metrika yandex
  • $32.45
  • 34.68
  • GA18240

Doğru Bilgi İle Doğru Algı İlişkisi

MUSTAFA YILDIZ
23.11.2020

'' Bilme” ile “Anlama” arasındaki ilişkiyi söz konusu ederken bilme ve öğrenmenin gerekli olduğu, ancak asıl olanın ise “Bilineni doğru anlamak” olduğunu belirtmiştik.Her iki sözcüğün ifade ettikleri muhtevalar kullanıma sunuldukları zaman pratikte de birlikte hayat bulduklarında daha bütüncül bir anlamı ifade ettikleri görülür.Yani eldeki mevcut bilgiler/veriler sağlıklı olup doğru da anlaşılınca, ortaya çıkacak sonuçların da kayda değer bir anlamı ve toplumda da bir karşılıkları olduğunu görürüz.Kişide doğru anlamanın yerleşmesi kuşkusuz doğru bilgiye ulaşması/ulaşabilmesi ve doğru bilgiyle buluşmasıyla ancak mümkün olabilir.Doğru bilgi ve doğru anlama;insanı iyiye, güzele ve hakikata yöneltip, toplumu da yararlı şeylere sevk edebiliyorsa eğer, demek ki insanımızda “Mü’minin feraseti” ile bakış hayata geçmiş demektir ki, aslolan ve beklenen de budur zaten.
 
Bilgi/bilme/öğrenme aynı zamanda insanda oluşmuş/oluşacak düşünceye de yön verir.Bu nedenle bilinenlerin güvenilir kaynak bilgileri olması son derece önem arz eder.“Doğru anlama”nın vuku bulması “Doğru bilgi”ye ulaşmayla yakından ilişkilidir.Yani, gerek okuyarak ve gerekse duyular yoluyla elde edilen bilgilerin de “Doğru, güvenilir bilgiler” olması da son derece önemlidir.Gerçek ve doğru bilgi, yani hâkikatın bilgisi insana aynı zamanda hem doğru anlama vasfını kazandırır ve hem de doğru düşünüp doğru düşünce üretmeye de teşvik eder.Zira güvenilir kaynaklardan beslenerek düşünce üretenler, düşüncelerini söz veya yazıyla topluma sundukları zaman, verdikleri doğru ve isabetli kararlarla kendilerini mutlaka belli de ederler.
 
Bilimsel tez veya teorilerde muhtemel olabilecek eksik ve yanlışlar;ilim dünyasında zaten fazla barınamazlar da.Çünkü, eksik mutlaka fark edilir, yanlışta illaki ortaya çıkar.Zira, bilim somut verileri baz alarak karar verir.Hele birde sanal dünyanın bu kadar yaygın kullanıldığı, bilimsel verilere ulaşmanın da bu kadar kolaylaştığı, erişimin ve iletişimin de oldukça basitleştiği bir zaman diliminde geldiğimiz noktada yanlış bilimsel bir veriyi bilgi piyasasında gündemde tutmak adeta imkansız gibidir.Zaten bilimsel teoriler/tezler/faraziyeler laboratuvar ortamında ispatlanmadıkça yahut konuyla ilgili yetkili merciler tarafından onay verilmedikçe gündeme dahi alınmaları mümkün değildir.Kimi zaman “Şunu buldum, şunu ispatladım” gibi görüşlerin ortaya atıldığını hep duymuşuzdur.Ama kâle alınmadan, bir veri olarak da kullanılmadan ve uzun ömürlü de olmadan unutulup giderler.Yanlış veya eksik bilginin dolaşımda olduğu görüldüğü an, illaki bir başkası tarafından hemen müdahale edilerek yanlış mutlaka düzeltilir, varsa bir eksiklik mutlaka tamamlanır.Zira bilimsel ortamlarda yanlış ve eksik bilgi hareket etme zemini bulamadığı gbi, hayat bulması da, yeşermesi de mümkün değildir.Zira bilimin böylesi bir davranış sergilemeye ihtiyacı da yoktur zaten.  
 
