metrika yandex
  • $39.57
  • 45.75
  • GA29980

"AKİF'İN ANTAKYA SEYAHATİ"

Dr. MEHMET SILAY
26.03.2025

“AKİF’İN ANTAKYA SEYAHATİ” 

SONUN BAŞLANGICI ve bir TEBDİL HAVA

1935 ilk Baharında Anemi, Baş ağrısı ve Sarılık şikayetleriyle başlayan hastalığı ortaya çıkmıştı. Yapılan muayene ve konsültasyonda bir karaciğer hastalığı olan Siroz kesinleşmişti.

Mısırın yakıcı tropikal sıcaklarından uzak ve serin bir yerde “Tebdil hava” yapmasına karar verildi. Hava değişimi için en yakın ve uygun yerin Beyrut olduğu görülüyordu.

​Akif bavulunu hazırladı ve Temmuz’un son haftasıİskenderiye’den kalkan ilk yolcu vapuruyla Beyrut limanında karaya çıktı. Tavsiye edilen Doktor muayenesinde Akif’te Sirozdan başka bir de Malarya-Sıtma olduğu anlaşıldı.

​Akif uygun bir zaman aralığında İslam’ın dört büyük Müctehidinden biri olan EVZAİ’nin Beyrut’taki Türbesini de Fatihalarla ziyaret etti.

Ertesi gün aşı yapıldı ve tekrar uygulanan tedavi yönteminden ve hekim kontrolünden sonra Beyrut’a ve Akdeniz’e yüzlerce metre yukardan bakan, sedir ormanlarıyla kaplı Cebel-i Lübnan’ın en meşhur yaylası Suk-ul Garb köyüne çıktı. Serindi. Suyu güzel ve Oksijeni boldu.

Diğer ülkelerden gelenlerle birlikte Akif de FUNDUK EL HACCAR’a yerleşti.

Şerif Abdulmecid ve diğer dostları tarafından ağırlandı. Sağlığının izin verdiği ölçüde gezilere katıldı. Cünye’de uzun zamandır ikamet eden Yüzelliliklerden Feylosof Rıza’yı ziyaret etmeyi ihmal etmedi.

Akif’in İstanbul’a yazdığı mektuplarda hayatından memnun olduğu okunuyor. Oysa Akif’i Lübnan dağlarına savuran yıpratıcı hastalığına aldırdığı yoktu.

“Bugün Mısır’ın sıcağından ve tozundan uzaktayım.

Misafir olduğum otel hayli kalabalık. Dervişlerin Kesrette Vahdet dedikleri gibi sırf kendi alemimde yaşıyorum.

Fakat hastalık Akif’i gün geçtikçe bulunduğu yerden çabuk bıkan bir insan haline getirdi.

Dost sohbetlerinde gıpta ile anlattığı ve yalnızlığına hayran olduğu Seyyah Abdurreşit İbrahim gibi gezmek istiyordu. İspanya ve Hindistanı merak ediyordu.

“Nasib olursa Nisan ayında İspanya’ya giderek Elhamraharabesini görmek istiyorum. Meşhudatımı yazar, bir manzume vücuda getiririm. Bir Müslüman Şairi için o havaliyi ve o asarı ziyaret etmemek doğru değil. Bu seyahat tahakkuk eder sonra ihtisasatımı nazma da muvaffak olursam çok sevineceğim.

Ümid ne tatlı şey! Baharda Elhamrayı temaşa edip yazın tasvirine çalışacağım. Gelecek kışa Himalaya dağlarına çıkarak Ganj nehri vadilerinde dolaşarak öbür bahara Hind şiirleri yazacağım.”

Sırat-ı Müstakimin 1 Temmuz 1326 tarihli nüshasında Akifinüzerinde durduğu ve özlemini duyduğu konu seyahat ve dünyayı tanımaktır.

“Bilad-ı Garbın ahvalini tasvir edecek seyahatnamelere bizde lüzum olsa bile ihtiyacımızı bertaraf etmek elimizdedir. Bu eserleri tercümelerinden okur ve bilgiyi istediğimiz eserden alabiliriz.

Lakin Asya’yı hangi eserden öğreneceğiz?

İtiraf etmeliyiz ki, dünyada en az tanıyıp bildiğimiz Kıt’a menşeimiz ve memleketimiz olan Asya’dır. Bu eski dünyadaki ülkelerin en meşhurlarını, yalnız isimlerini bilmek suretiyle tanırız. O mütenevvi iklimlerde yaşayan akvamın lisan, ahlak ve adetlerine dair pek az şey biliriz.”

Akife göre Seyahat ticari ve siyasi maksatla yapılabilir. Fakat Ona göre Sosyolojik faydaları önceliklidir ve her şeyin üzerindedir.

Ancak bu sefer evinden ve çocuklarından ayrılıp Lübnan Dağlarına tırmanışı, tedavisi mümkün olmayan yıpratıcı ve amansız bir hastalık yüzündendir.

Yüzelliliklerden gazeteci Muhiddin Meydani, Beyrut’ta çıkarmaya devam ettiği El Necm yani Yıldız Gazetesinde Mehmet Akif’in Lübnan’a geldiğini duyurdu. El Necm gazetesi Şam, Halep ve İskenderun Sancağına kısa zamanda ulaşır ve okunurdu.

Yine Yüzelliliklerden Refik Halit karay, Tarık Mümtaz Göztepe, Celal Kadri ve Hasan Sadık gibi aydınlar bu bölgede yaşıyorlardı. Bazıları yaylaya çıkarak Şair Mehmet Akif ile görüştüler.

Antakya’da ise farklı bir heyecan yaşandı. Safahat ve Sıratı Müstakimde Kuvayı Milliyi ateşleyen yazılarıyla Onu tanıyanlar, bunca yakınlarına kadar gelmişken Akifin yüzünü de görüp Onunla tanışmak istediler.

 

AKİF'İN ANTAKYA SEYAHATI

Antakya eşrafından Bereketzade Cemil Ağa, Akif'i Hilvan inzivasında tanımış ve candan sohbetine doyamamıştı. O;

-"Türkiye Milli Marşını yazan büyük şairimizi aramızda görmek bizim için paha biçilmez şereftir!" diyordu. 

Müşavere edildi ve görev taksimi yapılıp karar verildi. Davet sahibi Cemil Ağa, davet elçisi de Akif’le yıllar önce İstanbul'dan yakın tanışıklığı olan, Yüzelliliklerden, Antakya Lisesi edebiyat öğretmeni Kozanlı Ali İlmi Fani olacaktı.

Hiç vakit kaybetmeden yola çıkıldı. Ali İlmi Bey Beyrut'a geldi ve Suk-ül Garp yaylasında ve Akif'i hem dinlendiği hem de tedavi olduğu Beni Haccar Otel odasında buldu. Karşılıklı gönül alıcı sözlerden sonra, Ali İlmi Bey kendisinin buraya yani Lübnan toprağına geliş sebebini ve Antakya halkının davet teklifini lisan-ı münasiple ifadeye çalıştı.

-"... Efendim sevenleriniz İskenderun Livasında sizin yolunuzu hasretle gözlüyorlar. Burada yalnız başınıza kalmanın da bir manası yok. Bol oksijenli havası ve meşhur Zugaybe suyuyla Antakya'nın iklimi Beyrut'tan daha sağlıklıdır. Tabiplerimizin kontrolünde aşılarınız da yapılır..."

Böyle zor zamanda aranmak, hasta halinde şairi çok duygulandırmış ve mutlu etmişti. Cemil Ağanın ve İskenderun Sancağındaki aydınların selamlarını ilettikten sonra, Ali İlmi Bey onu ısrarla Antakya'ya davet etti. 

Akif de bu nazik daveti bitkin ve yorgun olmasına rağmen, memnuniyetle kabul etti.

Bekaa vadisiyle, Cebel-i Dürzi'yi aşıp geldikleri Halep'te, Refik Halit Karay'ın evinde gecelediler. İkinci sabah Değirmenkaşı(Reyhanlı) üzerinden ve 9 Ağustos 1935 günü Antakya'ya ulaştılar. Yol yorgunu olan Akif, bir gün dinlendikten sonra Antakyalı sevenleriyle tanışmaya başladı. Cemil Bereket, vilayetin karşısındaki görkemli konağını ona tahsis etti.

Antakya'da yayınlanan, Ankara yanlısı ve işgale direnen Altınözü, Vahdet, Doğru yol ve Yıldız gazetelerinde tarihi ziyarete yer verildi. Yeni gün Gazetesinin 11 Ağustos 1935 tarihli nüshasında Akif'e ilgili haber manşetten duyuruluyordu:

"MEHMET AKİF ŞEHRİMİZDE

On yıldan beri Türkiye dışında ve en çok Mısırda oturmakta olan "Safahat" müellifi Mehmet Akif, iki gün evvel Halep'ten şehrimize gelmiştir..."

Akif, zamanın büyük bir bölümünü Bereketzade Cemil Ağa'nın konağında halkla sohbet ederek değerlendiriyordu. 

Her gün Asi nehri kıyısında düzenli olarak yürüyüş yapıyor ve sonra da dinlenmeye çekiliyordu. 

Şair, yıllardır yaşadığı Mısır gurbeti ve çöl sıcaklarından, iklimi, coğrafyası ve Sosyo-Kültürel yapısıyla Anadolu'nun doğal uzantısı olan Antakya'da gönüldaşlarıyla kucaklaşıp, hasret giderdi. Halkın işgal acısını ve Antakyalıların Anavatana hasretini birlikte yaşadı. Kötü günlerin ömrü kısa olacaktı. Onlara umut ve moral verdi, sıkıntılarını sohbetlerle paylaştı.

Ali İlmi Fani, Filozof Rıza Tevfik'e yazdığı 14 Ağustos 1935 tarihli mektubunda konuya şöyle değinir: 

"Perşembe akşamı Akif Beyefendiyle beraber Halep'e yetiştik. Geceyi Refik Halit beyin yanında geçirdik. 

Ferdası sabahı Antakya'ya geldik. 

Kendisini Bereketzade Cemil Beyin konağına misafir eyledim..."

Cemil Bey Hilvan’da Akif’le tanışmıştı.

Cemil Bey Akif'e pek ziyade hürmet göstermekte ve bu suretle istirahatini temine çalışmaktadır. Akif Bey vaziyetten pek memnundur, ancak kendisinden bir saat ayrılmak dahi kabil olmadığından, Ali İlmi Fani: Feylosof Rıza’ya yazdığı bir mektubunda; 

" Benim hürriyetim elimden gitmiştir. Hatta şu kısacık mektubu bile size beş gün sonra yazmaya vakit bulabildim... "diyecektir.

Günübirlik gezilerle Akif'e yakın çevredeki mesire yerleri gezdirildi. Asırlık çınar gölgeleriyle Narlıca yolu üzerindeki Maşuklu, suları ve şelaleleriyle ünlü Harbiye ve Tosunpınarda leziz memleket yemekleri ikram edildi. 

Akif'in üç haftalık Antakya ziyaretinin üç günü hariç hepsi de şehir merkezindeki Cemil Ağa'nın konağında geçti. O üç günü de Tosunpınar’daki Halefzade Mesrur Ağa'nın çiftlik konağında geceledi.

Akif'in misafir edildiği Konak şimdi Antakya'da TosunpınarOrtaokulu olarak değerlendirilmektedir.

Akif, Antakya'dan, İstanbul'da bulunan öğrencisi Prenses Emine Abbas Halim'e yazdığı mektupta bu şehri ve halkını övmekten bitiremez.

"...Antakya şehri sırtını Habibi Neccar dağına vermiş, ayaklarını Asi nehrine uzatmış, gözlerini de karşıki Toros cibaline dikmiş, ağaçlık, bahçelik, zeytinlik, bağlık, sulak, yemyeşil bir Türk yurdu...Değersiz eserleri dolayısıyla fakire gıyaben aşina çıkan ahali, fevc fevc ziyaretime geldiler. Davet alıp dağlara, bahçelere, bağlara götürdüler. Hele konağına indiğim Cemil Bey, ev sahipliğini bendenize devrederek, mahcup bir misafir gibi kendisi bir köşeye büzüldü. Aşçılar, hizmetçiler bütün emirleri bendenizden telakki eder oldular. Asıl beylerine hiçbir şey sormaz oldular.! 

Asalet mutlaka kendini gösteriyor. Asil adam ne kadar düşse, gene sağlam bir tarafı kalıyor..."

Gördüğü samimi ilgi ve misafirperverlik onu çok mutlu ve mesrur etmişti. Tabiplerin tavsiye ettikleri gibi beslenme disiplinine riayet ettiğinden çok rahatlamıştı. Ancak, üşüyüp-titreme ve arkasından yüksek ateşle seyreden bir nöbet geçirince, 22 Ağustos 1935 günü Akif'e tekrar sıtma aşısı yapılması zarureti doğmuştu.

Bereketzade Cemil Ağa'nın konağında bazı gece sohbetler, künefe-kerebiç ve taş kadayıf ikramlarıyla sabah ezanına kadar sürerdi.

O günlerde, Fransızlara karşı direnen Osmanlı torunu, bağımsızlık yanlısı çeteler, Ubeydiye üzerinden gelip ansızın CisirHadid karakolunu çapraz ateşe alarak sekiz Fransız askerini öldürdüler. İşbirlikçi milislerin kılavuzluğunda ve cebri gece yürüyüşüyle üstün silahlarla donanmış Fransız ordusu, bir gece iz sürerek Aşağı Kuseyr yaylasına geliyor. Çetelere devamlı yardımlarıyla destek veren Beberte Köyü baskınında dört şehit veriliyor. Harmanlar yakılıyor, döven ve cercerlere koşulu büyükbaş hayvanlar kurşunlanarak öldürülüyor, telef ediliyor. Bu katliamlara az görülmüş olmalı ki, Çetelerden İzzettin Konuralp'e yataklık eden Büyükburç Köyü de Amik Yolu ve Yanıkali üzerinden cebel toplarıyla bombardımana tutuluyor. 

Belen ve Atık yaylası baskınlarıyla da Fransız işgalciler taciz ediliyordu.

Antakya'da, Fransız lejyonerlerine karşı dişe diş-göze göz çarpışan direnişçi çetelerimiz, Fransızlar için amansız bir tehlikeydi. Çetelerin tacizinden Fransızlar fena halde korkuyorlardı. İşgalden sonra ilk dört yıl bu amansız çete savaşlarıyla Fransızların sesi-soluğu adeta kesilmişti. Silahlı mücadelede kesin sınırlarla dost belli, düşman belliydi. Ama daha sonraki on beş yıllık belirsizliği ancak Ankara'nın müdahalesi çözebilecekti.

İşte Akif'in Antakya'da bulunduğu o günlerin birinde Ali İlmi Fani, Ankara'dan gelen Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlanan Yayla dağlı şair Ahmet Türkmen (Teymur)'un "Firakından ey Antakya kara bahtım sana ağlar" diye başlayan şiiri Akif'in huzurunda okudu:

 

Hilal gitmiş, salip gelmiş ne matem tutmuş afakın, 

Bahar ağlar, harif ağlar, sana Seyf-ü şita ağlar 

Ezan mahkum, Salip hakim aman ya Rab nedir hikmet? 

Buna elbet diyar ağlar, melek ağlar, sema ağlar.

 

Garip bir hükm ile Misak-1 Milli nakzedilmiştir. 

Bu davada değil millet, desatiri kaza ağlar. 

Yetim kalmış bu yerlerde hezeran Türkün evladı. 

Eder feryad mezalimden, felekde ses-seda ağlar.

 

Belayı dehrile bağrım nasıl yanmış ki ey Teymur! 

Hayat benden kaçar, eninimden cefa ağlar...

 

 

Safahat'ın duyarlı şairi bu mısraları o gün yüreği kabararak dinledi, gözleri doldu.

Akif, Antakya'da kaldığı süre içinde, Antakya halkının Fransız işgalinden duyduğu ezikliği ve Anavatan hasretiyle hürriyete olan zapt edilmez arzusuna yakından şahit oldu. Minarelerde okunan ezanla, çevresinden kulağına ulaşan, Türkçenin Arapçayla bütünleşen şeker şerbeti gibi Antakya Şivesi, ona Fatihte geçen gençlik yıllarını hatırlatıyordu, Üsküdar'ı, Beylerbeyi'ni, Çamlıca'yı anımsatıp özletiyordu...

Camlı kahvenin gramofonlarından son melodilerin nağmeleri etrafa yayılıyordu. "Bağdat'ın hamamları-Yanıyor külhanları..." arkasından, "Altın tasta gül kuruttum" ve "Şu karşıki dağda kar var duman yok..." türkülerini Akif, gönlüne hücum etmiş bir coşku ve tarif edilmez bir kasvetle ama zevkle dinliyordu.

Asi nehri doluluğunca ve üzerinde sürükleyip götürdüğü kütüklerle birlikte, delicesine Süveydiye'ye doğru akıp gidiyordu. Müziğe karşı büyük ilgisi ve sempatisi olan Akif'in, bu vesile ile Antakya türküleriyle kulaklarının pası siliniyordu. Yenikapı ve Sultanahmet'teki gelenekler Antakya'da da aynen yaşanıyordu. Bu onun için en büyük mutluluktu.

ANTAKYA CENNET GİBİ YURT!

Yalnız, resmi dairelerde yabancılar çalışıyordu.

Köprü başında sömürgelerden getirilmiş paralı askerler ve lejyonerler devriye geziyorlardı. Bir de Osmanlı kışlasında fiili işgali sembolize eden, (Bleu, blan et rouj) üç renkli Fransız bayrağı dalgalanıyordu. Bu manzara Akif için yürek yarasıydı.

 

Bir gün, ikindi serinliğinde, Habibi Neccar' da kılınan ikindi namazını müteakip, mutad /günlük gezintisini Akif, kalabalık bir grup Antakyalı dostlarıyla birlikte yapmaktadır.

Kışlanın altında Lafut denilen küçük bir meydana geldiklerinde hafif yavaşlayıp etrafı seyretmeye başladılar...

 

 

Öğretmen Ali İlmi Fani Bey, Akif'e yaklaşıp, sordu: 

- Antakya'yı nasıl buldunuz Üstadım?

"-Mükemmel, güzel bir vatan parçası...Ancak rahatsızım, çabuk yoruluyorum. Yoksa Harbiye, Batı ayaz, Narlıca, Maşuklu ve cennet misal Tosunpınar’ı tekrar görmek isterdim..." diye cevapladı Akif.

Çevre yemyeşildi, bu günkü gibi betonarme bina yığınlarıyla boğulmamıştı. Tabiatı seyrederek biraz daha yürüdüler. Ali İlmi Fani Bey, Akif'i dinlendirmek için, bir teklifle konuyu değiştirdi:

-Üstadım, Antakya için bir şiir lütfeder misiniz? Bizlere bir hatıranız olurdu!

Akif böyle bir talep üzerine iç geçirerek derin bir nefes aldı...

Çeteleriyle işgale direnen şehre baktı... Akşamın habercisi olan ufuk, pembe bir kızıllığa bürünmüştü.

Onu saygıyla kuşatan dostlarına ve bir de direklerde/gönderlerdeki halkın onurunu kıran Fransız bayraklarına baktı, sonra da hafifçe mırıldanmaya başladı ve:

VİRANELERİN YASÇISI BAYKUŞLARA DÖNDÜM

GÖRDÜM DE HAZANINDA BU CENNET GİBİ YURDU,

GÜL DEVRİNİ BİLSEYDİM ONUN BÜLBÜL OLURDUM.

YA RAB, BENİ EVVEL GETİREYDİN, NE OLURDU?

 

Dizeleri yüreğinden dökülüverdi. Tarih 18 Ağustos 1935.

Ali İlmi Fani cebinden kalemini ve küçük not defterini çıkararak;

“Üstadım tekrar lutfeder misiniz?” Dedi.

Akif yeniden okumaya başladı.

Ali İlmi Fani Bey de o gün bu önemli anın tarihe not edilmesini istercesine, Akif'in irticalen söylediği bu şiiri üstada tekrar ettirerek cebindeki not defterine kaydetmiş ve ikinci gün derse girdiği Antakya Lisesi öğrencilerine yazdırıp, ezberletmişti.

O gün, Şiiri ezberleyen Antakya Lisesinin öğrencileri arasında müstakbel düşünce adamı Hüseyin Cemil Meriç ve Kemal Sülker de vardı.

Ne yazık ki, ayrılık günü gelip çatmıştı ve Akif 30 Ağustos 1935 günü, Onu üç haftadır bağrına basan Antakyalılarla helalleşip, Lübnan üzerinden Mısıra hareket etmişti. İki gün sonra da yine yol yorgunu olarak Akif, Hilvan'da yolunu merakla bekleyen eşi ve çocuklarına kavuşmuştu.

Fakat sıtma bitkin düşürürken, geri dönüşü olmayan tahribatıyla siroz hastalığı onu oldukça zayıflatmış, kendi tabiriyle "canlı cenazeye" çevirmişti. Antakya'ya yaptığı bu seyahat, Akif'in yüreğinde yanan "sıla hasretini" daha da alevlendirmişti.

​&&&

Not-1 “Hİilafet TBMM’nin manevi şahsında mündemiçtir” kararına rağmen Fiilen kaldırılan Hilafet taraftarı ve kaldırılmasına karşı olan Akif’in bir sohbet sırasında “ Eğer Mustafa Kemal Halife olsaydı Onu ilk tanıyan ben olurdum!” dediği anlatılır. Ancak yazılı bir belgeye ulaşılamamıştır.

Not-2 YÜZELLİLİKLER-Kurtuluş Savaşı sonrası, Düşmanla işbirliği (?) yaptıkları için Türkiye’den sürgün edilen 150 TC vatandaşıdır. -Bu Resmi ideolojinin tanımlamasıdır.- 

Hepsi de Aydın, münevver, Devletin üst düzey makamlarında görev yapmış insanlardı.

Hilafete ve Osmanlı saltanatına bağlı ve Lozan Antlaşmasına karşıydılar.

28 Mayıs 1927 vatandaşlıktan atıldılar. Önce kovuluyorlar. Hele Ali Kemalin meydanda idam ve infazıyla sıranın kendilerine de geleceğini düşünerek korkuyla ülkeyi terk ediyor veya firar ediyorlar. Memleket hasretiyle çoğu da Türkiye’ye en yakın fakat can güvenliği olan Halep,  Beyrut ve Antakya’da yaşamayı tercih ediyorlar.   

​Yüzellilikler arasında;

Refik Halit Karay-Yazar, PTT genel müdürü

Refii Cevat Ulunay-Alemdar gazetesi sahibi.

Ali İlmi Fani-Adana Ferda gazetesi Sahibi. Üç kardeştiler, Üçü de Yüzelliliklere dahil edildi ve sürüldüler

Hasan Sadık-Halep Doğru Yol Gazetesi Sahibi.

Eşref Sencer Kuşçubaşı- Osmanlı İstihbarat Başkanı.

Uşaklı Madanoğlu Mustafa- Korgeneral Cemal Madanoğlunun babası.

Feylesof Rıza-Rıza tevfik Bölükbaşı-Şurayı Devlet Reisi.

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş