metrika yandex
  • $32.19
  • 34.99
  • GA17650

Haberler / Yazı Dizisi

Türk Modernleşmesi Üzerine Düşünceler-6/Yusuf Yavuzyılmaz

15.10.2023

Türk Modernleşmesi Üzerine Düşünceler-6

Yazarımız Yusuf Yavuzyılmaz'ın hazırladığı "Türk Modernleşmesi Üzerine Düşünceler" konulu yeni yazı dizisinin 

6. bölümünü ilginize sunuyoruz..

Hertaraf Haber

28 Şubat, bu toprakların kadim değerlerine düşmanlık bakımından, 27 Mayıs ruhunu en iyi yansıtan darbedir. Açıkça belirtmek gerekir ki, eşitlik ve özgürlüğü izlediğini savunan Türk solu da darbe karşısında sınıfta kalmıştır. Deniz Gezmiş ve radikal Türk solu, 27 Mayıs darbesini, İlerici Kemalist darbe olarak görüp desteklemiştir. Temel amaçları ordu ile kol kola girip cici demokrasi dedikleri gerici güçlere karşı devrim yapmaktır. Onun için radikal sol, yerli değildir.

Radikal sol, darbeci, militarist ve İslam karşıtı olarak bu topraklarda kök salmaya çalıştı. Bu özellikleriyle marjinal kalmaya ve terörize olmaya mahkumdu; öyle de oldu.

Türk siyasal tarihinde darbe geleneğini, tarihsel süreç irdelendiğinde, 1960 Askeri darbesinin oluşturduğu gelenek ile sınırlandırmamak gerekir.  Böyle bir yaklaşım indirgemeci bir yaklaşım olur. İndirgemeci yaklaşımlar toplumsal olayları tek bir nedene indirgeyerek, olayların tüm boyutlarının görünmesini engeller. Bundan dolayı, darbe geleneğinin daha derin tarihsel kökenlerinin bulunması gerekir.

Bizans’tan da etkilenerek oluşturulan merkezi otorite ve buna karşılık Anadolu toprağında süreklilik sağlayan bir isyan geleneği var. Osmanlı’nın egemen olduğu dönemlerde merkezi bir devletin varlığı tarihsel bir zorunluluktur kuşkusuz. Osmanlı geriye çekilirken bu sürecin bayraktarlığını ordunun yapması, ardından yeniçeri geleneğinin toplumsal zeminde kurduğu ilişki orduyu sürekli gündemde tuttu. Yeniçerilerin hem ulema, hem de toplum ile ilişkileri iyi idi. II. Mahmut’a gelindiğinde şu görüldü:   Değişim için bu orduyu değiştirmek lazımdı. Ancak değişim ordunun sistem içindeki yerini yeniden tanımlamak için değil, yeni toplumsal değişimi benimseyip taşıyacak bir ihtiyaç için yapıldı. Toplumsal değişimi sağlamak için yine orduya dayanıldı. Cumhuriyet dönemine miras kalan asker algısı, bu dönemi de içine alan uzun bir tarihsel mirasın ürünü olarak şekillendi.

Kuşkusuz Cumhuriyet modernleşmesi büyük ölçüde askeri ve sivil bürokratlar eliyle gerçekleştirildi. Cumhuriyetin kurucu seçkinleri,  1950- 60 arası dönemde iktidar alanının ellerinden kaydığı düşünerek bunu sağlamanın yollarını aradı. Sivil iktidara karşı merkezi tahkim eden MGK ve benzeri tüm yapılar o dönemde kuruldu.

12 Eylül referandumuna kadar MGK Türkiye’de her şeye müdahale eden bir yapı üretti. Bu dönemden itibaren sivil iktidar, bürokratik vesayet güçleri tarafından kontrol ediliyordu. Bu süreç şu sonucu da doğurdu: Askeri yapı göz önünde olmadığı için tartışılmadı ve kendi içinde kapalı bir yapı üretti. Ama sivil iktidarlar hep tartışıldı ve itibarsızlaştırıldı. Ordu ise güven sıralamasında ilk sıralarda yer aldı. Kapalı ve sivil denetime kapalı olduğu için, ordu hep temiz gözüktü. Siviller ise sürekli hırpalandı.

27 Mayıs darbesinin siyaseti militerleştirmesinin bir diğer göstergesi de genelkurmay başkanlarına cumhurbaşkanlığı yolunu açmasıdır. Bu konudaki en büyük kusur elbette Süleyman Demirel’e aittir. Ali Balcı’nın “Türkiye’de Militer Devlet Söylemi” adlı incelemesinde Hikmet Özdemir’den yaptığı alıntı çok çarpıcıdır: “Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ordu, genel bir eğilim olarak seçim mücadelesinin merkezinde yer alırken, aday belirlenmesi dahil, sonucun tayininde de söz sahibi gözükmektedir. Ordu, adeta tek seçici gibi davranmakta, Anayasaya göre cumhurbaşkanı seçme görevi verilen parlamento ise sonucu onaylamaktadır. …

