Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması ve arkasından tutuklanması sonrası İstanbul başta olmak üzere ülkemizin birçok kentlerinde ve bazı üniversitelerde kitlesel protestoların olması sanırım tesadüf olmasa gerek. Özellikle yerel, bölgesel ve küresel gelişmelerin neredeyse olağanüstü hareketlenmeler gösterdiği bir zaman diliminde Türkiye’nin CHP ve bileşenleri eliyle iç politikaya hapsedilme çabaları kabul edilebilir değil. CHP öncülüğünde başlayan eylemlerin dış bağlantılardan kopuk olduğunu da düşünmek mümkün değil. Bu bağlantılar; Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya ve hatta İsrail ile ilintili de olabilir. Zira bölgemizdeki gelişmeler Türkiye’yi merkeze oturtmuştur. Türkiye bir taraftan kırk küsür yıldan bu yana devam eden PKK terör örgütü ve onun bileşenlerine silah bırakmaları çağrısı yaparken ve yine asrın felâketi sayılabilecek 6 Şubat depremlerinin yaralarını sarma çabası içerisindeyken bir de buna ilâveten 61 yıllık Suriye’deki Baas rejiminin yıkılarak yerine yeni bir yönetim ve rejimin ikamesinde baş rol oynayan Türkiye’nin dış güçler ve onların yerli uzantıları tarafından mutlaka önünün kesilmesi isteniyor. Bu nedenlerle CHP’nin Türkiye’yi iç politikaya, hele de üç yıl sonra yapılacak seçimler bahanesiyle tüm dikkatleri içeriye çekmesi, rastlantısal bir durum olarak değerlendirilmemelidir.
Yani CHP’nin ya da onun genel başkanının tüm devlet organlarının ortaya koyduğu delillere rağmen İmamoğlu için masumiyet çığırtkanlığı yapması sıradan bir şey değil. Kaldı ki MASAK, Emniyet ve yargı kurumlarının harekete geçmesinde de önemli rol oynayanlar CHP içerisindekilerdir. Devlet, tüm olup-bitenlere rağmen olaylara soğukkanlı bir yaklaşım gösteriyor. Zira Türkiye’nin kurucu partisi olarak bilinen CHP’nin şu an ki hali kurucu parti kimliğinden yıkıcı parti kimliğine dönüştüğünü gösteriyor. Bilmem hatırlar mısınız ,İmamoğlu İstanbul belediye başkanlığını kazandığında Yunan basınının İmamoğlu’nu ‘’Pontus kökenli bir Rum’’ diye tanıttığı ve ‘’İstanbul’u fetheden Yunan’’ başlığıyla manşetlere taşıdığını. Ve bununla birlikte 1453’te Osmanlı’ya kaybettikleri İstanbul’un İmamoğlu sayesinde yeniden aldıklarını söyleyen Yunanlılar, ‘’İstanbul’ u fetheden Yunan’’ diyerek İmamoğlu’na methiyeler dizdiğini. (Ekrem İmamoğlu: The ‘’Greek’’ who ‘’conquered’’ İstanbul) Yeni Şafak 12/4/2019)
Bu arada Özgür Özel’in CHP kurultayı öncesi: ‘Ben Selanikli bir sünniyim’ demesi ve Devlet Bahçeli’ye verdiği bir cevapta: ‘Devlet Bey soyumuz Selanik’tedir.’ demesi tesadüf mü? Zira kendisine soyunu sopunu soran mı var? Yoksa İmamoğlu-Özel dayanışmasının bir gereği mi? Selanik ah Selanik! Keşke birileri seni bir masaya yatırsa ve 624 yıllık devasa Osmanlı Devleti’nin yıkılmasındaki rolünü delilleri ile birlikte ortaya koysa!
Evet seçimlere daha üç yıl varken, seçim bahanesiyle Türkiye’yi iç politikaya kilitlemenin arka planına iyi bakmak lazım. Zira henüz PKK terörü Apo’nun çağrısına rağmen bitmedi. Suriye ve Kandil uzantısı muğlaklığını koruyor. SDG’nin 10 Mart’ta Suriye yönetimi ile imzaladığı mutabakat metni ortada, bu metne PKK bileşenlerinin ve SDG’nin ne kadar uyum sağlayacağı bilinmiyor. Diğer yandan 29 Mart’ta Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara’nın 22 kişiden oluşan bakanlar kurulu listesini açıklarken SDG’nin salonda bulunmayışı mevcut Suriye yönetiminin boykot edildiği şekilde algılandı. O nedenledir ki Türkiye, adeta saç ayağını oluşturan üç değerli kurum ve başındakileri sürekli teyakkuz halinde tutuyor. Yani Dışişleri, Savunma Bakanlığı ve MİT Başkanlığı’nı adeta alarma geçirmiş durumda. 10 Mart SDG-Suriye Yönetimi Mutabakatı’nın kırılganlığı dikkate alınarak her an Kuzeydoğu Suriye’ye bir harekat gerçekleşebilir. Türkiye’nin Suriye politikasında kırmızı çizgilerinin başında Suriye’nin toprak bütünlüğü ile terörden arındırılması geliyor. Bu iki konuda Türkiye taviz vermez/veremez. Yaklaşık sayıları 60 ila 70 bin arasında olan SMO hazır beklemektedir.
Türkiye’nin bir diğer kırmızı çizgisi de Gazze ve Filistin meselesidir. 9 Mart’ta Amman’da yapılan beşli toplantıda (Ürdün, Mısır, Irak, Lübnan ve Türkiye) ilk defa bölge ülkelerinin bölgesel sorunlara ilişkin bir kararlılık vurgusunu gördük. Keza İsrail’de bundan oldukça rahatsız oldu. Neredeyse her gün İsrail’in çeşitli makamlarından Türkiye’ye yönelik kaygı ve tehditleri ifade ediliyor. Amerika sinsice ve hoyratça Gazze başta olmak üzere İran ve Yemen’e ilişkin tehditler savuruyor. Tüm bu olanlar karşısında devleti, hükümeti ve toplumu iç politikaya ya da İmamoğlu’na kilitlemenin masumiyeti, özgürlük boyutu, demokratik bir hak olduğu söylemleri boş söylemlerdir. Zira Türkiye’nin her zamankinden daha çok birlikteliğe, kardeşliğe, dayanışmaya ve gönül coğrafyamızdakilerle yakınlaşmaya ihtiyacı vardır. Zaten Türkiye’de bunu yapmak istiyor. Ama birileri de buna engel olmak istiyor.
Sonuç olarak Mustafa Kemal’in, 6 Aralık 1922’de CHP için: ‘Bütün sınıfları kuşatan, onların sözcüsü olan, ancak sınıfsal olmayan bir parti olmalıdır.’ dediği CHP bugün sadece kendisini ve kendi içerisindeki klikleri, onların önderlerini düşünen bir parti halindedir. Keza geçmişi de bundan farklı değil ki. Mustafa Kemal ölünceye kadar CHP’nin başındaydı. 6 Aralık 1922’de söylediklerinin aksine Ruşeni’nin 18 Teşrinievvel 1926 tarihli eserini okuduğu zaman sayfaların yanlarına bizzat lâtin harfleri ile düştüğü notlarda şöyle diyor: ‘’Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren ulusalcılığımızdır.. ’’ (Bak. Kemalist Laikliğin Temelleri Muzaffer Taşyürek sh. 74) Yani ulusalcılığın gerçek bir din olduğunu ifade ediyor. CHP’nin tarihi sürecini takip ettiğimizde bugün ortaya koyduklarını anlamakta güçlük çekmeyiz. Diğer yandan iktidara talip olan bir partinin bir davası olması gerekir ve bunun yanında davaya sahip çıkacak bir liderliğin olması gerekir. CHP, bu ikisinden de yoksun olduğu için kendini sokaklara atıyor ve sokaklardan medet umuyor. Hiç heveslenmeyin bu fakir 1960 sonrası neredeyse tüm Cumhurbaşkanlığı seçimlerini dikkatle takip etmiş birisidir. Gördüklerim ve tecrübe ettiklerim bana göstermiştir ki, bu devlet hiçbir zaman emin olmadığı kimseye kendisini emanet etmez. 12 Mart 1971 muhturası sonrası, 1973 Mart’ında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerine son güne kadar tek aday vardı, o da Org. Faruk Gürler idi. Gürler’in; Cemal Madanoğlu, Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal gibi kişilerle olan yakın ilişkisi nedeniyle iki general; Org Muhsin Batur ve Org.Faik Türün paşalar Gürler’in cumhurbaşkanı olmasına izin vermediler ve devlet Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi olan Em.Oramiral Fahri Korutürk’ü aday gösterdi, Demirel ve Ecevit’de tıpış-tıpış onu cumhurbaşkanı seçtiler. Yazımı Milliyet Gazetesi’nden Prof. Nuran Yıldız’ın şu sözleri ile bitirmek istiyorum: ‘’ Protestocuların çoğunluğu İmamoğlu’nu savunmak için değil, muhalefetin oluşturduğu boşluğu doldurmak için sokaklara çıkıyorlar. ‘Özgür Özel gelsene, biber gazı yesene!’ diye bağırıyorlar.’’ (Milliyet Gaz. 23 Mart 2025)
sarslantas46@hotmail.com
01.04.2025
Gülden Sönmez ile Derkenar..
17.05.2025
MAZLUMDER Kaya Kartal ile Devam Dedi..
27.05.2025
İslam Teopolitiği Üzerine Notlar|Ali Bal
19.05.2025
Uzak Şehir dizisinde Coca Cola reklamı
20.05.2025
İRAN İLE ABD’NİN SAVAŞI ORHAN GÖKTAŞ 13.06.2025
KURBAN SOSYOLOJİSİ YUSUF YAVUZYILMAZ 09.06.2025
III - İÇİM GAZZE GİBİ ERNEST AYTEN DURMUŞ 08.06.2025
İran Saldırısının Zamanlaması AHMET GÜRBÜZ 14.06.2025
Gençlerimiz İstikbâlimiz AHMET SEMİH TORUN 27.05.2025
Arafat Zirvesinin Bayramı Kurban AHMET GÜRBÜZ 05.06.2025
Ali Baba ve Kırk Haramiler AHMET GÜRBÜZ 01.06.2025