9 Aralık 2019 Pazartesi •

İSLAM VE İKTİDAR

16.07.2019
Süleyman ARSLANTAŞ

İSLAM VE İKTİDAR / Süleyman ARSLANTAŞ

Son yıllarda İslam coÄŸrafyasının birçok yerinde Müslümanlar iktidarla tanıştılar. Hilafet döneminin sona ermesinin ardından (1924) hem İslam’ın hem de Müslümanların iktidarı gündem dışı idi.. Osmanlı sonrası İslam coÄŸrafyası yaÅŸam mücadelesi, hayatta kalma gayreti ile öne çıkıyordu. Dolayısı ile ne kendilerinin ne de İslam’ın iktidarını düÅŸünecek mecalleri kalmamıştı. Zaten Osmanlı’yı yıkan irade ve onun ardındaki güç ki, bu güç önemli ölçüde İngiltere idi. Türkiye baÅŸta olmak üzere neredeyse tüm OrtadoÄŸu’daki ülkelerde en azından bir dönem de olsa Müslümanların iktidardan uzak durmalarını, tarihlerini, tarihle baÄŸlantılarını, din algılarını, bilhassa petrolün, enerji kaynaklarının yoÄŸun olduÄŸu yerlere ilgi duymamalarını, hatta biraz daha ileri giderek ifade etmek gerekirse birbirlerini tanımamalarını tavsiye ediyordu. “Ne Arap’ın yüzü ne Åžam’ın ÅŸekeri” Bu minval üzere söylenmiÅŸ bir sözdür.

Osmanlı sonrası OrtadoÄŸu’da ve İslam coÄŸrafyasında Kur’an’ın öngördüÄŸü İslam, yerini milli reflekslere, indi yorum ve anlayışlara bırakmıştı. Hemen hemen tüm İslam coÄŸrafyasında hâkim olan zihniyet, var olan ya da emperyal güçlerin takdir ettikleri kadarı ile topraklarını korumak ve bunu korumak için de din dâhil hemen her ÅŸeyi millileÅŸtirmek gibi bir gayret ortaya koydular. Nitekim Osmanlı bakiyesi Türkiye Cumhuriyetinde Atatürkçülük ve TürkçülüÄŸün öne çıkması bu nedenledir. Belki de bu iki anlayışın öne çıkması masum ve günün ÅŸartları gereÄŸi görülebilir. Ama olay hiç de öyle deÄŸil. Zira öne çıkması masum ve günün ÅŸartları gereÄŸi görülebilir. Ama olay hiç de öyle deÄŸil. Zira asırlardır bir ilke uÄŸruna ve aidiyet gereÄŸi birbirlerine yakınlık kurmuÅŸ, hısım olmuÅŸ çeÅŸitli ırk ve anlayışlara sahip İslam coÄŸrafyası sakinleri bir anda karşı kutuplar haline gelmiÅŸ ve sanki hiç tarihte bir arada bulunmamışlar, ortak kaderleri olmamış gibi anlayış ve davranışlar sergilemeye baÅŸlamışlardır. Bu yaklaşım biçimleri devamında ‘ulus devlet’ anlayışlarını oluÅŸturmuÅŸ, bu ulus devletler de kendilerine varlık imkânı tanıyan güç odaklarına saygıda kusur etmemeye baÅŸlamışlardır. Türkiye’de yıllarca ‘ulus devlet’ anlayış ve uygulamalarının yılmaz savunuculuÄŸunu yapan parti/partiler ve liderler bunun açık ifadeleridir. ‘Asılırsan da İngiliz ipi ile asıl’ sözü bu zihniyetin sözüdür. Keza ‘din, terakkiye mânidir.’, ‘dini ve namusu olanlar kalkınamazlar’, ‘bu toplumu din ve namus telakkisinden arındırmalıyız’, ‘bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluÄŸu kucaklayan, TürklüÄŸü yükselten ve bütün Türkleri birleÅŸtiren ULUSALCILIK’tır.’ vb. söz ve anlayışlar bu cümledendir…

İngilizler, Osmanlı sonrası İslam coÄŸrafyasını kendi haline bırakmadılar. Hatta bu coÄŸrafyanın ‘bereketli hilal’ ismi ile anılan topraklarına ilgi duyan tüm yerli ve yabancı unsurlarına karşı da tavır aldılar. Osmanlı sonrası bu coÄŸrafyadaki hâkimiyetlerini devam ettirmede yardımcı olması ya da tetikçi bir güç olması için Kasım 1917’den itibaren İslam coÄŸrafyasının baÄŸrına İsrail hançerini saplamayı da gündemlerine aldılar. İkinci Dünya Savaşı’nın ortalarına kadar da Filistin topraklarında bir Yahudi Devleti’nin kurulması için yoÄŸun gayret sarf ettiler. Ancak Aralık 1941’e gelindiÄŸinde dünyanın yeni gözdesi Amerika zinde bir güç olarak arz-ı endam etti ve devam eden İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini eline alarak Åžubat 1945’te Yatla Konferansı ile savaşı neticelendirdi. Bununla birlikte İslam coÄŸrafyasının yeni patronu olduÄŸunu ilan etti. Kurulacak İsrail Devletinin kendi himayesinde kurulacağını deklare etti(29 Kasım 1947) ve ardından da Müslümanların yaÅŸadığı bu topraklarda laiklik, demokrasi, cumhuriyet gibi bir takım sosyal ve siyasal içerikli kavramların gölgesinde ahalinin partileÅŸmesinin, iktidara ortak olmasının bir sakıncasının olmayacağı uygulamalarla ortaya konuldu.. Türkiye’nin çok partili sisteme geçiÅŸinin arka planında olan gerçek de budur…

Müslümanların İktidarla İmtihanı

Türkiye özelinde Müslümanların iktidarla imtihanı süreci her ne kadar 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası ile 1946’da kurulan İslam Koruma Partisi’ne dayandırılsa da, iktidar olma baÄŸlamında olmasa da, Müslümanların İslami olmayan bir sisteme ilk bulaÅŸmaları Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti ile olmuÅŸtur. Tek parti döneminde halka dayatılan seküler anlayış ve uygulamalar; yeni kurulan ve kurucularının da tek parti olan CHP’den gelen Bayar, Köprülü, Koraltan ve Menderes gibi kiÅŸiler olmasına raÄŸmen adı geçen parti’de kendilerine bir ışık, gelecek arayışı gayesi ile sisteme entegre olmaya baÅŸlamışlardır. Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti toplam oyların % 53,3’ünü alarak 420 Milletvekili ile iktidara geldi. Demokrat Parti’nin 1950 seçimlerinde iktidara gelmesinin ana nedeni, halkın tek parti zihniyet ve uygulamalarına nefret ve tepkisidir. Ancak bu nefret ve tepki aynı zamanda halkın İslami manada siyasi bekaretinin de sonu oldu ve Müslüman halk halen daha İslami manada masumiyetine kavuÅŸamadı.. Mevcut ÅŸartlarda da ne Türkiye’de ne de diÄŸer İslam coÄŸrafyalarında bu masumiyete kavuÅŸması pek yakın gözükmüyor. Arap Baharı’nı allayıp-pullayıp İslam Baharı olarak takdime çalışanlara aldırmayın. O bahar sadece despot yönetimlere isyan baharıdır. Biz Türkiye olarak o baharı 1950’de yaÅŸadık, diÄŸerleri bizden 60 yıl sonra yaÅŸamaya çalışıyorlar. Hepsi bu!..

İslam nedir, Müslüman kimdir?

Dilerseniz konumuzun biraz anlaşılması için İslam nedir, Müslüman kimdir, iktidar neye göre olur, siyaset nedir gibi sorulara cevap arayalım. Zira bizler yani Müslümanlar başıboÅŸ bırakılmış kimseler deÄŸiliz. O yüce din, O’nun kitabı, O kitabı getiren Hz. Peygamber hayat için gerekli olan tüm kavram ve uygulamalara gereken kuralları vaaz etmiÅŸlerdir. Hem sonra Kur’an’da, yanlışı tekrarla ya da sürekli yanlışa meydan okumakla doÄŸrunun geleceÄŸine iliÅŸkin bir kayıt yok. Bilakis doÄŸrunun, güzelin, Hakk’ın ikamesi ile yanlışın izalesi vurgulanmaktadır: “De ki: ‘Hak geldi, batıl yok oldu. Hiç ÅŸüphesiz batıl yok olucudur.”(İsra/81) ayeti bunun en güzel örneÄŸidir…

İslam, sözlükte ‘kurtuluÅŸa ermek, teslim olmak, boyun eÄŸmek, barış yapmak’ anlamlarından olan “SİLM” kökünden türemiÅŸtir. Kur’an’da ise İslam Allah’a teslim olmak: “Evet gerçekten kim tüm benliÄŸini Allah’a teslim eder ve iyilik yapanlardan olursa, Rabbi katında mükâfatını görecektir…”(2/12) “Kim bütün benliÄŸi ile Allah’a teslim olursa ve aynı zamanda doÄŸru ve yararlı iÅŸlerde bulunursa, hiç sarsılmayan bir dayanak elde etmiÅŸ olur; çünkü her ÅŸeyin akıbeti Allah’ın elindedir.”(31/22), “Öyleyse (yalnız) Rabbinize yönelin ve (ölümün ve yeniden dirilmenin) azabı başınıza gelmeden önce O’na teslim olun, sonra hiç kimse sizi koruyamaz.”(39/54) Kur’an daha birçok ayet-i kerimelerinde İslam’ın Allah’a teslim olmak, O’na boyun eÄŸmek, O’nun emrine göre yaÅŸanacak dinin adı olarak zikredildiÄŸi gibi, Allah nezdinde Hak dinin karşılığı ve özel ad olarak belirlenmiÅŸ, ondan (İslam’dan) baÅŸka hiçbir dinin Allah tarafından kabul edilemeyeceÄŸinin altı çizilmiÅŸtir. “Allah indinde ÅŸüphesiz yegâne din ancak İSLAM’dır.”(3/19), “Kim İslam’dan baÅŸka bir din ararsa bilsin ki o din Allah tarafından kabul görmeyecektir.”(3/85)

Åžüphesiz Allah’ın gönderdiÄŸi dine (İslam’a) iman eden ve bu imanının gereklerini yerine getiren kimseye de Müslüman denildiÄŸi bilinmekte. Müslüman’ın düÅŸünce, iman ve amel bütünlüÄŸünü yegâne din olan İslam belirler. İmanın kaynağı ne ise, amelin ya da ibadetin/ubudiyetin kaynağı da odur. Din/İslam hayatın bütün ÅŸubelerini kapsar. Müslüman namazı neye göre kılıyorsa zekâtı da ona göre verir, siyaseti de ona göre yapar. Müslüman için olmazsa olmaz kabilinden en önemli gereklilik dinin deÄŸiÅŸmezlerine baÄŸlı kalmaktır. Elbette deÄŸiÅŸebilir olanlar da kendi içtihadı ile amel edebilir. Bunun da kuralı deÄŸiÅŸmezlerle çatışmamaktır.

Müslümanların siyasi tarihi oldukça dalgalı geçmiÅŸtir. En genel ifadeyle Hilafet, Saltanat, Sömürge ve Ulus Devlet dönemi olmak üzere dört dönemden bahsedebiliriz. Her dönemin kendisine ait karakter ve uygulamaları vardır. Hilafet dönemi olarak ifade edilen dönem; Hz. Ebu Bekir ile baÅŸlayıp 1924’e kadar devam eden dönem olarak bilinir. Ancak bu dönemin büyük bir kısmı saltanat dönemidir. İstisnası oldukça azdır. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Ömer b. Abdulaziz dönemleri gibi gerçekten siyasetin ve iktidarın Allah’ın dinine göre icra edildiÄŸi dönemler sınırlıdır.

İslam’da Müslüman’ın iktidar olma kuralları yine Kur’an ile Hz. Peygamber (a.s)’ın sünneti ve raÅŸid halifelerin içtihadları ile belirlenmiÅŸ, ÅŸekillenmiÅŸtir. Dolayısı ile İslam’da siyaset ve onun sonucunda oluÅŸan iktidar ancak İslam’ın kuralları çerçevesinde gerçekleÅŸir. İslam’da Müslüman’ın iktidar olması sözde olmaz. Önemli olan iktidar mevkiinde bulunan ÅŸahsın hükmettiÄŸi sistemin meÅŸruiyet boyutudur. Zira tatbik edilen sistemin: ‘yasama kaynağı nedir?’ sorusu önemli bir sorudur. EÄŸer yasamanın kaynağı vahye ve onun pratiÄŸi olan sünnete dayanıyorsa İslam’a göre o sistem meÅŸrudur ve keza o hükmetme mevkiinde bulunan kimse de İslam’la hükmettiÄŸi için meÅŸru bir Halife, İmam sıfatını kazanır. “Onlara yeryüzünde iktidar verdiÄŸimizde namazı dosdoÄŸru kılarlar, zekâtı verirler ve onlar (Müslümanlar) iyiliÄŸi emreder, kötülükten de alıkoyarlar. Bütün iÅŸlerin sonu Allah’a aittir.”(22/41) Kur’an, tıpkı namaz gibi, oruç gibi siyasetin nasıl yapılacağını, iktidarın nasıl olacağını da ana hatlarıyla belirliyor.

İktidar ve siyaset kavramlarının birlikte ele alınması da mümkündür. Siyasetçi ya da İslami manada siyaset yapmak isteyen kiÅŸi öncelikle ne ile hükmedeceÄŸini belirlemeli ve tercihini yapmalıdır. İbn-i Haldun dini siyaseti ÅŸöyle tarif eder:

“Tebaa Allah tarafından indirilmiÅŸ ve ÅŸari’den ibaret olan peygamber tarafından halka anlatılmış ve ÅŸeriat olarak kavimlere tebliÄŸ edilmiÅŸ kanunlarla idare edilirse buna dini siyaset denilir.

Siyasetçi ise, akli delil ve hükümlere dayararak dünya maslahat ve faydalarını elde eden, zarar ve ziyanları def etmeye sevk eden insan demektir. Halifelik ise; dini korumak ve dünya siyasetini dine uygun olarak idare etmek hususunda ÅŸeriat sahibine naiplik etmektir.”(İbn-i Haldun, Mukaddime C.1 Sh.479)

Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlara bireysel sorumluluklar yüklendiÄŸi gibi, toplumsal sorumluluklar da yüklenmiÅŸtir. Her iki sorumluluk alanında yüklenmiÅŸ olduÄŸu hususlar ve bunları tatbik cihetinde tercih edeceÄŸi yol onun (Müslüman’ın) ibadetini oluÅŸturur. Åžüphesiz ki hayatın tüm ÅŸubelerinde vahye dayalı bir metodu da uygulayabilirsiniz, vahiy dışı bir metodu da uygulayabilirsiniz. Zaten din de hayatın çeÅŸitli alanlarına iliÅŸkin uygulayacağınız yaÅŸam biçimidir. Bu yaÅŸam biçiminin ibadete dönüÅŸmesi için ise sokaktaki bir engeli kaldırmadan, devleti yönetmeye varıncaya kadar tüm hayatın gereklerini İslam’a göre tanzim etmemiz gerekir. Kur’an bir taraftan yaÅŸamanın tüm alanlarına iliÅŸkin temel ilkeleri ortaya koyarken, diÄŸer yandan da Hz. Peygamber (a.s)’ı model olarak ortaya koyuyor: “Andolsun ki, Allah’ın elçisinde sizin için (özellikle de) Allah’ı ve ahiret gününü isteyen ve Allah’ı çok zikredenler için en güzel bir örnek vardır.”(33/21) “Biz seni, (belli bir gruba deÄŸil) ancak bütün insanlar için bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik, fakat insanların çoÄŸu bunu bilmezler.”(34/28)

Hz. Peygamber’in (a.s) örnekliÄŸine iliÅŸkin çok net tablolar vardır. Özellikle Hicr suresi 94. ayeti nazil olduktan sonraki o ayet mealen ÅŸöyle: “Åžimdi sen de emrolunduÄŸun ÅŸeyi kafalarını çatlatırcasına söyle ve müÅŸriklere de sakın aldırış etme.” Bu ilahi emrin devamı olarak Peygamber (a.s) aleni tebliÄŸ dönemini baÅŸlatmıştı. Fakat müÅŸrikler, o günün statükocuları peygamber’in tebliÄŸinin sıkletinden o kadar bunaldılar ki, kendi aralarında çeÅŸitli çareler düÅŸünmeye baÅŸladılar. İşte bu çarelerden birisi de KureyÅŸ önderlerinden Utbe b. Rebia’nın Hz. Peygamber’e bir takım teklifler için gönderilmesidir. Özetle Utbe b. Rebia Hz. Peygamber’e (a.s) eÄŸer bu dini/İslam’ı tebliÄŸ etmesinden muradı iktidarsa iktidar vermeyi, kadın ise kadın vermeyi, servet ise servet vermeyi teklif etti. Hz. Peygamber bu teklife Fussilet suresini okuyarak cevap verdi. Veya baÅŸka bir rivayete göre de onların bu teklifini ‘davasından vazgeçirmek’ teklifi olarak algıladı ve ‘GüneÅŸi saÄŸ avucuma, ayı da sol avucuma koysanız vallahi ben bu davadan vazgeçmem’ diye cevap verdi. O’nun bu müthiÅŸ cevabı karşısında Utbe tüm ümitlerini yitirdi. Darun-Nedve’ye döndüÄŸünde Hz. Muhammed’in söylediklerinin sanıldığı gibi ÅŸiir, sihir veya kehanet olmadığını ifade ediyor ve hayatı boyunca da böyle bir söz ve benzerini iÅŸitmediÄŸini ifade ediyor. (Bak. Ahmet ÖNKAL, Resulullah’ın İslam’a Davet Metodu Sh.163)

Åžimdi soru ÅŸu; Hz. Peygamber’in İslami olmayan bir sistemin liderliÄŸi ve tatbiki konusunda kendisine gelen teklifleri reddetmesi göz önüne alındığında, kıyamete kadar Müslümanların bu sünnete uymalarının gerekli olup-olmadığıdır. Ya da İslami olmayan, yasama kaynağının Kur’an olmadığı sistemlerde Müslümanların iktidarını nasıl okumalıyız? (28.04.2013)

 

Not:Bu yazı,  28 Nisan 2013’te Genç Birikim Dergisinde  Yayımlanmıştır

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş
Enti Halı / Makina halıcılığında ÖNCÜ