metrika yandex
  • $32.48
  • 34.8
  • GA18240

Bir Düşünce veya Dini tasavvur Neden Şiddet Üretir? / Klasik ve Modern Dönem “Haşhaşiliğinin” Fikri temellerine Dair Birkaç Kelam

MEHMET YAŞAR SOYALAN
03.01.2019

Aklı merkeze almayan her düşünce kontrol edilemez bir şekilde şiddet üretir. Böyle bir düşünce veya dini tasavvur kendisi gibi düşünmeyenleri, düşünme biçimlerinin veya inançlarının bir yansıması olarak ötekileştirmek durumunda kalırlar. Bu zorunluluk onları bir süreç içerisinde öteki gördüklerine şiddet uygulamalarına neden olur. Çünkü, kendileri gibi düşünmeyenlerin, çocuklarına “kötü örnek” olmamaları veya kendilerini “rahatsız” etmemeleri için onlardan ya düşünce, inanç ve davranışlarını değiştirmeleri ya da mahallelerini terk etmelerini istemekle işe başlarlar. Kaynaşmak, etkileşmek, birlikte olmak, birlikte yaşamak bu anlayışa sahip kişi ve toplumlar için anlayışlarının doğası gereği imkânsız gibi bir şeydir. Geçmişte veya günümüzde farklı düşünce ve inanç gruplarına sahip kişilerin ancak kendileri gibi düşünenlerle birlikte aynı mahallelerde oturmaları bundandır. “Gavur Mahallesi”, “Müslüman Mahallesi”, vs. deyimi bu anlayışın bir tezahürüdür. Aynı şekilde “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” ifadesi de bir mahalle aidiyetini ve mahallenin “yabancıya” kapalı olmasını ifade ediyor. Çok zaman bu uygulamalar iktidarların onayıyla, hatta yönlendirmesi ile gerçekleşir. Çünkü yönetim şekli ve anlayışı şekli ne olursa olsun hemen hemen tüm iktidarlar tebaalarını korumak için bu tür bir uygulamaya açıktan veya üstü örtük biçimde destek verirler.

Empati üretmeyen, özeleştiriye imkân vermeyen herhangi bir düşüncenin, ötekileştirme ve şiddet üretme imkânı açısından bir diğerinden belirgin bir farkı olmaz. Bu düşüncenin soyut/batini veya somut/zahiri bir özelliğe sahip olması önemli değildir. Çünkü her iki düşünce ve inanma biçimi de kendisini bir başkası ile mukayese yapmayı kabul etmez. Kendi bakış açısı dışındaki bir düşüncenin, bir inancın, bilginin, âlemin/evrenin varlığını yok sayar, hepsini “batıl” addeder. Kendisini “hakikat” olarak görür, doğasında empati olmadığı gibi, özeleştiri de bulunmaz. Bu düşünme biçiminin bir tezahürü olarak bu tür bir düşünce ve anlayışa sahip bir kişi ve toplum elbette kendisi gibi düşünmeyen kişi ve toplumu yok sayacak, varlığından rahatsız olacaktır. Tarihi tecrübe bunu gösterdiği gibi her birimizin kişisel tecrübesi de bu gerçekliğe şahitlik etmektedir.

Bu durum elbette sadece Müslüman tasavvur ve Müslüman dünya/coğrafya ile sınırlı değil, aklı merkeze almayan veya yok sayan tüm düşünce, inanç ve tasavvurlar için de söz konusudur. Bu tanımlama ve düşünme biçimi aynı şekilde, aklı, bir amaç, bir din, bir dini tasavvur olarak (akılcılık) görenler için de geçerlidir. Bu tasavvurların ortak yanı ister bâtini ister zahiri düşünce biçimlerine sahip olsunlar isterse akılcılığı ötekini yok edecek bir silah olarak kullansınlar, hepsinin ortak yanı; kullandıkları araç, alet ve yöntemler ne kadar farklı olursa olsun kendilerini var kılan, harekete geçiren şeyin dogma, kör itikat, “kesin inançlılık” olmasıdır.

Akıl sonuçta bir düşünme ve fikir üretme biçimidir ve her insan onu bir şekilde kullanır. Kendi geleneğimizde gördüğümüz gibi akla eleştiri getirenler bile aklı esas alarak kendi fikirlerini inşa ederler. Onu, siz ilaç yapmak için de, zehir yapmak için de kullanabilirsiniz. Örneğin, “karşımdakini nasıl etkisiz hale getiririm” dediğinizde aklınız size bunun nasıl yapılacağının yolunu gösterdiği gibi, bir fakire nasıl yardım edebilirim dediğinizde de size bir yol gösterir. O halde akletme veya aklı merkeze alma ile neyi kastediyoruz?

Aklı merkeze almak demek veya tersinden söylersek, aklı merkeze almamak demek kısaca söyleyelim; eğer bir kişinin düşüncesi, anlayışı, inancı, empati kurmayı, özeleştiri yapmayı merkeze almıyorsa, çevresindekilere eleştirel yaklaşamıyorsa, hele hele kendi düşüncesini ve kurucu babalarını kutsal addediyorsa, kısacası kendi düşüncesine, anlayışına toz kondurmuyorsa, o, ister istemez kendisi gibi düşünmeyenleri ötekileştirmek, “hakikatin dışına” itmek durumunda kalır. İşte bu durum o kişinin düşünce ve anlayışında, aklın/sorgulamanın, merkezi bir role sahip almadığı anlamına gelir. Çünkü akletme; ölçmeyi, kıyaslamayı, işin başını, sonunu hesaba katmayı, “ne”, “neden”, “niçin” gibi temel soruları sormayı ve bu soruların peşine takılmayı zorunlu kılar. İşte o zaman, empati yapmak, eleştirel davranmak, kimseyi ötekileştirmemek, elbette önemsenilen kişileri dogmalaştırmamak da bu temel esasın bir parçası haline gelir.

Bir bütün olarak bu durum gerçekleşmiyorsa bu kişiler veya toplumlar birer “kesin inançlı” olarak bir süreç içerisinde ötekileştirdiği kişi ve topluma, boyun eğmediğinde ötekileştirdiğine şiddet uygulamak durumunda kalacaktır. Ötekinin boyun eğmek durumunda kalması da bir şiddet değil midir? Elbette burada ötekileştirerek/ zulmederek şiddet uygulayan birine veya bir topluma karşı kendisini savunma bağlamında onunla misli ile mukabele etmeyi bu konunun dışında görüyoruz. Yoksa yeryüzünde sormak, sorgulamak, kendin olmaya çalışmak, hakikati aramak ve adil şahitlikte bulunmak mümkün olmayacağı gibi, aklı merkeze alan bir düşünce ve anlayışın varlığı da mümkün olmaz, herkese ait olan yeryüzü “kesin inançlıların” cennetine, “ötekilerin” cehennemine dönerdi.

Kesin inançlılık”, “iman etmek”ten farklı bir anlam içeriğine ve anlam çerçevesine ve anlama sürecine sahiptir. Kesin inançlılık”, menzile varmışlığı, yani hakikatin sahibi olma iddiasını taşırken, iman sahibi olma veya iman etme, yolda olmayı, hakikate/menzile ulaşmak için her daim bir çaba içinde olmayı, bir sürekliliği ve her an nefis muhasebesi/ özeleştiri içinde olmayı ifade eder. Bu nedenle bu düşünce biçimleri, birbirlerinden taban tabana zıt iki farklı anlayışa karşılık gelirler. Bu vesile ile ifade etmemiz gerekir ki, Kur’an’da “yakinen/ kuşkusuz bir şekilde bilseydiniz” (Tekasür:102/5, 7) veya “kesin bir kanaate sahip olsaydınız/ in küntüm mûkınun” (Şuara:26/24) gibi ifadeler, kesin inançlılığı değil, bir inanma sürecini, bu süreçteki çabanın önemini vurgulamaktadır. Yani sonuçta “iman”ın kişinin kesin de olsa kendi kişisel kanaati olduğunu ve sahip olduğu bu kanaatinin sorumluluğunu yüklenmesi gereğini ifade eder. Bu “kesin inançlılık” aynı zamanda inananı sorumluluklarından uzaklaştırma işlevi de görmekte ve onu “başıboş” bırakmaktadır.

Çünkü, “iman” hem özünde hem de pratiğinde muhatabına sorumluluk yükler. Öyle ki, iman ile güzel/doğru işler yapmanın (salih amel) daima birlikte kullanılması ve “ey iman edenler, iman ediniz” (Nisa:4/136) denilmesi, yine buna paralel olarak, insanın kendini yeterli gördüğünde iman sınırının dışına çıkacağının (Alak:96/5-7) altının çizilmesi bu sürekliliği ve yolda olmayı ifade etmek için olsa gerektir. İnsan olarak varlığı tüm boyutları ile kesin bir şekilde kavrayamadığımız ve tam olarak ihata edemediğimiz için böyle bir çabanın içinde olmanın gerekliliği ifade edilmektedir diyebiliriz. Yani insan tabiatı gereği, olanı, varlığı her boyutu ile ihata edebilme, yani Tanrı olabilme kapasitesine sahip değildir. Bu nedenle hem kanaat hem de bilgi ve tecrübe anlamında sahip olduğu her şey ve bunların bağlayıcılığı sadece kendisi ile sınırlı olduğu izahtan varestedir. İnsanoğlunun tanrı olma iddiası veya tanrılaşma tezahürü onun sahte algılarının ve sahtekârlıklarının yansımasından başka bir şey değildir. İnsanoğlu, çok sayıda kişinin kendisi ile benzer bir algı ve tasavvur içinde olduğunu görünce sahteciliğini hakikat sanır. “El ile gelenin düğün bayram” olduğu sanısı onu başı, sonu ve derinliği belli olmayan zifiri karanlık bir girdabın içine iter.

Önemli olan bu zifiri karanlık bir girdaba yakalanmamak… İnsan bu girdaba bir kapılmaya görsün, kendisine bir yol açmaya görsün; başta toplumsal, etnik ve dini aidiyet olmak üzere şahsi itikadi ve fikri tercihini hatta sahip olduğu bilgi ve tecrübeyi yegâne hakikat olarak görmeye ve bunu çevresine de dayatmaya başlar. Bu aşamadan sonra artık o, sorma ve sorgulamayı, empati yapmayı lügatinden çıkarır. Bu aşama onun farklı yol ve usullerin olmadığı değil imkânsız olduğu bir noktada olduğu anlamına gelir. Bu durum herkesin karanlık içinde olduğu bir alemde onun/kendisinin “aydınlık” içinde olduğunu ifade eder.

Zikri, fikri, aidiyeti ne olursa olsun kendisini “aydınlanmış” olarak gören herhangi bir kişi ve toplum, en olumlu haliyle kendisi dışındakine acıma duygusu ile yaklaşarak kendi inancını ve tecrübesini onunla paylaşarak kendisinde var olan aydınlıktan/ ışıktan onun da istifade etmesi için bir çaba içerisine girer ki bu bile sonuçta bir ötekileştirmedir. Çünkü böyle bir tasavvur içerisindeki insan, kendisinden farklı bir anlayışa ve pratiğe sahip olanı, asla kendisi ile eşit bir muhatap olarak görmez. Bu durum en basiti ile bir hakikat tekelciliği yanında açık bir kibri de ifade eder. Böyle olmasına rağmen bu durum çok yaygın ve egemen bir algıyı temsil etmesi ve insanlığın yaşanıla gelen bir gerçekliğini tekabül etmesi açısından katlanılabilir bir şeydir. Ancak bunun bir adım ötesi psikolojik veya maddi bir baskı sürecinin ilk merhalesine karşılık gelir. Bu “kesin inançlılığın” dozu arttıkça “öteki” üzerindeki baskı artar. Kendisine ait özgürlük alanı arttıkça “ötekine” ait özgürlük alanı daralır. Hatta öyle bir noktaya gelinir ki “ötekinin” sadece özgürlük alanı sıfırlanmakla kalmaz, yaşam alanı da sıfırlanır. Fikirsel olarak var olması zaten imkansızdır ancak bedensel olarak varlığına, var olmasına izin verilmez. İşte bu nokta kesin inançlılığın en tepe noktasıdır. Ki bu durumu Müslümanların tarihi tecrübesinde “haşhaşilik” olarak ifade edilen anlayış ve “haşhaşiler” olarak tanımlanan grup en açık bir şekilde ortaya koyar.

Bilindiği gibi “haşhaşilik” ifadesi, ilk defa 12.yy da Hasan Sabbah’ın kendi müritlerini/ taraftarlarını bir şartlandırma süreci sonrasında ileri gelen devlet yöneticilerini ve toplumun tanınan simalarını, onların en yakınlarına sızarak katleden bir adanmışlar çetesi ile ilişkili olarak kullanılmıştır. Dönem ile ilgili metinlerde bu “adanmışlar çetesi” için genellikle “fedai” ve “haşhaşi” nitelemesi yapılır. Yaptığı eylem sonrasında öldürüleceğini bile bile eylemi göze aldığı için “fedai”, böyle bir adanmışlığa hazırlık ve şartlandırma sürecinde, pek çok uyuşturucunun hammaddesi olan “haşhaş” bitkisinin tohumlarını veya yapraklarını kullanarak hem haşhaşa hem de kendilerine haşhaşı verenlere karşı bağımlılık oluşturduğu için “haşhaşiler” diye isimlendirilirler. Daha sonraki yıllarda bu tür eylemler “haşhaşilik” olarak adlandırılır olmuştur. Bu ifade aynı zamanda bu yapının elamanlarını şartlandırma eğitimlerini/ süreçlerini tanımlamak için de kullanılmaktadır.

Benzer bir durum “Dünyanın Gezgin Azizleri'i”, “Kilisenin Militanları”, “Tanrı'nın Şövalyeleri” ve “İsa’nın Askerleri” olarak da tanımlanan “Cizvitler” için de söz konusudur. Bu tarikatın kurucusu Loyola’nın ifadesine göre, “Tarikat müntesiplerine düşen cevap vermek değildir, niçin demek de değildir; ancak yapmak veya ölmektir” (TDV İslam Ansiklopedisi, Cizvitler mad.). Militanlık ve askerliğin doğasında zor kullanma ve öldürmenin olduğunu ve Cizvitlerin “Aydınlanma dönemi” Avrupa’sının sömürgecilik sürecindeki katliamların ve asimilasyonların en başta gelen sorumlularından biri olduklarını da unutmamamız gerekir.

Aydınlanmacı Avrupa’nın günümüzde de süregelen ama özellikle Sömürgecilik sürecindeki katliam ve soykıyımlarının temelinde aydınlanmacı ve bilimsel bilginin tek hakikat olması iddiasının yattığı, örneğin bu anlayışın bir sonucu olarak koskoca iki kıtanın (Amerika ve Avustralya) insansız bırakıldığı (yerli nüfusun büyük çoğunluğunun katledildiği için) artık bir bilgi olmasının ötesinde dünün ve bugünün her bir ferdinin bire bir şahit olduğu fiili bir gerçekliktir.

Müslüman coğrafya gelince… Bu coğrafya her dönemde “haşhaşilik” diyebileceğimiz batini yapılarla karşılaşa geldiği gibi günümüzde Harici ayaklanmalar döneminden sonra ilk defa “haşhaşiliğin”, batinilik dışında, bütün özelliklerini taşıyan zahiri/selefi düşünceye sahip yapılar da ortaya çıktı. Müslüman coğrafyaya pek çok acılar yaşattı ve İslam algısını tahrip etti. Bu zahiri/selefi “haşhaşilik” Türkiye’de çok görünür olamadıysa da Suriye, Irak, Afganistan, Pakistan ve bazı Afrika ülkelerinde hala terör estirmeye, kanlı eylemlere devam ediyor. İslam’ın şiddet dini olduğu algısını pekiştirmek için İslam’ın reddettiği, hatta lanetlediği her türlü eylemi “İslam adına”, “İslami kuralların gereği olarak” yapıyor. (Bu algı Batılılar tarafında iki yüz yıldır yerleştirilmeye çalışılıyordu ancak tutmuyordu. Şimdi Batı medyasının bu çirkin eylemleri, daha da ajite ederek, sulandırarak ve medyanın bütün imkanlarını kullanarak pazarlaması sonrasında her din ve etnik yapıdan insanlar nezdinde artık İslam barış, esenlik, eminlik, dini olarak algılanmıyor, onların zihninde maalesef İslam ve şiddet özdeşleşmiş durumda.)

Türkiye daha çok “haşhaşiliğin” batini versiyonun kıskacı altında. Böyle bir yapının tipik örneği olan Fethullahçı Terör Örgütü, uzun yıllara dayanan toplum ve devlet içindeki örgütlenmesi ile devleti tümüyle ele geçirmek için başlattığı bir seri darbenin en sonuncusuna 15 Temmuz 2016’da kalkıştı ve bu kanlı darbe girişiminde yüzlerce vatan evladı, masum insan katledildi, binlercesi de yaralanıp sakat kaldı. Tehlike henüz geçmiş değil. Takiyye/ gizlilik, gizlenme, akletmeme, sorgulamama, ders almama bu yapıların tabiatı haline geldiği için, farklı bir kimlikle her an karşımıza çıkma ihtimali mümkün. Çünkü bu yapıları besleyen fikri, kültürel, siyasi ve sosyolojik ortam olduğu gibi devam ediyor.

Sonuç olarak söylersek, zahiri/somut ve batini/soyut düşünce biçimlerinden her biri gerçekliğin/varlığın sadece bir boyutu ile ilgilendikleri için varlığın bütünü hakkında bir tasavvura sahip olamamaktadırlar. Bu tek boyutta ısrar durumu onların sorgulama ve akletme beceri ve yeteneklerinin örtülmesine de neden olmaktadır. Hem varlığı bir bütün olarak kavrayamama hem de akletmeme durumu zahiri ve batini düşünceden her birinin kendisini hakikatin tek sahibi olma iddiasına sürüklemekte ve böylece kendisi gibi düşünmeyenlerin ötekileştirilmesi sonucu doğurmaktadır. Akıldan, felsefeden, bilimsel düşünceden bolca söz etse, çok kültürlülüğü, siyasi çoğulculuğu referans aldığını iddia etse de aynı şey bilimsel bilgiyi merkeze alan düşünce biçimleri için de söz konusudur. Günümüzdeki ve geçmişteki uygulamalar göstermektedir ki bu düşünce biçimleri, bu “kesin inançlı” yapılar, her zaman ve her durumda “öteki” üretmekte, ürettiği “öteki”yi düşmanlaştırıp şeytanlaştırmaktadır. Hatta bilimsel bilgi taraftarları bu ötekileştirmeyi küresel ölçekte yapmakta, bu anlamda küreselleşmiş eğitim tasavvurunu bir silah olarak kullanmaktadırlar. Öyleki bu bilimsel bilgi dininin müntesipleri, sömürgecilik dönemleri boyunca kendileri gibi olmayanları farklı davranış kalıplarına sahip olanları, insan kategorisine bile almayarak, insanlık tarihinin en büyük insan ve toplum kıyımlarını yaparak onları yerküreden silmişlerdir (mesela Avustralya ve bazı Afrika yerlilerini). Bundan sonrasında ne olacağı elbette çok açıktır. Şeytanlaştırılanlar; lanetlenecek, taşlanıp kovulacak, düşmanlaştırılanlar; ya köleleştirilecek ya da yok edileceklerdir.

Not: Yazarımızın Konu ile İlgili Yazısının İlk Kısmını Aşağıdaki Linkten Takip Edebilirsiniz:

http://www.hertaraf.com/koseyazisi-bir-sartlandirma-ve-uyusturma-araci-olarak-din-758

 2. Bölümünü  Aşağıdaki Linkten Takip Edebilirsiniz:

http://www.hertaraf.com/haber-iktidarin-dini-dinin-iktidari-mehmet-yasar-soyalan-2090

 3. Bölümünü  Aşağıdaki Linkten Takip Edebilirsiniz:

http://www.hertaraf.com/haber-bilimsel-bilginin-mutlak-otorite-kabul-edildigi-iktidarlarda-din-ve-toplum-tasavvuru-2105

Yorum Ekle
Yorumlar (1)
HALİT ATAOĞLU | 04.01.2019 19:34
Allah razı olsun. Söyleyecek çok söz var ama ..............