1961 cumhurbaşkanı seçimindeki olağanüstü koşulları bir ölçüde anlamak ve askeri yönetimin lideri Orgeneral Cemal Gürsel’in desteklenmesine,  geçiş sürecinin cilvesi demek mümkün ama 1966’da Orgeneral Cevdet Sunay’ın keşfolunarak(!) aday gösterilmesi nereye kadar savunulabilir.( Ali Balcı, Türkiye’de Militarist Devlet Söylemi, Kadim y. s: 81) Bu durum Demirel’in özellikle 28 Şubattaki rolünü bilenler için hiçte şaşırtıcı değildir. Demirel’in siyasi yaşamı incelendiğinde görülecektir ki, o hiçbir zaman sivil siyasetin yanında olmamış daima uzlaşma ve boyun eğme siyasetini benimsemiş pragmatik bir liderdir. Türk siyaseti askerin siyaset üzerindeki egemenliğini tartışmamış, asker-sivil gerilimi olduğu her noktada sivilleri suçlayarak askerin siyaset üzerindeki hakimiyetini meşrulaştıran bir söylem üretmiştir.

Diğer yandan darbe geleneğini sadece askeri yapı ile sınırlandırmamak gerekir. Türk siyasetinde otoriter ve darbe geleneğinin sivil uzantıları da son derece güçlüdür. Toplumu otoriter yöntemlerle baskı altına almaya çalışan, temel hak ve özgürlükleri sınırlandıran, devleti, güvenlik siyasetini öne çıkaran, milliyetçiliğe yaslanan her siyasal ideoloji darbe ideolojisinin temsilcisi olarak öne çıkmaktadır. Şurası açık ki, Türk siyasal hayatında otoriterliğe yatkın hareketler milliyetçilik ve türevleridir. Muhafazakar milliyetçilik, ulusalcılık ve Kemalizm’in sol yorumu demokratik siyasete en uzak düşünce sistemleridir. Diğer siyasal düşünceler bu akımlara yaklaştıkça demokratik sivil siyasetten uzaklaşmaktadır. İslamcılık, siyasal ve kültürel anlamda milliyetçiliğe yaslandığı ölçüde sivil karakterini kaybetmektedir. Bu yüzden milliyetçilik ve türevleri ile ortaklaşan siyasal anlayışların sivil siyaset üretme kapasiteleri oldukça düşüktür.

Türkiye 1980’li yıllardan itibaren, Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte baskılanan iki kimliğin yükselişine tanıklık etti: Müslümanlar ve Kürtler. Uzun yıllar devlet bu süreci ittihatçı yöntemlerde yönetmeye çalıştı. Kuşkusuz bu yönetimin merkez değeri güvenlik politikalarının öncelenmesidir.

Devlet yükselen talepleri bir özgürlük sorunu olarak değil, devleti ortadan kaldırmaya dönük kakışma olarak yorumladı ve dışladı.

Müslümanların sorunlarını dillendiren İslami talepleri ve Kürtlerin yaşadığı ayırımcılığa itiraz edenleri ayırım göstermeden dışladı. Aslında sorunun kaynaklarından en önemlisi devletin ideolojisi ve bu ideolojiyi yaymak için kullandığı aygıtlardı. İslamcı ve Kürt eksenli siyaset yapan aktörler AB ve demokratik değerleri sürekli referans gösterdiler.

Asıl sorun emperyalizm, ABD, İsrail, Rusya… değil, Ankara’nın halkın değerlerine ve demokratik değerlere yaslanmayan bürokratik yapısıydı.

Türkiye siyasetini anlamak için Şerif Mardin’in kavramsallaştırdığı “Merkez-Çevre” ilişkileri son derece açıklayıcıdır. Merkez Türk, laik,ulusalcı,Kemalist ve çağdaş değerlerle inşa edilirken,çevre büyük ölçüde gündelik hayatını İslami değerler etrafında yürüten halktan oluşuyordu.

Sorun çevrede bulunan Kürt ve İslami değerlere bağlı halkın politik temsilcilerini üreterek merkeze doğru yürüyüşünden başladı.

Aslına bakılırsa 28 Şubat süreci İslami değerlere bağlı halkın kendi politik aktörlerini yaratarak merkeze yürümesi olayıdır. 28 Şubat süreci bu yürüyüşe devletin verdiği ve sosyolojik olarak başarı şansı olmayan devlet refleksi idi.

Askeri ve sivil bürokratik seçkinlerin el ele yürüttüğü bu cevabın başarısızlığının nedeni, uygulanan siyasetin toplumsal zeminde bir karşılığının olmaması ile ilgilidir.

2002’den itibaren Ak Partiyle İslami değerlere bağlı kitleler, çözüm süreciyle de Kürtler toplumsal merkezden siyasal merkeze doğru yürümeye başladılar.

Bu sosyal değişimin anahtar sorusu şudur: İslami değerleri bağlı toplum kesimlerinin ve Kürtlerin merkeze yürüyüşü İslamcıları, Kürtleri ve devleti ne oranda değiştirip dönüştürecektir.

Devam Edecek

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş