İlk Yazı:
https://hertaraf.com/koseyazisi-kucuk-guzeldir-ve-yeni-dunya-duzeni-1-3186
Küçük Güzeldir ve Yeni Dünya Düzeni 2 - SORUNLAR
Hannah Arendt'a a göre "Hakikat Sonrası Siyaset" adını verdiğimiz politikaların asıl tehlikesi, toplumlara verilen ideolojik coşkular ya da sürekli çevremizde dolanan siyasi yalanlar değildir; olayların, eylemlerin doğru ya da yanlışlığına hükmettiğimiz değerler sisteminin aşınmasıdır.[1]
Süreç mükemmel işlemiyor: Sorunlar, Sorunlar…
Noah Harari tüm sorunların anasının büyük kitlelerin işlevsiz ve hayalsiz kalması olduğunu düşünüyor[2]. Ancak bu tespitte ufak bir saptırma olabileceğinden şüpheleniyorum. Zira gelen teknolojik yenilenmeler ve yapay zekâ uygulamaları neticesinde fakirlerin işlevsiz kaldıklarını fark ve tespit edenler fakirler değil, gücü ve sermayeyi elinde tutan egemenler. Fakirlerin durumdan şikâyetçi olduklarına dair henüz elimizde herhangi bir veri yokken, aksine zenginler çok huzursuz. Sanırım fakirler, her geçen gün biraz daha fazla sermaye sahibi egemenlerin gözüne; hiçbir şey üretmediği halde yüksek hayat kalitesi isteyen, kurtulunması gereken baş belası parazitler olarak görünüyor.
E. F. Schumacher ise konuya şöyle giriyor: “Öncelikle belirtmem gerekir ki, önümüze çıkan sorunlar, kaza ile ya da bir hata neticesi önümüze çıkmış sorunlar değil; dünya çapında kurulan ekonomik yapının ve teknolojik başarıların zorunlu sonuçlarıdır.” Dolayısı ile yapacağımız bazı teknik ya da idari düzenlemeler ile onları çözüp yolumuzdan kaldırmamız mümkün değil.
Müsaadenizle Noah Harari’nin fakirleri, “lüzumsuz parazitler” olarak görmesine neden olan Schumacher’in bahsettiği sistemi kilitleyen sorunları konuşmaya çalışalım:
1- Sürekli büyümek imkânsız
Sistem, “sürekli büyümek” üzerine kurulu ancak sürekli büyümek imkânsız.
Her sene daha fazla ciro, daha fazla üretim, daha fazla satış, daha fazla gelir, daha fazla müşteri bulma zorunluluğunu ifade ederken ABD Ekonomik Danışmanlar Konseyine Başkanlık etmiş olan Prof Walter Heller, dünyanın her tarafında rastlanabilecek hemen her politikacının ağzından dökülebilecek şu cümleleri kullanmıştı: “Ulusumuzun emellerini yerine getirebilmemiz için iktisaden genişlememiz gerekmekte. Sürekli ekonomik büyüme olmadan başarılı olma ihtimali olduğuna inanmıyorum[3]”. Sanırım haksız da sayılmazdı. Çünkü sistemin üzerine kurulu olduğu yapı; yatırımları ve yeni teknolojileri finanse etmek, yeni ürünlere yeni pazarlar açmak, pazarlara saldıran diğer rakiplerle mücadele etmek, devamlı artan nüfusa iş yaratmak ve “kanaat” kelimesi unutturulmuş toplumların her gün baskısı artan ve daima daha fazlasını işaret eden yüksek hayat standardı talebini karşılamak için sürekli daha fazla büyümek ve sisteme daha fazla kaynak sokmak zorunda.
Ancak sürekli büyümek sonsuz kaynaklar gerektiriyor. Bizimse kaynaklarımız sınırlı. Üstelik birisi büyüyorsa rakiplerine rağmen büyür. Herkes aynı anda nasıl büyüyecek? Bu da imkânsız!
Mesela E.F. Schumacher’in “Küçük Güzeldir” eserini yazdığı 70’li yıllarda dünyanın %5,6’lık nüfusuna ev sahipliği etmesine karşılık Amerika Birleşik Devletleri, tek başına dünya kaynaklarının %40’ını kullanmaktaydı. Bu rakama İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika, Kanada gibi diğer sömürgeci Batılı devletleri eklediğimizde; 300-350 milyonluk bir nüfusun tüm dünya kaynaklarının %90’ından fazlasını kullandığı fark edilecektir. Birkaç devlet, dünyanın tüm kaynaklarının %90’ını kullanırken -bırakın az gelişmiş ya da gelişmemiş devletlerin gelişmesini- mevcut sömürgeci devletlerin bile diğerlerini geriletmeden daha fazla genişleme/büyüme imkânları olamaz.
Bu şartlar altında eğer ABD ekonomisi daha da büyümek zorunda ise bu nasıl mümkün olacak? Ya da ABD bunu başarırsa dünyanın geri kalanına ne olacak? Bize göre Batı, sömürebileceği fiziksel sınırların en ucuna gelmiş gibi görünüyor. (Uzaya yönelik çalışmalar, yeryüzünde fiziksel sınırlara dayanmış sömürgecilerin, sömürge sınırlarını aşma çabası olarak okunabilir.-AHÇ)
Diğer taraftan 2019 yılında Unesco’nun yayınladığı rapora göre 3 milyar insanın evinde ve dünya genelindeki okulların üçte birinde el yıkanabilecek bir lavabo[4], sağlık ocaklarının %16’sında tuvalet, 2 milyar insanın evinde ise akan su yok. Ama bu fakirlik içindeki ülkelerin kaynakları neredeyse tamamen -yok pahasına- Batı’ya akmakta. Batı’nın bu seviyede ekonomik konforu sürdürebilmesi ancak sömürülen bu ülkelerin, pozisyonlarını değiştirmemeleri ve sömürülen, kaynakları yağmalanan, fakirlik içindeki ülkeler olmaya devam etmeleri ile mümkün. Yani 1,5 milyarlık Çin, 1,25 milyarlık Hindistan, Pakistan, Brezilya, Nijerya, Bangladeş gibi ülkeler BATI seviyesinde bir ekonomik hayat sürmeye kalkmaları durumunda Batı’nın bugünkü refah seviyesini koruması mümkün olmadığı gibi yeryüzünün sahip olduğu kaynaklar da buna yetmeyecektir.
Üstelik yoksul ülkeler kendi kaynaklarını işlemek için gerekli bilgi, tecrübe, sınai altyapı ve sermayeyi biriktirme imkânı bulamadan, Batı, onların enerji ve doğal kaynaklarını yani geleceklerini de tüketmekte. Sömürülmekte olan ülkeler bu durumu fark ettikçe BATI’ya karşı direnç ve öfke de artmakta, bu sebeple sömürü işi, gittikçe daha pahalıya mal olmaktadır.
Nüfus olarak %90’ı teşkil etmesine rağmen dünya kaynaklarının %10’undan daha azından faydalanabilen ülkeler için bu oranlar; her geçen gün daha fazla huzursuzluk sebebi olmakta ve kendilerine kalan payı yükseltebilmek için arayışa girmeye zorlamakta.
Anlaşılacağı üzere eğer büyük sömürgecilerin haricindeki ülkeler ekonomik kalkınma ve daha yüksek bir hayat seviyesi talebinde ısrar ederlerse büyük bir kapışmadan kaçınmak mümkün değil gibi görünüyor.
2- Kaynakların yok olması: “Kullan at!” Ekonomisi”
Zalim diye, kendi budundan kebap yapıp yiyen adama derler.
Mevlana
Schumaher’e göre kaynak sorunun altında yatan ana neden, tanımlamakta zorlandığımız veya tanımlamaya cesaret edemediğimiz bir zihni bozukluk veya fikri bir sapma nedeniyle dünyaya bir KAYNAK gözüyle bakmamızdır. İnsan aç kaldığında kendi etinden, butundan yemez, çünkü insan, kendi için bir “kaynak” değildir. Eğer insan bir sapma sonucu, kendini yiyecek kaynağı olarak görmeye başlarsa, bu kişinin kendisini yok etmesi anlamına gelecektir. Doğa da bir KAYNAK değil, insanın “doğal yaşam” alanıdır. Eğer insanlık, ona savaş açar, onunla mücadele etmeye girişirse doğayı yendiğinde kendi yaşam sahasını da yok etmiş olacaktır.
Medeni insan yeryüzünü arşınlamış ve bastığı her yerde çöl bırakmıştır. Bu söz bir abartma olsa bile dayanıksız değildir. Medeni İnsanın uzun süre yaşadığı her yer çoraklaşmıştır.
E.F. Schumacher
Doğa ile sağlıklı bir ilişki kuramayan modern insan, doğanın insanoğluna ikram ettiği nimetleri –farkında olmadığı- korkunç bir israf, vurdumduymazlık, kanaatsizlik ve müsriflikle harcıyor. Hatta yok ediyor.
Mesela; çok fazla değil sadece birkaç on yıl önce; yere su döküldüğünde, suyu, geçmişte gömlek, pantolon ya da iç çamaşırı olarak kullanılmış bir kumaşla kurular, sonra o bezi kurutur ve ihtiyaç olursa yeniden kullanırdık. Aynı bezden, aynı ya da benzer bir iş için yüzlerce defa daha hizmet almak mümkündü. Bez, su tutamaz hale gelince, yine de çöpe atılmaz bir yastığı doldurmak ya da ip olarak kullanılmak gibi bir başka hizmete koşulurdu.
Şimdi peçete ya da kâğıt havlu kullanıyoruz. Sil, kurula ve çöpe at. Sil, kurula ve çöpe at.
“Kolaylık” olsun diye sapılan bu yolla, bir insan bir ömürde kaç ağaç harcar? Ya bir şehir? Ya bir ülke dolusu insan?
Her gün ama her gün, her şehir en hızlısı 20-30 yılda büyüyen bir orman dolusu ağacı yok ediyor.
Mesela; geçmişte insanlar bir yerden bir yere herhangi bir şey taşımak için yanlarında file, heybe, sepet gibi bir eşya taşırdı. Bunlar 20-30 yıl hatta ömür boyu kullanılırdı. Modern insan yanına bir şey taşımak için herhangi bir şey almıyor; aldıklarını esnaftan aldığı poşete koyuyor ve menziline varınca çöpe atıyor.
Pet şişeler, ambalajlar, kutular, hediye paketleri vs. modern insanın talep etmediği halde ürettiği bir yan ürün olarak çöplerde birikiyorlar. Bunlardan pek çoğunun sadece 1 tek sefer kullanılmış doğal kaynaklarımız olduğunu hatırlatmama gerek yok sanırım.
Böylece her gün binlerce ton petrol de çöpe gitmiş oluyor.
Mesela; önceki yazıda bahsettiğimiz kısaltıla kısaltıla ömürleri 300-500 saate kadar düşürülmüş ampuller çöpe atıldığında, onlarla birlikte içindeki çok yüksek sıcaklıklara karşı direnci ve iletkenliği sağlayan tungsten/volfram madeni de çöpe atılıyor. Atılan ampul miktarı o kadar büyüktür ki, dünya volfram madenlerinin %52’sinin şimdiden tüketildiği düşünülmektedir. (Volfram madeni başka alanlarda da sık kullanılır.)
Mesela; yılda kabaca 1,5 milyar adet satılan cep telefonlarında bazıları dünya üzerinde çok nadir bulunan 40 civarında değerli metal maden ve element kullanılır. (demir, silisyum, krom, gümüş, altın, tungsten, kobalt, molibden, neodim, praseodim vs.) Firmaların, 2-3 senelik bir kullanım sonrası müşteriyi, telefon değiştirmeye zorlaması ile telefonlarla birlikte bu madenler de çöpe atılmış olur. Aynı şekilde pek çok kıymetli ve kısıtlı maden TV’Ler, bilgisayarlar, tabletler, saatler, radyolar, beyaz eşyaların ıskartaya ayrılması ile de çöpe gider.
Hatırlatmak isterim ki, madenler yeryüzünde üretilmezler: Onlar ya, en başından beri yeryüzünde bizimle idiler ya da milyonlarca yıl içinde gök taşları veya uzaydan dünyamıza yağan gök tozları ile yeryüzünde biriktiler. Anlayacağımız üzere onları tükettiğimizde ya onlara bir daha hiçbir zaman ulaşamayacağız ya da yeniden elde etmek için milyonlarca yıl beklememiz gerekecek.
Mesela, enerjimizin %70’ini, ihtiyaç duyduğumuz malzeme ve materyalin %25’ini fosil yakıtlardan karşılıyoruz. Ancak bunların doğada oluşum süreçleri milyonlarca sene alabilirken, BATI, yeryüzündeki kaynakların neredeyse yarısını, belki de daha fazlasını 100 yıl demeden harcamış durumda[5]. Modern insan neredeyse on binlerce senelik insanlık tarihinin toplamında yok edilen ya da kirletilen dünya kaynağının, yüzlerce hatta binlerce katını sadece son 50 senelik süreçte yok etti ya da kirletti.
Yani, Batılı sömürgecilerin piyasayı hızlandırmak için hem propaganda hem teşvik ettikleri “Kullan At!” ekonomisi müthiş bir hızla sanayinin ma’müle dönüştürdüğü ürünleri çöpe dönüştürürken elimizdeki kıymetli madenleri de yok ediyor. Ürünün çöpe dönüşme süreci öylesine hızlandı ki, insan elinin ürüne ulaştığı anda, ürün çöpe dönüşebiliyor. Süreç teknolojik aletlerden, evdeki mobilyalara, giydiğimiz kıyafetlerden yediğimiz içtiğimiz şeylere kadar her alanı etkileyebiliyor.
Bu hızla devam edersek muhtemelen 20-30 yıl zarfında birçok ma’mülü üretmek için artık kaynak bulmak mümkün olmayacak.
Ancak burada dikkat çekilmesi, atlanmaması gereken husus dünya kaynaklarını tüketenlerin fakirler olmadıkları ZENGİNLERİN olduğudur. Yazarımızın verdiği bir örnekle konuyu somutlaştırmak gerekirse; 7 milyarlık fakir kesimin nüfusu, 14 milyara çıktığında dünya petrol tüketimindeki artış %10’ların altında kalırken; 300 milyon Batılının nüfusunun iki katına çıkması durumunda dünyadaki mevcut üretim kaynaklarının ihtiyacı karşılaması mümkün olmayacaktır.
(Yine de görünen o ki, zenginler kendi tükettikleri ya da zehirledikleri doğal kaynakların faturasını fakirlere kesmeye hazırlanıyorlar.-AHÇ)
3- Kaynaklar Tükeniyor, Çöp Dağları Büyüyor:
Modern insan 2 şeyi tüketirken bir şeyi de sürekli üretiyor: Bir taraftan kendi ekonomik kaynaklarını (parasını) diğer taraftan dünyanın doğal kaynaklarını tüketirken, bir taraftan da sürekli çöp üretiyor.
GAG isimli bir şaka programında şakazedeye yanaşan şakacı, “arabasını kilitleyemediğini” söyleyip tuvalete gidip gelene kadar arabasını beklemesini rica ediyor[6]. Şahıs ayrılır ayrılmaz bir polis arabası ve ezici gelip şakazedenin önündeki arabayı ezicinin içine atıp, bir sandık büyüklüğünde demir yığınına dönüştürüyor ve hızla oradan ayrılıyor. Şakazede şaşkınlıkla olduğu yerde kalırken araba sahibi koştur koştur gelip şakazedeye “Arabasına ne olduğunu” soruyordu.
Benim sayabildiğim kadar, 9 farklı kişiye aynı şaka yapıldı ve her seferinde bir araba ezilip hurda haline getirildi. Dikkat edilirse korkunç boyutlardaki israf kültüründen türemiş bir şakanın sonunda elimizde kalan sadece biraz gülücük ve reklam geliri değildir: Arabanın enkazı da kurtulmamız gereken arzu edilmemiş bir yan ürün olarak elimizdedir.
Ne yazık ki, bu sorun sadece ekonomik olarak zenginleştikçe şımarmış Batı toplumlarının sorunu değil: Modernitenin ürettiği insan tipi sürekli ÇÖP üreten bir varlık. Türkiye’de günlük 32,3 milyon, dünyada yıllık 2 milyar tondan fazla çöp üretiliyor[7]. Türkiye’de üretilen çöpün yaklaşık binde 7,4’ü, yani 239 bin tonu tehlikeli atık denen zehirli kimyasal atık kategorisinde. Bu zehirli atıkların sadece 40 bin tonluk kısmı Türkiye’nin tek zehirli atık imha tesisi olan Kocaeli Belediyesinin kurduğu İZAYDAŞ’da yakılmakta. Gerisi ya denize ya toprağa gömülmekte oradan da yine sulara karışmaktadır. Sadece Türkiye’deki kimyasal atıkları yok etmek için en az 6 tesis daha kurulması gerekiyor[8].
Ancak bu tesislerin kurulması ve işletilmesi çöp imha işini çok pahalı bir işe dönüştürüyor.
Görüleceği gibi zehirli kimyasal atık kategorisine girse de girmese de devletlerin başına bela olmuş çok büyük bir çöp sorunu var. Sorun sadece evsel atıklar değil, mesela 2014 yılında 44 milyon ton olan elektronik atık miktarı 2019 yılında 54 milyon tona yükseldi. Eğer süreç böyle devam ederse 2030 yılında bu rakamın 75 milyon tona yükselmesi bekleniyor. Üstelik bu rakama arabalar, asansörler, motorlar, aküler, akıllı telefonlar vs. gibi birçok atık çeşidi de dâhil değil[9].
İlk dönemlerde Batı, kurtulmak istediği çöpleri yakmayı denerken çöplerden kalan atıkların havayı, toprağı ve suyu zehirlediğini fark etti. Bunun üzerine sorunu çöplerini denizlere dökerek çözmeye kalktı. Ancak deniz, çöpleri geri tükürünce ve deniz altındaki yaşam da çölleşmeye başlayınca buna alternatif olarak çöplerini kendisinden uzak gelişmemiş ülkelere ihraç ederek çözme yoluna gitmeye başladı. Türkiye[10], Vietnam ve birçok Afrika ülkesine gönderilen çöpler; bu ülkelerde dağlar gibi birikmeye başladıkça, yerli kamuoyunun da dikkatini çekmeye ve tepki toplamaya başladı. Bu nedenle her geçen gün Batının, kendi artığı olan sırtındaki yükü, gelişmemiş ülkelerin sırtına atma çabası yani çöp ihracatı yapabilmesi zorlaşmakta ve sorun Batılı sanayileşmiş ülkeler için daha da içinden çıkılmaz bir hale gelmekte.
4- Toprağın Zehirlenmesi
Modern insan günün yarısını kendine yağ pompalamakla, diğer yarısını o yağı eritmeye çalışmakla geçiriyor.
E.F. Schumacher
“Vaktinin yarısını kendisine yağ pompalamak için, diğer yarısını o yağları eritmek için harcayan” modern insan, israfı modern yaşamın gereği olarak algılarken, doğru dürüst değerlendirmeden çöp haline getirdiği besin miktarını da her gün artırıyor. Öyle ki modern ülke mutfaklarına giren gıdanın 5’te 1’inin doğrudan çöpe gittiği bile iddia edilebiliyor[11]. Üretilen ancak gıda olarak değerlendirilemeden çöpe dönüşen gıda miktarı arttıkça boşluğu doldurmak için daha fazla üretmek zorunda kalıyoruz.
Diğer taraftan Piyasa Tanrısı, toplumu ekonomiyi hızlandırmak adına, modası/modeli geçti gibi psikolojik baskılarla ya da planlı eskitme ile ömrü kısaltılmış ürünlerle zorunlu olarak, geçmişte 20-30 sene giyilebilen kıyafetleri, kullanılabilen koltukları, perdeleri, diğer eşya ve aletleri sık sık değiştirmeye zorlayınca her alanda kat be kat fazla gıda, pamuk, yün, maden vs. üretmek zorunda kalmış olduk. Bunu başarabilmek için her sene bir önceki seneden fazla pamuk ekmek ve daha fazla miktarda maden çıkarmak ya da ekilebilir topraklardan ve hayvanlardan kat be kat fazla ürün almanın yolunu bulmak zorundayız.
Ama toprağı, kimyasallarla kat be kat fazla ürün vermeye zorlamak gördük ki, toprağı öldürüyor ve işe yaramaz bir çöle dönüştürüyor. Kimyasallar, hem toprağı, -gelecek sefer kimyasal ve ilaç kullanmadan- ürün alınamaz hale getiriyor hem de her seferinde daha fazla kaynağı bu iş için harcamamıza neden oluyor.
Daha fazla alanı ekeceğiz diye tarım alanı açmak ise ormanları, otlakları yok ediyor, temiz su havzalarını kirletiyor. Maden sahası açmak için tıraşlanan verimli toprağın yerini alan verimsiz kayalıklar ve boş çukurların yeniden verimli tarım arazilerine dönüşmesi muhtemelen yüzlerce belki de binlerce sene alacak.
Kimyasal ilaçlar, atıklar ve petrol ürünleri ile zehirlenen topraklardan -onlara daha fazla zehir vermeden- birkaç nesil boyunca faydalanmak pek mümkün görünmüyor. Böyle giderse çok değil 1-2 nesil geçmeden ekilebilecek canlı topraklar için dünya savaşları bile çıkabilir.
5- Hayvanlara işkence
Ekonomik döngüyü hızlandırmak için çevreyi daha fazla ürün vermeye zorlamak hayvanlar için de korkunç dünyalar kurmamıza neden oldu.
Mesela 45. günde kesime girmesi, gereken tavuklar enerji harcamamaları ve hızla kilo almaları için hiç hareket edemeyecekleri küçücük kafeslere kapatılıyorlar. Uzun süre tel üzerinde sabit durunca ayakları ve etleri, tele ya da oturdukları askıya kaynıyor. Bu yüzden onları parçalayarak yerinden almak zorunda kalıyoruz. Stresten kendilerini yoldukları için, kendilerine zarar vermesindeler diye gagalarını kesmek zorunda kalıyor, tüyleri kolay yolunsun diye canlı canlı kaynar su kazanlarına basıyoruz. İşe yaramaz görülen milyarlarca erkek civcivi yumurtadan çıktıkları gün öldürüp yumurta verecek dişiler için yem malzemesi ediyoruz.
Ünlü hamburger firmalarının et ihtiyacını karşılamak için kurdukları sığır, domuz, keçi, koyun tesislerindeki hayvanların durumları da tavukların durumundan daha iç açıcı değil: Onlar da kolay kilo alsınlar diye temiz hava görmeden, dasdaracık ve fıtratlarına çok ters alanlarda, fıtratlarına ters yiyeceklerle beslenip kesiliyorlar.
6- İkili Ekonomiler, toplumsal katmanlaşmalar…
Ekonomik kalkınmayı sağlayıp, Batı’ya meydan okuyabilmeyi yani kaynaklarının sömürülmesini durdurmayı hedefleyen ulus devletler Batılı ülkeler seviyesine çıkabilmek için bazı sektörlere ve alanlara özel teşvikler ve fırsatlar vererek o alanların gelişmesini sağlamaya çalışıyorlar. Ancak gelişme parça bazında olabilecek bir şey değil. Sadece, komple bir gelişme, “gelişme” olarak adlandırılabilir. Zira bir şehrin ya da bir sektörün hatta bölgede bir devletin çevresinden kopuk bir şekilde korunarak, beslenerek, hormonlarak geliştirilmesi; sonraki süreçte de onun diğerlerine karşı sürekli korunmasını gerektiriyor. Bütüncül bir gelişme olmadığında, hormonal destekleme ve koruma durduğu an gelişme, çok hızlı bir çöküşe geçiyor.
Diğer taraftan sürekli gözetlenen, korunan ve kollanan devlet ya da sektör; çaresiz kalan diğerlerinin iliğini emiyor. Bu durumda güçsüzün hiçbir şansı yoktur. Desteklenmeyen ya yok olacak ya da güçlünün sömürüsüne boyun eğecektir. Kendi başına bırakılma ihtimali yoktur.
Ancak bu durum sadece ekonomik alanlarda değil toplumsal alanda da dengesizliklere ve çatışmalara neden olur. Bir tarafta günde 2-3 USD’ye çalışan büyük bir kitle, diğer tarafta, hemen yanı başında saatte on binlerce dolar kazanan yapılar arasındaki çatışma, toplumsal huzursuzlukları ve ahlaki yozlaşmayı kaçınılmaz kılar.
7- Kamu Hizmetleri Dışlanıyor
Eğer bir faaliyet ekonomik olarak tanımlanmışsa sürdürülmeye değer olup olmadığı artık tartışılmayacak demektir; bir şey ahlaka aykırı, çirkin, ruhu zedeler, insanı yozlaştırır, dünya barışını tehdit eder ya da gelecek kuşakların mutluluğunu tehlikeye atar nitelikte olsa bile, “ekonomik” olduğu düşünüldüğü sürece var olma, gelişme ve yayılma hakkına sahiptir[12]. (Porno, fuhuş ve kumar sektörü gibi) Ancak eğer faaliyetin ekonomik olmadığı (Yani kâr getirmediği) saptanmışsa, sürdürülmeye değer olup olmadığı tartışılmaz; kesinlikle reddedilir. Ekonomik büyümeye engel olan BOŞ yani kârsız çabalardan utanılması gerekir; yine de bunlardan vaz geçmeyen insanlar ya ahmaktırlar ya da ülkenin ilerlemesini istemeyen sabotajcılardır.
Kâra tapınan model KÂRIN olmadığı işleri ve sektörleri aşağılıyor. Hizmet kavramı düşüyor ve devlet dahi toplumunu sömüren bir ticari işletmeye dönüşüyor.
Bu durumda “Ne kadar kazanacağız?” sorusu kutsal bir soruya dönüşmüştür. Kâr getirmeyen işler “lüzumsuz, gereksiz, boş iş” klasmanına alınır. Bunlar “Haram olmayan” lakin yapılması hoş karşılanmayan “mekruh” işler hükmündedir. Böylece kamusal hizmetler ya tamamen kaldırılır ya da olabilecek en alt seviyelerden, “idare-i maslahat” kabilinden devam ettirilmeye çalışılır.
Bu durum bu tür hizmetlerin bedelini ödemekte zorlanan en alt tabaka toplum katmanlarını perişan eden, onları çok zora sokan bir hayat modelini dayatır. Ve fakirlerin durumu her geçen gün daha da kötüleşir.
8- Vaat Boş Çıktı: İşsizlik ve Yoksulluk Sorunu Devam Ediyor
Keynes bize 100 yıl “açgözlülük, bencilik ve hırsa” tapınmamız durumunda toplumların refaha ereceklerini, zenginleşeceklerini, işsizlik probleminin ortadan kalkacağını, yoksulluk ve sefaletin biteceğini vaad etmişti. Aradan 100 değil neredeyse 200 sene geçti ve bunların hiç biri çözülmedi. Daha 1950’lerden itibaren gelişmiş ülkelerde işsizlik oranları %9-13 arasına, gelişmekte olan ülkelerde %30’lara demirledi ve bunda bir gerileme görülmedi. Üstelik sürekli zengin üretimi toplumun zenginleşmesi anlamına gelmedi. Her üretilen “bir” zengin, 500 ailenin orta gelirden koparılıp fakirleşmesi pahasına zengin oldu. Zenginleşme, zengin sayısını artırırken her zenginle birlikte fakirlerin sayısı da katlanarak arttı.
Sefalet sorunu ise her gün biraz daha kendisini hissettiren büyük bir sorun olarak tüm toplumları tehdit eden bir konuma evrildi. Daha önce sadece fakir devletlerin sorunu olarak görülen sefalet artık en gelişmiş devletlerin dahi yakasına yapışmış durumda. Öyle ki, Amerika’da pandemi sürecinin ardından evsizlerin sayısının 900 bini geçtiği konuşulurken, Fransa’da rakam 550 bini buldu. İngiltere’de akrabalarının yanına sığınan gizli evsizlerle evsiz insan sayısı 3 milyon civarındayken[13] sadece çocuk evsiz sayısının bile 121 binin üzerine çıktığı rapor ediliyor[14]. Suriyeli akını ile 2018’de Almanya’da da evsiz miktarının 1 milyonu aştığı da basına yansımıştı.[15]
Yani işsizlik ve sefaletin çözümü için önümüzde hiçbir ışık görülmezken bu durumun gittikçe kalıcılaştığı ve her gün biraz daha yayıldığını söylemek çok mümkün.
9- Değerleri Yok Olmuş Toplumlar
Bütün bu maddi kayıpların ötesinde “Kâr Tanrısına” tapınan açgözlü, bencil ve hırslı Modern İnsan, kâr tanrısına tapınırken tüm kutsallarını, değerlerini, ahlakını ve bunların üzerinde ayakta durabilen toplumsal bağlarını kaybediyor. Bir de buna, burjuvazinin her gittiği yerde fakirlerin feodal, kırsal, ataerkil ya da akrabalık bağlarına saldırıp bu bağları darmadağın etmesini de ekleyince, geriye, modern insanın diğer insanlarla kurabileceği tek bir bağ kalıyor: Menfaat bağı.
Menfaat bağı diğer tüm bağları yok etmek bahasına korunan bir bağ iken “Menfaat Tanrısı” da tüm kutsalları çiğneme pahasına tapınılan bir Tanrı. Hâlbuki üst değerler, erdemler ve ahlaki davranış biçimleri toplumlarda binlerce yılda birikebilen hasletlerdir. Onlar yıkıldıklarında, onların yeri boş kalmaz ve toplumların en adi ve süfli arzularından neş’et eden hasletler onların yerini alır.
Bu noktada altını çizelim ki, Aydınlanma ile Tanrıyı öldürdüğümüzü düşünüyoruz ancak Tanrı’nın ölüp yok olduğu doğru değil; Kilisenin Rabbi olan Tanrıyı tahtından indirip onun yerine kapitalizmin Kâr Tanrısını koyduk ve ona tapınmaya başladık, diyor Schumacher.
Dikkat edilirse fark edilecektir ki; bizi ahlaki öğretiye davet edecek papazlar/hocalar her geçen gün azalan saygınlıkları ile birlikte ortalıktan kaybolurlarken; UZMANLAR, her cenahtan bize sağlık, mutluluk, yeryüzü cenneti, huzur, sükûn, para ve başarının yollarını anlatmak için fırsat kolluyorlar.
Artık, Tanrı’nın emir ve sorumluluklarından kurtulduk ancak “PİYASA” denen yeni Tanrımız çok daha acımasız, merhametsiz, buyurgan ve despot. Üstelik TANRI, fakirleri güçlülere karşı korurken, “Piyasa Tanrısı” her zemin ve şart altında zenginlerden taraf oluyor.
10- Sistem Fakirlik Üretiyor
Alttan aldığını yukarıya taşıyan bir değirmen gibi işleyen sistem, piyasa döngüsü hızlandıkça fakirlerin ellerindeki servetlerin, en tepedeki büyük sermayedarlara doğru akma hızı da artıyor. Öyle ki, bugün sadece 26 kişinin serveti en alttaki 4 milyar insanın tüm varlıklarının toplamından daha fazla. Üstelik zenginleri daha da zengin fakirleri daha da fakir yapan süreçlerde herhangi bir azalma olmadığı gibi adeta bir çarpan hızı ile zengin fakir arasındaki uçurum gittikçe artan bir hızla daha da açılıyor. (Bu konuyu daha geniş bir şekilde “Fakirlerin Anlamadığı” (Ahmet Hakan ÇAKICI / Fakirlerin Anlamadığı (hertaraf.com) isimli yazımızda değerlendirmeye çalışmıştık)
11- Modern İnsan Üretmese De Dünyaları İstiyor
Schumacher döndüre döndüre tekrarlıyor: “Sorun toplumların fakirliği ya da zenginliği değil, toplumlar birlikte inanabilecekleri üst değerlerini yitirdiler. Bunun getirdiği devasa boşluk ve sermayenin piyasayı hızlandırmak için herkesi büyülediği “sen her şeye layıksın” propagandası birleşince, hiç bir sorumluluğun altına girmek istemeyen, hiçbir şey üretmeyen, -kendi ailesi bile olsa- insana hizmet etmeyi aşağılayan ancak her şeye sahip olma hakkını kendisinde gören; bunun için hırslanan, bunun için üzülen, bunun için strese giren, depresyon altında ezilen bir insan modelini ortaya çıkardı. En fakirler bile çocuklarını 100 sene önce saraylarda prenslerin sahip olmadığı bir lüks ve israf kültürü ile büyütmeye çalışıyor, çocuklarına her şeyi layık görüp, hiçbir şeyleri eksik kalmasın diye –onlara hiçbir sorumluluk tanımlamadan- önlerine her şeyi yığmaya çalışıyorlar.
Üstelik eğitim süresinin uzatılması ile 25-30 yaşlarına kadar geciktirilen çocukluk ve gençlik dönemi, toplumları, devasa bir nüfusu -çok genç ve güçlü olmasına rağmen- uzun yıllar bakmak gibi ağır bir yükün altına itti. Neredeyse ömrünün yarısına ulaşmasına rağmen topluma hiçbir katkıda bulunamayan ancak sürekli isteyen ve beklentilerinin yenilgisinde sinir krizleri geçiren, depresif ve huysuz koca koca kalabalıklar üretip duruyor modern toplum.
Batılı Gençlere dikkat edin diyor Schumacher: Onların başları, tüm zenginliklerine ve imkânlarına rağmen fakir ülkelerin gençlerinden çok daha fazla belada. Sürekli yaygınlaşan uyuşturucu problemi, alkolizm, tecavüz, şiddet, cinayetler, cinsel sapkınlıklar ve intiharlar Batılı gençlerin arasında fakir ülkelerden çok daha yaygın.
Kanaatimize göre, bu problemlerin de toprağın, hayvanların durumunun da, insan toplama kamplarına dönüşmüş kentlerdeki kontrolsüz yerleşimin de, dağ gibi yığılan çöplerin de sebebi temelde fakirlik problemi değildir: İlk başta söylediğimiz gibi insana, toprağa, hayvana, çevreye ve tüm eşyaya bütünlük içinde bir bakış sağlayan düşünce sistematiğinin ve onun dayandığın üst değerlerin kaybedilmiş olmasıdır.
12- Bizce En Büyük Sorun
Fakirler artık, sisteme artı değer katamıyor. Çünkü ellerinde bir şey kalmadı.
Piyasa döngüsünün sürekli hızlandırılması; alt tabakalardaki servetlerin yüksek tabakalara aktarılması anlamına geldiği gibi kırsal kesimde yaşayan insanların akın akın şehirlere göçmeye zorlanması anlamına da geliyordu. Zira hızlanan sanayi üretimi ile sanayi işletmelerinin insan emeğine ihtiyacı her geçen gün artıyordu. Üstelik köylerde oturan ve kendi kendine yetecek kadar üreten insanlardan iyi tüketiciler de çıkmıyordu. Sadece erkekler değil, desteklenen feminist hareketler üzerinden patronlar, kadınları ve çocukları da sanayinin hizmetine ve tüketici olma sürecine sokmuşlardı.
Türkiye’de de sadece 40-50 senelik bir süreçle kırsalda yaşayan nüfus oranı %60’lardan %6,8’e düşürülürken[16], yaz-kış kırsalda yaşayıp geçimini köyden sağlayan üretici insan oranı %3,2’lere kadar indirildi. Özellikle 3. nesilden itibaren şehirlere yığılan kalabalıkların köyle bağı neredeyse kalmamış durumda. Büyük çoğunluğun köyde satacak evi, arsası, tarlası da yok. Artık köyden yağ, peynir, fındık, çay, pestil, bulgur, buğday, mısır, turşu, tarhana, salça vs. de gelmiyor.
Yani şehirlere yığılan yeni kentli/eski taşralılar artık, sisteme kırsaldaki atalarından kalan veya köyden gelen varlıkları sokarak sistemin beslenmesine katkıda bulunamıyorlar. Sanayiden ya da devletten maaş alarak hayatlarını sürdürmek ve aldıklarını yine sisteme vermek zorundalar. Yani sanayici ya da devlet toplumdan ancak verdiği kadarını almak sorunu ile karşı karşıya kalmış durumda.
Bu öyle bir hale geldi ki, maaş alanların İngiltere’de %40’ı, Türkiye’de %60’ı eğer sadece 1 ay maaş alamazlarsa gelecek aya kadar idare edemeyecek haldeler. David Harvey bu durumu şöyle tanımlıyor: “… şehirleri ancak maaştan maaşa yaşayabilen kitlelerle dolduran da, gıda bankaları ve ücretsiz yemekler gibi hayır kurumlarından yardım almadan hayatta kalamayacak büyük bir nüfusu var eden de, diğer tüm sorunları yaratan da sermayedir. Sermaye işsizlik, küresel bir sorun, hastalık ya da başka bir kişisel trajedi esnasında evinin kredisini ödemeyi geçin kirasını bile ödeyemeyecek kadar aciz insanlar topluluğu yaratır.”[17]
Emekliler ve memurlar maaş alamazlarsa ne olur?
Sanırım fakir ülkeler hariç tüm gelişmiş ülkelerde sistem durur.
Yani sistem, eğer “Para Babaları” halka para vermezlerse dönemez hale geldi.
