Bir gün öncesinden hanımımı doğum için hastaneye yatırmıştım. O günlerin İslami heyecanı ile neredeyse hanımımı hastanede unuttum. Bir gün sonra hastaneye, ilgili birime telefon açarak hanımımın durumunu sorduğumda hemşire : “Ooo beyefendi günaydın (!) Hanımın yeni mi aklına düştü, hadi gözün aydın bir oğlun oldu.” dedi. Tabii ki o yıllarda, doğacak çocukların cinsiyet tespiti yapılamıyordu. Oğlumun olduğu haberini büyüklerimizle ve arkadaşlarımızla paylaştım. Benim aklımdan geçen isim Mus’ab idi, fakat bir yakın arkadaşım buna engel oldu. Sonuçta Mahmut Said isminde karar kıldık. Tarih 23 Şubat 1972…
Aradan iki yıl geçti Allah bir kız çocuğu nasip etti. Onunda adını dost meclisinde Hatice Sümeyra olarak belirledik. Sonra bir oğlumuz daha oldu. Yine dost meclisinde onun içinde Erkam ismi uygun görüldü. Nihayet bir kızımız daha dünyaya geldi. Ona konulacak isim fazla tartışılmadı. Zira merhum Ercüment Özkan, Hz.Aişe validemizin İslami anlayışının öneminden bahisle kız çocuklarımıza Aişe isminin konulmasını sürekli hatırlatırdı. Zaten kendisi de ilk kızının ismini Aişe koymuştu. Neticede biz de son çocuğumuz, son kızımız için Aişe ismini uygun gördük.
Bunları niçin anlatıyorum? 1960’lı, 1970’li yıllardaki duyarlılığımıza örnek olsun için anlatıyorum.
Böyle bir yazıyı kaleme almamda da Ahmet Taşgetiren’in 13.1.2019 tarihli “ Mus’ab Gündemden Düştü mü?” makalesi neden oldu. Sağolsun iyi ki hatırlattı. Bizler gençliğimizde Mus’ab b. Umeyr’i, Saad b. Ebû Vakkas’ı, Ehl-i Beyt’i, Ömer b. Abdülaziz’i, İmam Ebû Hanife’yi, İmam Cafer’i, İmam Şafi ve İmam Gazaliler’i okurduk. Keza onlar adeta oturumlarımızın kahramanlarıydı. Öncelikle oturumlarımızda Kur-an ve Meali, ardından Hz.Peygamber (a.s)’in hayatı, sünneti, takiben usûl kitaplarını okurduk-okuturlardı. Tüm bunların yanı sıra bol bol hatırat okumamız salık verilirdi. Mutlaka günlük bir gazete okumamız istenirdi ve bunun yanında haftalık bir dergi okumamız zorunlu idi. Mesela 70’li yıllarda okuduğum günlük gazete “Yeni Ortam”dı, dergi ise Mehmet Ali Kışlalı’nın uzun süre çıkardığı “YANKI” dergisiydi. Büyüklerimiz bir taraftan Nureddin Topçu’yu, Necip Fazıl’ı, Malik b. Nebi’yi, Muhammed Ebû Zehra’yı, Seyyid Kuttub ve Mevdudi’yi okumamızı önerirken, diğer yandan Kemal Tahir’in neredeyse bütün eserlerini okuttular. Tüm bunları okurken Türkiye’de mevcut sistemin bir parçası olmamaya da özen gösterilirdi. Zira bize yapılan tembihlerde İslam’ın yerel ve bölgesel bir din olmadığı, aksine evrensel bir din olduğu bizlerin de “Müslüman” sıfatımızla tüm dünya sathından sorumlu olduğumuz, yeryüzündeki fitnenin ortadan kaldırılması yükünün omuzlarımızda olduğu hatırlatılırdı. Bu bağlamda bir taraftan Kuzey Afrika’daki Müslümanların dertleriyle dertlenirken diğer yandan Filistin, Keşmir, Vietnam, Güney Afrika’daki insanların halini sıkıntılarını takip etmek görevlerimiz arasındaydı…
Şimdi ne haldeyiz? Kimse kusura bakmasın. Dünyanın herhangi bir yerinde Müslümanların iktidar olması İslam’ın iktidarı anlamına gelmez. Bu nedenle de Müslümanlar İslami sorumluluklarından sıyrılamazlar. Kaldı ki; herhangi bir belde ya da ülkede bırakınız İslam’ın iktidar olmasını, eğer yönetenler adil iseler İslami olmayan bir yönetimde bile sorun yoktur. Necaşi’nin Habeşistan’ı buna örnek teşkil edebilir. Zira bizler, İslami aidiyetimizle İslam’ın iktidar olmasından değil, insani ve İslami ilkeler doğrultusunda yaşamaktan sorumluyuz. Yine Müslümanlar öncelikle muhataplarını Müslüman olarak görmek zorunda da değiller.
Bu din, İslam, Müslüman’ı değil insanı merkeze alan bir dindir. Farklı dinlere mensup ve yine aynı din içerisinde farklı mezhep ve görüşlere mensup insanların birbirlerini ötekileştirme-dışlama lüksü yoktur. Maalesef bugün, başta içerisinde yaşadığımız ülkenin insanları-Müslümanlar’ı olmak üzere, günümüz Müslümanlar’ı tüm insani önceliklerini, ne yapmaları gerektiklerini unutmuş görünüyorlar. Her şey ama her şey sanki bu dünya içinmiş gibi bir düşünce ve yaşayış biçimi ön plana çıkmış durumda. Merhum Abdülhakim Arvas-i hazretlerinin, mısır çarşısında esnaf önünü keserek:
“Dua buyurunuz da Allah ümmet-i Muhammed’i kurtarsın.” şeklindeki isteklerine Arvas-i hazretleri: ”Bana ümmet-i Muhammed’i gösterin kurtulduğunuzun müjdesini vereyim.” demişti.
Sanki değişen bir şey yok gibi.
Dün, gençliğimizde, İslami duyarlılığımız sebebiyle karşımızdakileri komünistler kapitalistler olarak kategorize ediyorduk. Ama ne var ki; komünist ve kapitalist olarak kategorize ettiğimiz bu insanlarla insani ilişkilerimiz devam ediyordu. Zira reçetelerimiz farklı da olsa ülke geleceği açısından sancılarımız müşterekti. Unutmuyorum, yine 70’li yılların başlarıydı Said-i Nursi’nin yakın arkadaşlarından birisinin davetine icabet ettim. O davette, bahsi geçen büyüğümüz hal hatır sualinden sonra konuya girdi. Şöyle başladı: “ Kardeşlerim! Komünizm bütün şiddetiyle üstümüze gelmekte, geleceğimiz tehlikede, gelin bu tehlikeye karşı güç birliği yapalım…” vesaire. Konu böylece açılmış oldu. Zaman Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kızıldere yolculuğu zamanıydı. Bendeniz 26 yaşında bir delikanlıydım ve oturumda bulunanların en genci idim. Cahil cesur olur kabilinden hemen söze girdim: “Ağabey! Bizi komünistlerle ve komünizmle mücadele etmemiz için mi çağırdın? Oysa bugüne kadar başımıza gelenlerin birinci derecede sorumluları komünistler ve komünizm değil, aksine kapitalistler, kapitalizm ve onların tatbikçileridir. Neden şimdiye kadar onlarla mücadele için beni çağırmadınız?” dedim.
Ortalık adeta buz kesti ve oturum neredeyse başlamadan bitti. O günü, canlı tanıklarından bugün hayatta sadece Saatçi Musa ağabeyimiz yaşamakta. Allah uzun ve hayırlı ömürler versin.
Efendim! Soru şu. O gün genç yaşımda beni o şekilde konuşmaya sevk eden saik ne idi?
Sanıyorum bunun cevabını ilk satırlarda vermeye çalıştım. Müslüman kimliğimizle bir taraftan dini öğrenmeye ve yaşamaya gayret gösterirken, diğer yandan dünyaya tatbik için gönderilmiş dinin, tatbik sahası olan dünya ve içinde olup bitenleri öğrenme gayretimizdi. Bu gayreti ortaya koyarken de Marshall yardım planına, Amerika 6. Filosuna karşı çıkan solcular gibi, bizlerin de ekonomik, siyasi ve bürokratik beklentilerimiz yoktu. Belki bizim nesil ile bugünkü nesil arasındaki farkların en önemlisi işte budur. O günlerin Müslüman gençliği olarak çocuklarımıza koyacağımız isimden, ağzımıza giren lokmaya ve yine ağzımızdan çıkan kelama dikkat ediyorduk.
Seyyid Kutub merhumun “Size ait olmayan sistemlerin tatbikatından ve eksikliklerinden size ne?” ifadesine kulak verirken. Diğer yandan İngiliz işgali altında olan Hindistan’da İngiliz mahkemesinde ifade veren Mevlana Ebul Kelam Azad’ın sözleri bizleri düşündürüyordu.
Mahkeme başkanı Mevlana Ebul Kelam’a : “ Ne istiyorsunuz, hürriyetiniz mi yok seçme hakkınız mı yok?” diye soruyordu. Mevlana cevaben “Zindana atılmış biçarelere muhafızlarını seçme hakkı verilse bu hürriyet mi olur?” Şimdi, kapitalizm ve onun şubeleri dünya ölçeğinde Müslümanlara seçme ve seçilme hakkı veriyor. İsterseniz insani ve İslami kimliğimizle biz de soralım “Allah rızasını terk ile dünyaperest olduklarını dahi fark etmeyen insanlara-Müslümanlara seçme ve seçilme hakkı verilse, dünya makam ve serveti takdim edilse bu hürriyet mi olur?”
Dün bizim gençliğimizin değer yargıları ile bugünün gençliğinin değer yargıları aynı mı?
Eğer aynı ise bu başımıza gelenler ne?
Değilse ne zaman yitiğimizi yitirdiğimiz yerde arayacağız?
14.01.2019
Abdulaziz Tantik ile Derkenar…
15.04.2024
Norveç:Filistin'i Tanımaya Hazırız
13.04.2024
Derviş Argun ile Derkenar..
20.03.2024
SİYASET VE SERMAYE YUSUF YAVUZYILMAZ 13.04.2024
Ölüm ve Bayram AHMET SEMİH TORUN 13.04.2024
Bir Şehide Şahitliğim MUSAB AYDIN 15.04.2024
Biz Şeriatçilar CAVİT OKUR 15.04.2024
DİYARBEKİR ANNELERİ FERMAN KARAÇAM 22.03.2024
Kemal Kılıçdaroğlu ÜSTÜN BOL 06.04.2024
YEREL SEÇİMLER ÜZERİNE SÜLEYMAN ARSLANTAŞ 08.04.2024
EBU HAMİD EL- GAZALİ- 2 HASAN KANAT 19.03.2024