metrika yandex
  • $32.5
  • 34.84
  • GA18240

İktidarın/Devletin Sahibi Kim? Seçen mi Seçilen mi? (1)

MEHMET YAŞAR SOYALAN
06.05.2018

-Seçen mi Seçilenin İktidarının Sınırlarını Belirliyor Yoksa Seçilen mi Seçenin Kimi Seçeceğine Karar Veriyor?-

Seçimle, sıradan “vatandaşlar”ın ülkenin kaderini belirledikleri varsayılır. Tercihlerini bir şekilde (sandıkta oy pusulası kullanarak veya başka yollarla) ortaya koyan “vatandaşlar” da ülkesini yönetenleri kendisinin seçtiğini düşünür. Seçim sonuçlarının ülke yönetimindeki rolüne bakıldığında burada bir sorun görülmüyor. Yöneticiler seçimle geliyor, seçimle gidiyor. Ancak hem devlet denilen aygıt çok karmaşık, çok denklemli bir yapı hem de ülke yönetimlerinin seçimden, seçilenlerden hatta yönetim aygıtlarından öte bir gerçekliğe tekabül ettiği de işin başka bir yönü. Seçen mi seçilenin iktidarının sınırlarını belirliyor, yoksa seçilen mi seçenin kimi seçeceğine karar veriyor? Demokrasi gerçekten “vatandaş”ın iradesinin tecelli ettiği bir yönetim biçimi mi yoksa asıl gerçekliği örten ahaliye parmağın işaret ettiği yeri değil de parmağı gösteren bir sistem mi? Üstelik ahalinin tercihini ortaya koyduğu tek yönetim şekli demokrasi mi? Bu kadim tartışmaya karınca kararınca bir katkıda bulunmanın tam zamanıdır diye düşünüyorum.

Öncelikle ifade etmeliyim ki, insanoğlunun kendi yönetenini seçme geleneği sanıldığı gibi 19 veya 20. yy da keşfedilen bir şey değil; neredeyse insanoğlunun tarihi kadar eskidir. Elbette seçim usulleri, biçimleri, kapsamı ve suresi farklı olduğu, olabildiği gibi seçen ve seçilenin kimliği ve nitelikleri de farklı farklı olabilmektedir. Her dönemin ve kültürün kendisine özgü bir seçim şekli ve usulleri hep var olagelmiştir. Toplumların, tanrı ve insan tasavvurları, toplumsal yapıları ve iktidar algıları ile seçim yapma biçim ve usulleri arasında doğrudan bir ilişki söz konusu olagelmiştir.

Ama algılar, şartlar, dönemler ve coğrafyalar ne olursa olsun, konuya hangi yönden bakılırsa bakılsın iktidar her zaman ahalinin/ halkın/ vatandaşın elleriyle bir yöneticiye/ yöneticilere veya bir kurul ve kuruma teslim edilegelmiştir. Şu veya bu süreçte, şu veya bu şekilde, haklı veya haksız, zorla veya değil, kendi iradesi ile veya kandırılarak, zorlanarak, yönlendirilerek, ayaklanarak, ayaklandırılarak veyahut başka şekil ve yöntemlerle de almasını ve bir başkasına devretmesini bilmiştir. Son noktada iktidarın gerçek sahibinin o bölgenin, o coğrafyanın ahalisinin olduğu su götürmez tecrübi, fiili ve evrensel bir gerçekliktir. Bunun nasıl olduğu, niteliği, niceliği, onların bu haklarını nasıl, ne şekilde olduğu ve ne kadarını kullandığı ise bu gerçekliğin tezahürleri ile ilgili bir konudur.

Bu konunun İslam kültüründeki tezahürlerine baktığımızda iktidar, yönetici, yönetilen, seçen, seçilen ilişkisi “biat” bağı ile kurulduğunu görürüz. Kimin yöneteceği, yönetimin nasıl oluşacağı konusunda “örf” esas kabul edilir. Yönetici, bu “örf” çerçevesinde ortaya çıkar, yönetime talip olur (veya yönetime el koyar). Talebin fazla olması durumunda, yönetici kabile ileri gelenlerinin veya kanaat önderlerinin yine “örf” çerçevesinde adaylardan biri üzerinde karar kılınması ile belirlenir. Her durumda (yönetime el koysa bile) adayın seçiminin tescil edilmesi, toplum üyelerinden “biat” alınması ile gerçekleşir. Bu “biatleşme” çok zaman kabile liderlerinin veya toplumda temayüz etmiş kişilerin “biatı” ile sınırlı kalır. Çok yapılı (kabilesel ve etnik farklılık) ve kültürlü toplumlarda, devletlerde “Biat” süreçleri büyük pazarlıklarla geçer. Veya zaman zaman askeri gücü elinde bulunduran siyasi otoriteyi de eline geçirdiği için “biat” törenleri silahların gölgesinde şekli olarak gerçekleşir.

Sonuçta “biat”; yönetilenin, “ben şu, şu şartlarda, şu çerçevede senin yöneticiliğini kabul ediyorum”, yönetici de “ ben de şu, şu şartlar karşılığında ‘bey’atını’ kabul ediyorum” der. Bunun toplumsal hayatta veya iktidar gerçekliğinde bir karşılığının olup olmaması çok önemli değildir. Şekli de olsa bir teamül gerçekleştirilir. Ve bu durum iktidarın meşruiyetinin en önemli belki de tek şartıdır. İlk teklifin kimden geldiği ve sahibinin kim olduğu o kadar önemli değildir. Bu biatleşme ya doğrudan kişilerin iştirakiyle ya da vekiller (kabile reisleri) üzerinden gerçekleşir. Bu usul aslında İslam öncesi cahiliye Arabının bir geleneğidir. Müslüman topluluklar da bu geleneği devam ettirmişler. İslami dönemde bu geleneğe şura/istişare mekanizması eklenmiş. Veyahut var olan ancak gereği gibi uygulanmayan bu kurum daha işlevsel hale getirilmiş. Yöneticinin, yönetilenleri ilgilendiren konularda kendileri ile istişare edilmesi gereği ifade edilmiş. Ancak bu mekanizma bir süre sonra işlevsiz kalarak şekli ve sembolik bir mekanizmaya/ kuruma dönüşmüş.

Ancak her yönetim değişikliği (nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin; zorla veya anlaşarak fark etmez) göreceli de olsa bir seçime ve uzlaşmaya dayanır. Bu tespit her dönemdeki ve yapıdaki toplumlar için de söz konusu olsa gerektir. Çünkü iktidar ister araç ister amaç olarak kabul edilsin yöneten ve yönetilenlerin uzlaşması ile varlığını devam ettirebilir. Bu uzlaşma toplumun tüm katmanlarını kapsayabildiği gibi güç oranlarına bağlı olarak küçük veya büyük pek çok yapının bir araya gelmesi ile gerçekleşir. Her uzlaşma da siyasi literatürdeki bir “koalisyon” terimine karşılık gelir. İktidarların kısa veya uzun ömürlü olmaları iktidarların askeri veya ekonomik anlamda güçlü olup olmadıklarından çok koalisyon arasındaki uzlaşma konularının temel veya yüzeysel olması ile ilgilidir. İşte burada en önemli konu iktidar ortakları arasında, başka bir deyişle yetki veren ile yetki kullanan arasındaki diyaloğun/ istişarenin sürekli ve sağlıklı işleyip işlemediğidir. Aslında yöneten ve yönetilenler arasında her an cereyan eden bir seçim vardır. Aslında yönetilenlerin zihninde yönetimler her an anlık olarak yıkılmakta ve yeniden kurulmaktadır. En etkili sandık seçmenin zihnidir. Bundan dolayıdır yöneticiler, her daim seçmenin zihnine hitap edecek bir illüzyon peşinde olurlar.

Aslında yöneteni de yönetileni de yöneten ihtiyaçlar ve hayatın dinamikliğidir. Asıl iktidar ihtiyaçlar ve günün gerçekliğidir. Hayatın dinamik yapısı ve değişkenliği nedeniyle her gün pek çok yeni durumla karşılaşılır, yeni gerçeklikler ortaya çıkar. Bu nedenle olanlar ve yeni gerçeklikler, nasıl eskisi üzerinden okunarak kavranamazsa, bunları önceki gerçekliklere göre yapılan toplumsal sözleşmelerle götürebilmek de mümkün olmaz. Zorlama ve güç kullanılarak ile ilişkiler zoraki yürütülmeye çalışılsa da toplumsal huzur ve barış temin edilemez. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Ahali, “biat”in gerçekleştiği dönemin şartları ile bugünün şartlarının farklılığına dikkat çekerek memnuniyetsizliğini hal ve tavırlarıyla ortaya koyacaktır. Sözleşmenin zamansallığı göz ardı edildiğinde veya toplumsal mutabakatlar belli periyotlarda yenilenmediğinde/güncellenemediğinde yöneten yönetilen ilişkisinin sağlıklı yürümesi gerçekleşmeyecektir.

Günümüz kefilliklerindeki gibi an ve geleceği içine alan, olan ve olacak her şeyi kapsayan, süresiz, sınırsız, hesapsız, denetimsiz bir biatleşme, insanın doğası, eşyanın hakikati, hayatın dinamizmi ve değişkenliği gereği gerçekçi ve uygulanabilir değildir. Bu hal, sözleşmenin tarafı olan ahali tarafından gönül hoşnutluğu içinde kabul edebileceği bir durum da değildir. Ahalinin çok farklı gerekçelerle böyle bir duruma ses çıkarmasalar da uzun vadede toplumsal barış için de temel bir tehdittir. Toplumun, olan olayları ve yeni gelişmeleri içselleştirebilmesi, yeni durumlarla ilgili kararları kabul edebilmesi için bir şekilde yönetim aygıtının içinde olmaları gerekir. O, en azından doğrudan kendisini ilgilendiren işlerde bir dahli olsun, fikri sorulsun ister. Bu imkânlardan ve yollardan birisi de istişare/ şura mekanizmasıdır. İstişare kurumlarının veya araçlarının gerçekçi ve işlevsel bir şekilde işletilebilmesi, ahalinin kendisini işin içinde görmesini, sorumluluk almasını ve yapılanları sahiplenmesini, yaşananları anlamlandırabilmesi kolaylaştıracaktır. Bu nedenle istişare kanallarının her daim açık olması ve istişarenin zamanında ve uygun taraflarca yapılması gerekir.

Medine gibi 10 bin nüfuslu, yerleşik düzenin ve toplumsal ilişkilerin kabileler üzerinden gerçekleştirildiği, üstelik herkesin birbirini tanıdığı bir kasaba gerçekliğinde yönetici olabilecekleri tespit edip seçmek için yolar bulmak kolaydır. Bölge tarihinde ve geleneğinde zaten bu yönde pek çok uygulama söz konusudur. Uygulana gelen usullerden birini tercih etmek mümkün olabildiği gibi yeni seçim usulleri de denenebilir. Zaten böyle de olmuştur. Mevcut uygulamalar günün şartlarına uyarlanarak bir yol bulunmuştur. Bu ölçekteki toplumlarda zaten yönetici olabilecek kişi veya kişiler, ya kişisel konumu dolayısıyla ya da kabilesinin konumu ve diğer kabilelerle ilişkileri dolasıyla bellidir. Belli sayıdaki ve toplumun büyük çoğunluğunun tanıdığı birisi üzerinde uzlaşmak çok zor değildir. Buna rağmen iktidarın doğası gereği her yönetim değişikliği sancılı olagelmiştir. İktidardaki otorite belli olunca, otorite, kendisini seçenler ile yani toplumla ilişkisini her bir bireyle ayrı ayrı kurmamakta veya kuramamakta, bu ilişkiyi kendisini iktidara taşıyanlar (kabile/aşiret liderleri ve seçkin şahsiyetler) üzerinden kurabilmektedir. Resulullah sonrası İslami dönemin gerçekliği budur.

İslam’ın, inananını, kabilevi asabiye fikrini aşarak inanç merkezli bir “millet” bilinci ile inşa etmeye çalıştığı, Kur’an’ın en temel hedeflerinden birisinin bu “millet” inşası olduğu, ilk 23 yılda bu inşanın fikri temellerinin atıldığı, ilk örnek toplumun/milletin ortaya çıktığı, ilk elli yılda bunun etkisi ile ciddi bir fikri ve toplumsal dönüşüm yaşandığı, bu işin kültürünün oluştuğu herkesin malumudur. Ancak İslam’ın ilk yüz yılında yaşananlar, Müslüman bireyi hem psikolojik hem fiziki hem zihinsel hem de toplumsal travmaya maruz bıraktı. Bireysel ve toplumsal hafızasını tarumar etti. Şuur altının yönlendirmesi ile kabilesini yeniden “güvenilecek/ sığınılacak tek liman/sığınak olarak görmeye başladı. Tüm inananların birlikte bir “millet” oldukları inancının “tehlikeli ve riskli bir macera” olduğunu düşünmeye başladı. Her bir kriz onu “millet kardeşliğinden” “kabile kardeşliğine daha da yaklaştırdı. Onu “millet” olmaktan uzaklaştıran her bir adım, bir o kadar da özgürlüğünden uzaklaştırdı. Millet bilincine sahip olmak biraz da “birey” ve “irade sahibi” olmak anlamına geldiği için, kabile asabiyesine dönüş aynı zamanda onu sorumluluktan kaçma, iradesini teslim etme ve “sürü” halinde yaşamanın kolaycılığına bir adım daha yaklaştırdı. “Millet bilinci içinde irade sahibi olmanın bir yansıması olarak seçme ve seçilmenin zorluğu ve sorumluluğundan “kabile asabiyesi”nin görev bilincinin sorumsuzluğuna sığınılması, iktidarı tekel/devlet haline getirdiği gibi dinin/İslam’ın kendisini de iktidarın bir aracı haline getirdi. Farklı etnik dini ve mezhebi tabana sahip olan Müslüman coğrafya uzun yıllar (yaklaşık 400 yıl) tek pare olarak yaşadı. Arkasından bu tek pare yapı içinde onlarca devlet kuruldu. Ancak hepsinde de yönetilen - yöneten ilişkisi hep aynı kaldı. Yöneticiler önceki dönemdeki usullerle işbaşına geldiler, ahali ile ilişkilerini de aynı usullerle yani cari olan geleneğe göre sürdürdüler.

17. yüz yıla geldiğimizde yeryüzünün hem haritası hem etnik ve dini yapısı hem de siyasi yapısı temelden değişmeye başladı. 18.yy’da yeryüzünün % 85 birkaç Avrupa ülkesinin işgaline maruz kaldı. Bu işgal sadece coğrafyanın kimyasını bozmadı, bu coğrafyalarda yaşayan ahalinin de kimyasını bozdu, inançlarını, geleneklerini, alışkanlıklarını, aile yapılarını alt üst etti. Bu süreçte (okuyucuya biraz tuhaf gelecek ama) maalesef yeryüzünün % 70 köleleştirildi. Neredeyse bu coğrafyalarda yaşayan nüfusun yarıya yakını katledildi (on milyonlarca insandan söz ediyoruz). Bazı yerlerde örneğin Avusturalya’da yerli halkın neredeyse tamamına yakını yok edildi. Bu dönemde bu coğrafyalarda bir istisna olarak bir seçimden, yöneten ve yönetilenin doğal ve kabullenilebilir ilişkiler düzeninden söz edemiyoruz ama aslında insanlığın karanlık çağından söz ediyoruz.

Günümüze gelirsek sömürge/ aydınlanma döneminin etkisi nedeniyle her şey çok daha karmaşık görünüyor. Her şey; dinler, diller, toplumlar, kültürler, alışkanlıklar, davranışlar, gelenekler birbirinin içine girmiş durumda. Kim kimdir, kim nerededir, neye inanır tam bir cevap verilemiyor. Sömürge “aydınlanmasının” zehirlemediği hiçbir yapı, anlayış, inanç ve toplum kalmamış durumda. Bu durum elbette iktidar, birey ve toplum ilişkilerini de derinden etkilemiş.

Bu süreçte bir aygıt olarak “devlet”in hem işlev ve yapısında hem de kişi ve toplumların “devlet”e bakışında önemli değişiklikler meydana geldi. Devlet ve iktidar arasında farklılaşmalar oluşmaya başladığı gibi otorite ve devlet arasında da hem kavramsal düzeyde hem de fiili düzlemde ayrımlar ortaya çıkmaya başladı. Aynı şekilde devlet, iktidar, yöneten ve yönetilen ilişkileri de daha bir karmaşıklaştı. Dolayısıyla yöneten yönetilen ilişkisi/ilişkileri değiştiği gibi yönetim ve iktidarın kendisi içerik ve şekil olarak da farklılaştı. Yöneten ve yönetilenlerin iktidar algılarında ve iktidardan beklentilerinde önemli değişiklikler yaşandığı gibi yönetimin gerçekleştiği coğrafyalarla ilgili tanım ve tanımlamalar da değişti. Gelinen noktada kabile veya millet aidiyeti “vatandaşlığa”, kabile veya milletin kendisi de “devlet”e dönüştü. “Devlet” ve “vatandaşlık” ilişkisi de farklı bir boyuta evirildi.

İçinde bulunulan bu fiili durum, iktidarı devlete, iktidarın hüküm sürdüğü coğrafyayı/coğrafyaları “vatan”a, bu “vatan” içinde yaşayan ahaliyi de “vatandaş”a ve “seçmen”e dönüştürdü. Aynı şekilde iktidarı, yöneteni, yönetileni, seçme ve seçilmeyi, seçme ve seçilmenin usul, anlam ve algısını da temelden değiştirdi. Ancak tüm bunlar, insanı daha mutlu, toplumu daha huzurlu, yeryüzünü daha adaletli kılmadı.

Bu girişten sonra günümüz seçim-iktidar, seçim vatandaş, vatandaş-seçmen, seçmen seçilen ilişkisini ve seçenin, seçilene sunduğu iktidarın bir sınırı olup olmadığının, seçenin mi seçilenin iktidarının sınırlarını belirlediğini, yoksa seçilen mi seçenin kimi seçeceğine karar verdiğini,  Demokrasinin gerçekten “vatandaş”ın iradesinin tecelli ettiği bir yönetim biçimi mi yoksa asıl gerçekliği örten ahaliye parmağın işaret ettiği yeri değil de parmağı gösteren bir sistem midir tartışmasını bir sonraki yazıda yapalım inşallah.

 

Yorum Ekle
Yorumlar (3)
Hüseyin Şaşmaz*Uzun | 01.10.2018 12:24
Aslında halk gibi görülse de Şeytanın ta kendisidir. http://bredaholland.blogspot.com/2018/07/yeni-devletin-sahibi-kim.html
Halit ATAOĞLU | 06.05.2018 22:51
Emeğine sağlık. Bana göre adı demokrasi uygulaması farklı bir sistem. Aynı islam gibi.....
Tayfun BEREKETLİ | 06.05.2018 19:24
(Ey insanlar!) İşte (burada kısaca anlatılan peygamberler tarihinin de gösterdiği gibi) sizin ümmetiniz bir tek ümmettir ve Ben sizin Rabbinizim: O halde sadece Bana kulluk edin!ENBİYA-92.