Ancak, söz konusu “Din” özelde de “İslam dini” olunca, yapılan yorumlara bolca eksik ve yanlış bilgilerin sıkıştırılarak zerk edildiğini hemen hemen her aklıselim kişi bilir.Kur’an’da Mü’mini tarif ederken, daha işin başında ”Mü’minler o kimselerdir ki, gayba’da inanırlar… ” (Bakara:3) diye başlar.Dolayısıyla okuyucu dini okumalarda daha işin başında soyut (Gayb) kavramlarla karşılaşır.İslâm dini “Gayb”a dair hususlarda mensuplarından daha işin başında “Mutlak inanma”yı gerekli gördüğünü belirtir.Bu husus inanmış herkes tarafından zaten bilinir.Gayb’a dair hususları müşahhas delillerle ispatlama ve görünür hale getirme mümkün olmadığı ve kişinin inancıyla doğrudan ilişkili olduğundan, burada doğru bilgi ve doğru anlamanın delilide ancak Kur’an’ın bildirdiği vahiylere inanmakla mümkün olabilmektir.Bu nedenle doğru ve hakikatın bilgisine ulaşarak bildiğini doğru anlamak dini konularda daha fazla hayati önem arz eder.Çünkü, dini konularda eksik anlatım veya eksik verilen bilgi neticesi insanlarda ileriki zamanlarda onarılması zor olacak hayati derecedeki yanlış anlaşılmalara, farklı inançların doğmasına/oluşmasına ve yeni dini görüşlerin ortaya çıkmasına neden olduğu/olacağı müslümanlar arasındaki mevcut çeşitli düşünce faklılıklarından anlaşılıyor zaten.
 
Öğrenilen bilgilerin aynı olması, aynı okullardan aynı dersleri okuyarak mezun olmalarına rağmen, okunanları ve bilinenleri nasıl farklı anladıklarına örnek olması babından ve yapacağımız tesbiti daha iyi anlatabilmek için bir iki mevzuyu aşağıya alıyoruz.Farklı anlaşılmış ve tartışmalı konuların hepsini buraya taşımak kuşkusuz mümkün değildir.Üsttelik hacimli bir konu olması dolayısıyla mevzuu akademik bir çalışmayı gerektirir ki, bu da bizim gücümüzün dışına çıkar.Ancak verilen örnekler maksadımızın hasıl olması ve bir yaramıza parmak basmak ve işarett bulunmak babındandırlar.
 
Mesela;”Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman (Kimi meallerde savaşa çıktığınız zaman) kafirlerin size kötülük etmesinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda bir günah yoktur.”(Nisa suresi:101), “Sen (Peygamber) içlerinde olup da (Cephede) namaz kıldırdığın zaman, bir kısmı seninle beraber namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar, secdeyi yaptıktan sonra arkanıza geçsinler; kılmayan öbür kısım gelsin seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı olsunlar…bila ahir.” (Nisa suresi:102) ayetlerinde namazın ne zaman kısa tutulacağı, savaşta namazın nasıl kılınacağı etraflıca anlatılmaktadır.Savaşın dışında ve bir tehlike söz konusu olduğu zamanlar hariç, diğer zamanlarda sefer halindeki kişinin namazlarını kısaltmasında insiyatif kullanabileceği vurgulanırken, halen ilm-i hal kitaplarımızda;sefer halinde farzlar mutlaka iki kılınmalı, peygamberin nafile olarak kıldığı, bize de sünnet olarak intikal etmiş olan namazların da tam olarak kılınmasını ön gören bir izahın ısrarla işlenmesine ne demeli acaba?Allah’ın emrini yarıya indirme şart görülürken, peygamberin kıldığı nafile namazlardan ise taviz verilmiyor.Yukarıda verilen ayetlerden yapılması gerekenler açık ve anlaşılır olduğu halde, sefer halinde namazların mutlaka iki rekat olacağı kanaati nasıl oluyorda böyle anlaşılıyor ve halen de böyle anlayarak savunanların bildiklerinde ısrarcı olmalarını anlamak mümkün değil.
 
Başka bir hususta;Uzun yıllar ilm-i hal kitaplarında müslümanın inanması gereken 104 farz’ı olduğu konu edilirdi.Bilahare bu farzlar 52’ye, daha sonra da 32 farz’a kadar iskonto yapılarak indirildi.Belki iyi niyetle yapılan/yapılmış indirim ve tasnifler öğrenmeyi kolaylaştırmak babındandı diye hüsn-ü zan edebiliriz.Ancak halen İslamın şartı beştir (5), imanın şartı da altı’dır (6) diye ilm-i hal kitaplarında böyle yer alır.Zengin olmayan biri için de hac ve zekat’ta düşeceğinden kişiye sadece üç (3) rükün kalır.Bu konular kitaplarda yeterli izahatları yapılmadan böyle yazılmaya devam ettiğinden kimi müslümanın belleğinde oluşan algı da maalesef “Dinin tamamı bundan ibarettir.” şeklinde anlaşılmıştır.Keza;Sabah namazı dört (4), öğlen on (10), ikindi sekiz (8), akşam beş (5), yatsı onüç (13) rekattır (İsmini vermek istemediğim bir Camii kapısına aynen bu şekilde asılı olduğunu bizzat gördüm) şeklinde ifade edilince, halk nezdinde sanki günlük kılınan tüm namazlar farz’mış gibi anlaşılmıştır.
 
