metrika yandex
  • $32.57
  • 34.69
  • GA19020

İktidarı Belirlemede Halkın İradesinin Payı ne kadardır? - Halkın Var Olma İradesi Devletlerin Beka Sınırını Belirler-

MEHMET YAŞAR SOYALAN
14.05.2018

- Halkın Var Olma İradesi Devletlerin Beka Sınırını Belirler-

Bir önceki yazımızda iktidarın genel tarihi üzerine kısa bir değerlendirmede bulunmuştuk. Bu gün de günümüz devlet/iktidar yapılanmasında seçimlerin etkisi ve yeri, devletlerin farklı emniyet mekanizmaları ile ilgili düşüncelerimizi paylaşacağız. Burada konu edeceğimiz iktidar, demokratik düzenlerin, cumhuriyet rejimlerinin devlet yapılanmalarıdır/iktidarıdır.

Görünürde bu devletleri yönetenler seçimlerle gelip seçimlerle gitmektedir. Bu iktidarların pek çoğunda halk özgür iradeleri ile tercihlerini ortaya koyabilmekte, yöneticiler de bu tercihlerin sonucunda belirlenmektedir. Kuş bakışı bakıldığında görünen budur. Ancak devlet mekanizmasının/işleyişinin bir yasal düzenlemeler (anayasalar, kanunlar, genelgeler, içtüzükler) bir de toplumsal/sosyolojik, psikolojik ve duygu boyutu vardır. Birinci boyut görünür ve ölçülebilir bir özelliğe sahipken ikinci boyut daha çok hissedilebilir, sonuçları açısından kendisini fark ettirir.

Son iki yüzyılda özellikle son yüz yılda devletlerin yapısında, işleyiş biçimlerinde önemli değişiklikler meydana geldi. Devlet aygıtı farklı bir şekle, şekillere evirildi. İmparatorluk dönemlerinde olduğu gibi devlet sadece imparatorluğu elinde tutan imparatordan/ şahtan/sultandan, onun ailesinden, yakın çevresinden veya bunlardan nemalananlardan ibaret değildir. Devlet ile, devletin bekası ile kendi varlığı ve kendi ailevi bekası arasında doğrudan ilişki kuran daha büyük ve etkili bir kesim/ çoğunluk vardır. Devletin varlığı ve bekası ile kendi ve ailevi varlığı arasında ilişki kuran bu etkili çoğunluk, devletin varlığını ve bekasını tehlikeye sokacak olay, olgu ve anlayışlara karşı çok müteyakkızdır. Bu nedenle bu çoğunluk, devleti açık veya gizli tehlikelere karşı koruyacak, devletin devamını sağlayacak (devletin yönetimi ne olursa olsun) çabaların, projelerin de gizli ve gönüllü destekçileridir.

Hemen hemen kadim geleneği/ geçmişi olan, doğal süreçlerde kurulmuş bütün devletlerin, kendiliğinden oluşmuş, adı konulmamış, çerçevesi çizilmemiş, kimlikleri belirlenmemiş bir “derin” koruyucu aklı, hafızası veya teyakkuz noktası vardır. Çünkü devletler diğer klasik devlet organizasyonları yanında bu niteliklere kavuştuğunda ancak gerçek anlamda bir devlet olabilmekte, aile, soy, aşiret, sınıf oligarşisini aşabilmektedir. İşte devletin hakiki paydaşı olan bu kesimler, devletleri ile ilgili sahici bir beka sorunu gördüklerinde, hissettiklerinde herhangi şahsi bir hesap içine girmeden, plansız, programsız, lidersiz olarak devreye girer ve devletin devamını sağlayacak mekanizmaları kurar veya kurulmuş mekanizmaların içinde yer alır. Sahici bir kriz baş gösterdiğinde bir şekilde bu koruyucu aklı harekete geçirecek bir çıkış veya bir patlama noktası ortaya çıkar. Kalabalıklar da o noktadan hareketle kendilerine bir yol ve yön belirler.

Bu anlattığımız görünmez yapı, bu gizli güç devletleri ayakta tutan, devamını sağlayan mekanizmaların, enerjinin kaynağını oluşturur. Bu görünmez güce ek olarak daha az görünen ancak toplumun inancının, geleneğinin, örfünün, yasaların, kanunların içinde var olan ancak zamanı geldiğinde, ihtiyaç hasıl olduğunda ortaya çıkan bir güç ve enerji türü daha vardır. Partiler, kurumlar, kuruluşlar, örgütler, loncalar, cemaatler, sendikalar, STK’lar, vs. hem aidiyet güdüsü/ bilinci hem de yasaların içinde üstü örtük biçimde duran görev ruhunun etkisi ile devletin sahibi olarak ortaya çıkarlar. Bu yapılar en az partiler/seçimler kadar devletin sevk ve idaresini hatta iradesini belirlemede önemli bir rol üstlenirler.

Partilerden yasaların kendilerine açtığı alan içinde devletin bir ortağı, paydaşı olarak/ gibi hareket etmesi beklenir. Ancak bazı partiler kendilerini, devletin bir ortağı olarak değil, devleti ele geçirmek, kendilerini devlet kılmak üzere kurguladıkları için içerideki veya dışarıdaki güç odaklarının da çekim alanı içerisine girerler. Bu hasebi halleri onları pazarlık edilebilir hale getirdiği için çok geçmeden kendilerini bu güç odaklarının yerli partnerleri/işbirlikçileri olarak bulurlar. Kendilerince, “kutsal davaları” uğruna “düşmanın düşmanı” ile gizli veya açık bir işbirliğine girmek “ihanet” değil bir “gerekliliktir”. Ancak gerçeklik çok zaman onların düşündüklerinden farklı şekilde tecelli eder. Kendi ideallerini değil işbirlikçilerin ideallerini gerçekleştirmiş olurlar. İttihat Terakki Partisi bunun en çarpıcı örneğidir.

Demokrasilerde devletlerin varlığını ikame etmede, hayatiyetini sürdürmesinde halkın tercihi olan seçimler olmazsa olmaz bir gerçeklik olsa da hiçbir ülkede devletin geleceği ve bekası hatta devlet yönetimi, devleti devlet kılan kurumların sevk ve idaresi bütünü ile sadece halkın seçtiği seçkinlerin, seçilmişlerin inisiyatifine bırakılmaz. Seçimler ancak her şeyin yolunda gittiği süreçlerde tek başına devletin tepesinin belirleyebilir. Kriz veya olağanüstü şartların bulunduğu dönemlerde seçmenin/halkın iradesinin gizli ortakları devreye girer. Bu odaklar bir şekilde halkın/seçmenin iradesine etki ederek seçmenin krizi aşacak şekilde oy kullanması sağlanır. Ancak bazı durumlarda krizi aşmak mümkün olamaya da bilir. Odakların çokluğu, iç ve dış güçlerin büyüklüğü bu mekanizmalara rağmen galebe çalabilir. Hatta devletler tarih sahnesinden silinebilir. Söylemeye çalıştığımız şey bu devletler bile devletin geleceğini veya sistemini belirleme yetkisini tek başına halkın çoğunluğunun iradesine bırakmaz. Halkın duygusallığının veya kararlarının yönlendirilebilir, provoke edilebilir olması nedeniyle başka emniyet supaplarına, dengeleme ve frenleme mekanizmalarına sahip olması gerekir. Bu mekanizmalar açık veya gizli bir şekilde devlet yapısı içine dercedilir.

Demokrasilerde her siyasi partinin vaatleri ile halkı kendi partilerine yönlendirmeye çalışması olağan ve istenilen bir durumdur. Ancak hiçbir ülkenin “kamuoyu yapıcıları”, eylem ve söylemleri ile ülkenin geleceğini tehlikeye atma, uzlaşılmış hedeflerinden saptırma riski taşıyan partilerin güçlenmelerini önleyecek, farklı siyasi, sosyal grupların, fikri oluşumların çalışmalarının denetleyecek, hareketlerini frenleyecek, gerektiğinde onları etkisiz hale getirecek tedbirleri de alırlar. Bu iş için kamuoyunu etkileyecek bütün araçlar kullanılır. Özellikle devletlerin tıkandığı, yönetilemediği, toplumsal ve siyasal hayata kaosun egemen olduğu veya başka nedenlerle devletin sisteminin, yönetim modelinin değiştirilmesinin zaruri olduğu dönemlerde bu mekanizmalar tam kapasite olarak çalışır veya çalıştırılır.

Tüm bu değişimlerin sahici ve kalıcı olabilmesi ancak halkın bu değişim ve dönüşümün içinde olması ve onun iradesinin bu yönde tecelli etmesi ile mümkün olabilir. Halkın iradesinin bu yönde tecelli etmesi için de meşru veya gayri meşru araçlar kullanılır. Elbette burada mevcut durumdan çıkarı olanlar ve bunların yönlendirdiği kesimlerle, ülkede denizin bittiğini, yeni bir sistemin şart olduğunu görüp yeni model arayışları önerenler arasında apansız bir mücadelenin hatta açık ve gizli bir savaşın olduğu, olacağı da herkesesin malumdur.

Burada konunun en can alıcı ve merkezi noktası, sistemin tıkandığını, değişim dönüşüm gerektiğini söyleyenlerin hangi saikle hareket ettikleridir. Bu kesimler kendi şahsi ihtirasları veya dış güçlerin, uluslararası örgütlerin telkinleri ile mi hareket etmektedirler yoksa gerçekten sistemin tıkandığı, fikir ve proje üretilemediği, ekinin ve neslin korunamadığı, toplumun ve devletin güvenliğinin sağlanamadığı, toplumun gelişiminin imkânsızlaştığı, diğer ülke ve topluluklarla rekabette başarısız kalındığı gibi haklı bir talebe mi dayanmaktadır?

Aslında talebin kimden geldiği, muhatapların kimliğinden veya uluslararası organizasyonların, uluslararası medyanın, ülkelerin beyan ve duruşları takip edildiğinde anlaşılacaktır. Ancak insanoğlunun kısa vadeli çıkarları, beklentileri yerli ve sahici taleplerle çeliştiğinde veya bu sahici talebi ortaya koyanların kimliği, zaafları, duruşları, söz ve davranışları nedeniyle bir rezerv, bir çekince bulunuyorsa uluslararası organizasyonların içerideki temsilcileri olunması uzak bir ihtimal değildir. Hatta bazen bu talepler öyle örtülü bir şekilde sunulur ki yerli talepler bile uluslararası örgütlerin talebi haline gelebilir. Toplum ve devlet bu kuruluşların aracı haline getirilebilir.

Demek istediğim o ki, günümüzde devletler/ iktidarlar çok komplike, karmaşık yapılardır, onları hareketli kılan çok farklı mekanizmalara ve bu mekanizmalara enerji sunan toplumsal ve psikolojik kaynaklara sahiptirler. Devletler/iktidarlar bir “beka” bilinci veya şuuraltı ile hareket ederek kendi ahlaki ve hukuki zeminini de oluşturlar. Seçimler veya halkın iradesi bu süreçte devleti sevk ve idare eden mekanizmanın aparatların, araçların en önemlilerinden biridir. Seçimlerin asıl fonksiyonu ve gücü meşrulaştırıcı bir özelliğe sahip olmasıdır.  Geçmişte “din”e has olan bu özellik bu gün seçim sandığına has kılınmış durumdadır. Ancak iktidarı ve idareyi belirleyen mekanizma çok daha karmaşıktır.

Yorum Ekle
Yorumlar (2)
Halit ATAOĞLU | 16.05.2018 22:39
Adı demokrasi ama önüne konulanlardan başkasına oy veremiyorsun. Millet iradesi ne kadar temsil ediliyor. Siyasi otoriteler yalnızca kendi yandaşlarının kadrolaşması için çalışıyor. Liyakata hiç bakılmıyor. Sonuç iş bilmeyen ve gördürülemiyen bir bürokrasi vs vs. Ya bu deveyi güdecez yada güdecezzz.
Ubeyd Deniz | 14.05.2018 22:10
Abi S A Öncelikler devrimci bir tebrik olacak ama emeğinize yüreğinize sağlık  Önceki genel giriş yazısı ile bugün yazdığınız yazının çoğuna katılmak ile birlikte bazı itirazlarım ya da rahatsızlıklarım var. Öncelikle islamiyetin kabilevi asabiye fikrini aşarak “Millet” merkezli bilinci inşa etmeye çalıştığını fikrine katılmak ile birlikte “Ümmet” olarak bildiğim bu inancın millet kavramı ile ifade edilmesi daha dar ve sanki bilinçli bir çalışma ama rahatsız edici geldiğini itiraf edeyim. “Anlamı aynı olduktan sonra ne fark eder ?” açıklaması bizim gibi ümmetin millet olamamış kavimlerin duyguları için çok hassas bir detay olarak da açıklanabilir ama öyle işte. Sonra biatleşme ve ilk dönem yönetim biçimlerinin bir devamı/yada özgün biçimi olarak islamın ilk 50 yılı ve sonraki yıllarda birey olmayı beceremeyerek kabileyetçiliğin o iredesini ait olduğu çoğunluğa teslim etme kolaycılığının sorumluluğu inşa edilmesi becerilmeyen millet/ümmet bilincinin inşasında mı yoksa o zaman boyunca iktidar olan islam medeniyetinin bilinçli bir şekilde kabileciliğe bilinçli bir şekilde evrilmesimidir. Abbasiler Emeviler, Fatimiler, Eyyubiler, Selçuklular, Osmanlılar ve diğer devlet ve devirler hep bir ailenin tarihi olarak devletleşip toplamda bir islam tarihi oluşturmaları hangi medeneyitin inşasındaki yapılar olarak değerlendirilecek. İslamın iddiat ettiği medeneyitin inşasında ne kadar çarpık kolonlardır bunlar da yada çarpıklaşan bunların üzerine kurulacak medeniyet midir. İslam mütefekkirleri kutsamadan bunları inceleyip analiz etmeden o 23 yıl inşa edilemeye çalışılan medeniyeti günümüze anlatmakta sıkıntı çekeceklerdir. 23 yılda kölelerin ve fakirlerin sahiplendiği ama büyük ailelerin karşı çıktığı o mesaj sonraki tarihlerde ilk itiraz eden ailelerin yorumları ama isimleri ile büyümüştür. “süresiz, sınırsız, hesapsız, denetimsiz bir biatleşme, insanın doğası, eşyanın hakikati, hayatın dinamizmi ve değişkenliği gereği gerçekçi ve uygulanabilir değildir.” Tespiti; şuranın önemi ile düzeltilecek bir sosyolojik vaka olamaz. Şura ne kadar önemli olursa olsun yukarıdaki tesptiniz o önemi önemsiz ve işlevsiz kılıyor. Var olan tarihlsel gerçeklikler bir iddia olamaz. Medeniyetlerin iddiası olması lazım. Ve islamın medeniyet iddasının içinden geçtği tarihsel gerçeklik ve kendisine dayatılana benzemiştir. Yönetme ve yönetilmenin iktidar ve muhalafet olmanın, mücadele ve kendi iddialarının kırmız ve kalın çizgileri üzerinde islam mütefekkirlerinin tüm zamanlara hitap eden bir temelinin inşa edilmesi gerekiyor. Rivayet ve benzer olaylara karşı atalarımızın yaptıklarını refrans göstererek en ufak sorunda yanlış çözüm ve önerilerin sonradan sizin de söyeledğizi kabileyetçi yorumlara dayanarak meşrulaştırmaya çalışmak hiçbir medeniyeti inşa edecek yapı taşları olmayacaktır. Demokrasi seçim ile ilgili tespitlerinize uzun zamandır katılıyorum zaten. Devlet geleneği olan medeniyetlerin olmazsa olmaz refleksleri ve olması lazım gerçeklikler. Uzun zamandır Kurandaki “bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez” mealindeki genel yöneten yönetilen ilişkisindeki Allahın müdahalesini anlamaya çalıştıkça bakmamız gereken yer yada mücadele etmemiz gereken alan olarak nacizene Allahın hakimeyetini isteyen biri olarak siyaset anlama çabamın yönünü ciddi bir şekilde değiştirdi. Çok büyük bir çalışma ve okuma sonucu değil ayeti doğrudan ve direk anladığım şudur ki abim islam medeniyetini inşası toplumu inşa etmekten geçer. Tolumun değişimi, gelişimi, aydınlanması o toplumun iktidarını da değiştirir, aydınlatır ve ilahi bir müdahale ile taçlandırır. Yoksa tarihimizdeki sayısız örnekte olduğu gibi bir önceki ailenin iktadırının yanlışlarını gerekçe göstererek ne ümmet/millet olmayı becereceğiz ne de yeni gelecek ailenin iktidarını ilk zamanlardaki doğruları sürdürülebilir olacaktır. Bir islam mütefekkirinin şu an günümüzde henüz ve hala yaşıyorken iran devriminin 40 yılının her yılını her gününü tam anlamadan, nerden nereye gittiğini anlamadan, tahlil etmeden analiz etmeden yeni bir iktidara talip olmamalıdır. Yine Ak Partinin 16 yılını incelemeden kırılmalarınıi kavşaklarını bir daha geçmeden devletin o mekanizmasının içine girmeye çalışmamalı. Yine islam mütefekkirleri fetö ve diğer cemaatlerinin islamın doğru anlaşılmasında ne kadar engel odluklarını çözümlemeye çalışmadan ve toplumun değişimini bu tür yapıların insafına bırkamadan önce bir daha bin daha düşünmelidir. Ve islam medeniyetinin temel taşlarını döşemeye çalışırken devlet olmanın gerekliliği olan o acımasız ama inşa eden çarkın kurulmasında o acımasızlığı gösterecek kadar cesur olmalıdır.