendi ve zulüm düzenine son verip adaleti tesis edecek çözümlerini ortaya koydu.
Putların sahteliğini ilan ederek zulüm düzeninin meşruiyetine çomak soktu. İnsanların kardeşliğinden ve evrensellikten bahsederek kabileciliğe meydan okudu.
Ekonomik cendereyi kırmak için servetin adil paylaşımını gündeme getirdi ve adil paylaşım için faizi yasakladı, zekâtı, infakı teşvik etti.
Elbette hayata dair çözümler, bu çözümlerin kendisi içinde hayat bulduğu evren tasavvurundan (metafizik öğretiden) bağımsız olamaz.
Fakat İslam gerçekliğe sırtını dönüp masabaşı çözüm üreten bir rasyonelliğe başvurmadı.
Hayatın içinden seslendi, susturulmuşun sesi, ezilenin feryadı, zulüm görenin isyanı oldu.
Zulüm düzenine son vermenin yollarını, bizzat olgunun kendi içerisinde gösterdi. Böylece insanlar vaatlerini değerlendirme ve onu tecrübe aleminde sınama imkânı buldular.
İkna olup, “evet, çözüm işte bu” dedikleri noktada da onun rehberliğinde yürüdüler.
Ne var ki bu durum uzun süre devam edemedi. İslam’ın hayata temasını genişletmek için geliştirilen fıkıh ve teorik sorulara cevap vermek için üretilen kelam, zamanla dinin kendisi gibi algılanmaya başladı.
Bir dönemin ihtiyacını karşılamak için üretilen yorumlar, sonraki nesiller için birer kurala ve sorgulanamaz normlara dönüştü.
İlkesel yaklaşımın yerini kuralcı yaklaşım aldı ve İslam düşüncesi rasyonel yönünü büyük ölçüde kaybetti.
Nihayetinde hayat değişti, yeni sosyalleşme biçimleri ve yeni sosyal alanlar vücut buldu ve İslam düşüncesi, zamanın-mekânın kaydı altına giren bütün düşünceler için geçerli kaçınılmaz talihe yürüdü. Çağa hitap edemez hale gelerek dogmatikleşti.
Devam Edecek..
Lübnan sınırında ilk sıcak temas
02.10.2024
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
06.10.2024
İslam İnkılabı Lideri'nin Mesajları
07.10.2024
Tebaa ve İtizalciler | Muharrem Balcı
11.09.2024
my body my decision MUSTAFA AKMEŞE 03.10.2024
İktidar ve Toplum YUSUF YAVUZYILMAZ 05.10.2024
Tehlikeli Oyun AHMET HAKAN ÇAKICI 08.10.2024
MUHAFAZAKÂRLIK MEHMET YAVUZ AY 12.09.2024
SEVGİLİ AYŞENUR MÜSAADEN OLURSA… ESRA DURU 12.09.2024
Yaşanan Kötülüğün Sorumlusu Kim… ABDULAZİZ TANTİK 11.09.2024