Küresel tefeciler/para babaları ulus devletlere kredi veriyor; ulus devletler bunu emekli, memur maaşları olarak topluma dağıtıyorlar. Küresel firmalar da ürettikleri emtiaya müşteri bulmuş oluyorlar. Böylece küresel şirketler devlete verdikleri krediyi halktan geriye almış da oluyorlar. Yani üretimden, topraktan ve hayvandan koparılmış; kendi değerini üretmekten aciz, maaşa ve hazır tüketime alıştırılmış neredeyse milyarı bulan bir kitleyi, sistemi ve piyasa döngüsünü ayakta tutabilmek için paraları ile desteklemek zorundalar.
Ancak onlar sistemi, “ellerindekileri fakirlere vermek için değil, onların ellerindekileri almak için” kurmuşlardı. Schumacher’in dediği gibi: Zira zenginler fakirleri çok nadiren düşünürler. Ellerindekileri onlara vermek için değil, onların ellerindekini almak için onlara yanaşırlar.
Ancak teknolojinin ve yapay zekânın gelişmesi ile birlikte insan gücünden makine ve robotlara geçiş sürecinin hızlanması sorunu çok daha çetrefilli bir yere taşıdı.
Bu yüzyıla kadar büyük sermayenin fakirlere, çalıştırmak için ya da savaştırmak için ihtiyacı vardı ve zenginden fakire doğru akan para akışı bir zorunluluktu. Ancak makineler, robotlar ve yapay zekâ onların yerini alınca zenginlerin fakirlere para vermek için hiçbir sebebi kalmadı. (Fakirlere yardım ancak TANRININ olduğu yerde anlam kazanabilir. Zira sadece TANRI, zenginlerin malından fakirlere HAK ayırır[18].”)
Ahmet H. Çakıcı
Muharrem 1444
“Hemen hemen bütün bilimciler ekonomik bakımdan tam bağımlıdır” ve “toplumsal sorumluluk bilinci olan bilimci sayısı çok azdır” bu nedenle araştırmaların yönünü belirleyemezler.[19]
Albert Einstein
ÇÖZÜMLER
Kalabalıkların ümidi onlarda… Ancak bu sorunlar karşısında bilim adamlarından HİÇ ümit yok! Zira 200 senelik tecrübe bize, bilim adamlarının sorunları çözüm hızı ile sorunların büyüme hızı arasında bilim adamlarının aleyhine büyük bir fark olduğunu gösterdi. Üstelik bu fark azalmıyor her gün daha da hızlanarak büyüyor.
(Ömrümüz olursa devam ederiz.)
[1] Cogito, Hakikat Sonrası, Kış 2021. Linda Zerilli
[2] https://www.hertaraf.com/haber-tarihin-sonu-ertelendi-yuval-harari-9750
[3] S: 92
[4] https://m.bianet.org/english/saglik/221369-unicef-3-milyar-insanin-evinde-lavabo-yok
https://www.yenisafak.com/hayat/3-milyar-insanin-evinde-lavabo-yok-3529495
[5] Nihayet Dergi, Mayıs 2022, Ahmet C. Kahraman, Değişen Atık ve Adaleti Uzayda Aramak
[6] https://www.youtube.com/watch?v=XTm4JKlPvX4
[7] Nihayet Dergi, Mayıs 2022,M. Şeker-F.N. Tanyeri, Sokak Toplayıcılarının Sosyo-Ekonomik Yapısı Araştırması
[8] Nihayet Dergi, Mayıs 2022, Onur Uludağ, Ev ve Ofis Kaynaklı Tehlikeli Atıklar
[9] Nihayet Dergi, Mayıs 2022, Rıfat Ü. Sayman, Elektronik Atık Geri Dönüşüm Oranları Artırılmalı
[10] https://www.webtekno.com/turkiye-nasil-oldu-da-ingiltere-den-en-fazla-plastik-cop-ithal-eden-ikinci-ulke-oldu-h60241.html
[11] https://www.referansturk.com/abde-ithal-edilen-gidanin-5te-biri-cope-gidiyor-haber-37009
[12] E.F. Schumacher, Küçük Güzeldir, s:31
[13] https://batiraporu.com/genel/ingilterede-evsiz-sayisi-her-gecen-gun-artiyor/
[14] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/ingilterede-genc-evsizlerin-5-yilda-yuzde-40-arttigi-tahmin-ediliyor/2395785
[15] https://www.dw.com/tr/bagw-almanyada-evsizlerin-say%C4%B1s%C4%B1-bir-milyonu-ge%C3%A7mi%C5%9F-olabilir/a-46856148
[16] https://www.ensonhaber.com/yasam/turkiyede-nufusun-sehir-ve-kirsala-gore-dagilimi
[17]https://www.indyturk.com/node/190906/d%C3%BCnyadan-sesler/amerikan%C4%B1n-sorunlar%C4%B1n%C4%B1n-%C3%A7%C3%B6z%C3%BCm%C3%BC-kapitalizm-de%C4%9Fil-kapitalizm-sorunun-ta
[18] Zariyat Suresi 19. Ayet-i kerime: “Onların mallarında isteyen ve istemeyen yoksullar için bir hak vardır.”
[19] Küçük Güzeldir S:111
HOCAM ŞEYHO DUMAN-CELAL SANCAR
06.12.2024
Halep Savaşı başladı
02.12.2024
ALİYA’DA HUKUK VE DÜZEN / Muharrem BALCI
11.11.2024
Gazze'de Öldürülenler Kadın ve Çocuk
09.11.2024
Hamza ER'le Derkenar..
11.11.2024
Ecel ve Ölüm SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 05.12.2024
CUMAYA GİTTİM GELECEĞİM ESRA DURU 06.12.2024