Verilen bilgiler kuşkusuz yanlış şeyler değil, ama doğru bilginin eksik anlaşılması, anlatımlarında noksan kalması dinin de yanlış anlaşılmasına sebep olmuştur.Keza vakit namazları için de farz olanlar şunlardır, diğer kılınanlarda peygamberin kıldığı nafilelerdir diye tasnifler yapılmayıp kafi derecede de izahı da yapılmadığından kırk (40) rekat kılınan günlük namazların tamamı kimilerince adeta farz namazlarmış gibi algılanmıştır.
 
Oysa, farz ve nafile olarak kılınan namazların her biri aslında kendi başlarına müstakil ibadetler oldukları halde, sadece bizim ülkemizde namazlar peş peşe kılındığından, halkın bu davranışlara yüklediği anlam; “Demek ki, tüm namazlar yekpare kılınırlar” şeklinde anlaşılmıştır.Burda da verilen eksik bilği ve bilineni yanlış anlama adeta farklı bir din algısının doğmasına neden olmuştur.Bu tür şeyleri basit ve önemsiz gibi görenler olabilir ancak, eksik ve yanlışlıklar inanca sirayet ettiklerinde/sıçradıklarında bölünmelerin başlangıç noktalarının kıvılcımını bu tür önemsiz görülen şeylerden doğduklarını görürüz.
 
Halbuki İslâm dini;Kur’an’ın tamamına inanmayı imanın gereği saydığı halde, siz “Kur’an’daki bütün emirlerinin farz olduğunu, ancak Kur’an’daki emirlerin bir kısmını kadın-erkek herkesin yerine getirmesiyle, bir kısmının toplu olarak yapıldığında, bir kısmının da idareciler tarafından yerine getirilmesiyle Kur’an’ın tamamı icra edilmiş olur.” şeklinde teferruatlı izaha ihtiyaç olduğu bilindiği halde ihmal edilerek, insanların idrakine uygun anlayacakları şekildeki bir anlatımın yapılmaması/yapılamaması sonucu, ekseriyet tarafından anlaşılan sanki islâm dini sadece üç rükünden ibaretmiş gibi olmuştur.Keza vakit namazları için de farz olanları şunlardır, diğer kılınan namazlarda peygamberin kıldığı nafilelerdir.Diye yeterli derecede izahı yapılmadığından, günde kırk (40) rekat olarak kılınan namazların tamamı kimilerince adeta farz namazlarmış gibi algılanmıştır.
 
Her seferinde belirtme gereği duyduğumuz gibi hiç kuşkusuz şuurlu ve bilinçli olarak inanarak davranış sergileyen, çok güzel yorumlar yapıp ona göre de amel edenlerin olduğunu elbette biliyoruz.Bizim kastımız da zaten onlar değil, maksadımız bir tespitte bulunmak içindir.İslâma dar çerçeveden bakarak, sağlıklı bilgi kaynaklarına ulaşmadan merdiven altı bilgilerle öğrenilen/öğretilen malumatlarla yorumlanarak anlaşılan/anlaşılmış İslâmi bir anlayış maalesef toplum içinde farklı davranış ve alışkanlıkların ortaya çıkmasına neden olurken, cesaretlenen halkın da artık kendisinin verdiği kararlarla kendine has oluşturduğu bir din’i yaşadığını söylemek sanırım çok da abartılı olmasa gerek.Uzun yıllardır doğru diye bilinen ve bir nevi inanç haline dönüşmüş bu alışkanlıklardan kısa sürede vazgeçme ve onları terk etme oldukça zor olduğu/olacağı da kabül edilmelidir.
 
Sonuç olarak;bilgi birikimini gerek sözlü ve gerekse yazılı olarak toplum yararına sunan, arz eden kişinin, bir başkasının da doğru veya yanlış anlamasına gerekçe olabileceğini de gözönüne alarak, söylediklerine ve yazdıklarına çok dikkat etmesi gerekir.Özellikle, hikmeti ve değişmez bilgiyi içeren kaynaklardan beslenmiş, doğru anlayarak, süzgeçten de geçirdikten sonra toplumun ya da bireylerin istfadesine sunulmalıdır.Maksadımız, uzun uzadıya açıklamalar ve izahları gerektiren bu konuları bu dar sütunlara sığdırmak, sığdırmaya çalışmak değil elbette.Maksadımız;insanımızı hiç değilse zaman zaman kendiyle başbaşa kalıp, inancıyla ilgili tahliller yapmaya ve bazı şeyleri yeniden düşünmeye/sorgulamaya sevk etmektir.
 
Mustafa YILDIZ/ANKARA

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş