metrika yandex
  • $32.5
  • 34.84
  • GA18240

Bu Coğrafyada Anadil?…

NURULLAH D. SARIHAN
20.09.2017

Bazı konuşmalar, ifadeler veya olaylar insanı yıllar öncesine taşır. Hiç alakası yok denecek yaşanmış enstantane çıkıverir, canlanır insanın zihninde…

 

Başbakan Binali Yıldırım’ın, geçtiğimiz ay Yunus Emre Enstitüsü tarafından Cumhurbaşkanlığı himayesinde düzenlenen, Uluslararası Türkçe Yaz Okulu kapanış töreninde yaptığı konuşmadaki bazı ifadeler şu enstantaneyi hatırlattı bana:

 

1980’li yıllar, zannederim 1984’de Malatya’da o dönemin saygın dernekleri arasında adı geçen OÇOK ( Okumuşu Çoğaltma ve Okuyanı Koruma), İngilizce Dil Kursu açmış ve Hasan Dündar ağabeyim aracılığı ile o dil kursuna 9 ay devam etmiştim. OÇOK yönetimi Kuzey İrlandalı Gordon Gibson isminde bir yabancı hoca getirtmişti. Kendini herhangi bir dini inanca sahip olmayan biri olarak tanıtan sayın Gordon, bizim öğrendiğimiz İngilizceden daha iyi Türkçe öğrenmiş ve Din eksenli tartışmalar yapar olmuştuk. Bir gün İnönü caddesi üzerinde bir pastanede kahvaltı yaparken aynı zamanda sohbete tutuşmuş, zamanın ruhu gereği hararetli bir tartışmaya başlamıştık. Gordon sütünü yudumlarken dedim ki: “ Gordon bak! inanmadığın Allah’ın insanlığa gönderdiği ‘Yaşam Düsturu’ Kur’an bize ne diyor?” diyerek Tekvir Suresinin mealini okumaya başladım. Ta ki “…(diri diri) gömülen kız çocuklarına sorulduğu zaman: hangi suçtan dolayı öldürüldüler diye” ayetini okuyunca Gordon iki yumruğunu birden masaya vurdu, ayağa fırladı ve “yeter sus! İnandığın Allah için sus!” dedi ve oturdu yerine.

 

 “İnandığın Allah için sus!” dedikten sonra yaklaşık 10 dakika hiç konuşmadık. Sîması bile değişen Gordon sakinleşip kendine gelince sordum: “Neden Gordon? Okuduğum Ayetler sana geçmişinle ilgili bir olayı mı hatırlattı?”  dediğimde, hidayete ermesi için o dönemde de kendisine dua ettiğim Gordon şunları anlatmıştı bana: “Siz o dönemi cahiliye dönemi olarak anlatıyorsunuz. İnsanların insanlıktan uzak, inanılmayacak objelere tapındığından bahsediyorsunuz. Helvadan yaptıklarına tapıyor, sonra da o putu yediklerini söylüyorsunuz. O son okuduğun ayet beni çok etkiledi: “…(diri diri) gömülen kız çocuklarına sorulduğu zaman: hangi suçtan dolayı öldürüldüler diye” cahiliye dönemi insanları dediğiniz o insanlar, bizim yaşadığımız bu asrın insanlarından daha insaflı, daha merhametliymiş meğer”, “o dönemin insanı sadece kız çocuklarını diri diri gömüyormuş, bizim dönemin insanı ise kız veya erkek ayrımı yapmadan canlı canlı katlediyorlar bebekleri anne karnında, hem de ücretle” diyerek “kürtajın çok büyük bir zulüm olduğunu, ciddi bir katliam olduğunu Ayet bana öğretti” demişti.

 

Şimdi gelelim Yunus Emre Enstitü’sünün düzenlediği toplantıya…

 

Başbakanımız Binali Yıldırım, bu toplantıda, dilini kaybeden bir milletin hafızasını, benliğini hatta inancını da kaybedeceğini anlatıyor. Anadilleriyle bağları zayıflayan toplumların zamanla sürüleşmesi, sömürgeleşmesi ve kimliğini kaybetmesinin kaçınılmaz olduğunun altını çiziyor ve şu ifadeleri kullanıyor:

 

 "Avrupa kıtasındaki soydaş toplulukların önemli bir bölümünün dilleriyle bağları kopunca nasıl başkalaştıklarını hepimiz görüyoruz. Aynı şekilde Afrika'da sömürgecilerin işgal ettikleri yerlerde insanların inançlarıyla beraber dillerini de hedef aldıklarına şahit oluyoruz".

 

Osmanlı hiçbir zaman yönetimi altındaki insanların dinini, dilini, kültürünü yok etmek gibi bir politika izlememiştir. Onun için asırlarca Osmanlı idaresinde kalan bölgelerde bugün insanların inançlarını, dillerini, kültürlerini aynen muhafaza ettiklerini görüyoruz. Batılı sömürgecilerin çok daha kısa sürede kontrol altında tuttukları yerlerde durum ortadadır. Kuzey Afrika'da 50 yıl gibi kısa bir sürede orada yaşayan insanlar ana dillerini terk etmiş ve sömürgeci ülkelerin dillerini resmi dil olarak kabul etmek zorunda kalmıştır. Benzer sorunlar Orta Asya'da da yaşanmıştır. Sovyetler Birliği döneminde Orta Asya Türk topluluklarının dilleri ve dinleri de önemli ölçüde saldırıya uğramıştır."

 

"Dilimizi korumak, geliştirmek ve zenginleştirmek için verdiğimiz kavga aynı zamanda bir beka mücadelesidir. Kültür emperyalizmine karşı en güçlü savunma, öncelikli olarak ana dilimizi korumaktan geçiyor…”

 

Yapılan bu konuşma çok yerinde ve doğru bir konuşma ve her aklı selim kişi tarafından kabul edilebilir bir muhtevaya sahip ama … Bu ülkede adı hatta onlarca yıl varlığı, dili, kültürü, tarihi yok sayılmış ve resmi olarak kabul edilmediği için nüfusa oranının bile net bilinemediği en az 20 milyon Kürd’ün yaşadığı bu toprak parçasında (son 15 sene içerisinde birçok olumlu gelişmelerin olmasına rağmen) , ilk meclis kayıtlarında Kürdistan diye ifade edilen bölgeden bugünün meclisinde bu ifadeyi kullananın cezalandırılacağı, resmi olarak kabul görmediği için, “tesbit edilemeyen bir dil” olarak meclis tutanaklarına geçen Kürd dilini yani Kürdçeyi yazmak ve okumaktan uzak tutulmuş, anadilinde eğitim alma hakkı hala kabul edilmemiş bir ülkede Başbakanın konuşması nasıl anlaşılmalı acaba?

 

Altını özellikle çizmek istiyorum; ülkenin asli sahipleri hiçbir zaman işgalci olmamış ve emperyalist duygularla hareket etmemiştir. Ama jakoben kafa yapısına sahip olan bir avuç batı taklitcisi yıllarca başbakanımızın ifade ettiği o kafa ile bu ülkeyi idare ettiler. Gerçekten de bunca inkara ve yok saymaya rağmen dinini, dilini, kültürünü, benliğini yitirmediği için bu kürd halkına necib bir kavim dememiz gerekir.

 

Artık bu ülkenin her bölgesine yayılmış ve her kavimle ümmet bilinci içerisinde kalmış ve bu bilinci taşımaya devam eden Kürt kavminin dilini de resmileştirme dönemi gelmiştir ve geçmektedir de. Tıpkı ecdadımız gibi Afrika’nın bir ucunda yerel dil ile yazılan bir belgeyi almakla kendini sorumlu hisseden devlet anlayışına dönme zamanı geçmektedir. PKK’nın bu halka empoze ettiği “diliniz ve varlığınız yok sayılıyor” propagandasını boşa çıkartma zamanı gelmiştir. Bunu yapacak devlet iradesi de Cumhurbaşkanımızda toplanmış, temeyyüz etmiştir. Aksi takdirde başbakanın konuşmasını dinleyen bir Gordon Gibson çıkar ve hayretlerini ifade eder.

 

Teog garabeti…

 

Sadece bizim siyasilerin mi yoksa her ülkenin siyasetçileri mi böyle, bilemiyorum ama var olan hastalık şu: Lider, Reis, Cumhurbaşkanı bir konuda görüş belirtmeden siyasilerin konuşmamaları, görüş açıklamamaları veya o konuyu ciddiye almamaları hastalığı (tıp ilminde karşılığı var mı bilmiyorum) ama bu hastalığı, elbette dini anlamda değil; lider eksenli “Güce Tapınma” olarak ifade ediyorum.

 

İki örnek vereyim; biri, 15 temmuz hain darbe girişimi sanıklarına tek tip elbise giydirme zorunluluğu, ikincisi ise,  TEOG tartışması.

 

Cumhurbaşkanımız konuşuyor bizim siyasiler kelimenin tam anlamı ile bodoslama atlıyor ve facia da o zaman başlıyor. Başbakan, bakan, ilgili müsteşar ya da ilgili ilgisiz herkes (şahsım bile).

 

Sayın Binali Yıldırım Şanlıurfa’da bir ortaokulda düzenlenen eğitim öğretim yılının başlaması münasebetiyle yapılan törende konuşuyor. Konuşmasının Teog ile ilgili bölümünde öğrencilere: “…Zaman içerisinde yarışa döndü, stresinizi artırdı, uykularınızı kaçırdı değil mi? Sizi stresten kurtaracak şekilde gereken çalışmaları yapacağız. 8. sınıfı bitirdiğinizde hangi tarafa ilgiliniz varsa, "Ben sporu seviyorum, beden eğitimine ilgim var” buyur spor okuluna git. "Ben edebiyatçı olacağım, roman, hikaye veya şiir yazacağım" sen de sosyal bilgilere git. "Ben din âlimi olacağım, fıkıh, hadis öğreneceğim" sen de İmam Hatip Lisesi'ne git".

 

Bu ifade bana 28 şubat döneminin mantalitesini hatırlattı. Hani diyorlardı ki: “Kardeşim İmam Hatip Lisesine gidip orada Kur’an okumasını, Peygamberin hayatını, dini konulardaki yorumu öğrenmek istiyorsan senin gitmen gereken okul elbetteki İlahiyat Fakültesidir. Biz de sana iyilik olsun diye ek puan da veriyor ve senin İlahiyat öğrencisi olmanı kolaylaştırıyoruz.”

 

Elbette Başbakanımızın böyle bir düşünce ve anlayışla söylemediğinden eminiz ama içeçeğimiz ayranı üflememizin nedeni, ağzımızın sütten yanmış olmasındandır..

 

Yorum Ekle
Yorumlar (1)
KAMİLE EFE | 03.10.2017 22:22
Siz o dönemi cahiliye dönemi olarak anlatıyorsunuz. İnsanların insanlıktan uzak, inanılmayacak objelere tapındığından bahsediyorsunuz. Helvadan yaptıklarına tapıyor, sonra da o putu yediklerini söylüyorsunuz. O son okuduğun ayet beni çok etkiledi: “…(diri diri) gömülen kız çocuklarına sorulduğu zaman: hangi suçtan dolayı öldürüldüler diye” cahiliye dönemi insanları dediğiniz o insanlar, bizim yaşadığımız bu asrın insanlarından daha insaflı, daha merhametliymiş meğer”, “o dönemin insanı sadece kız çocuklarını diri diri gömüyormuş, bizim dönemin insanı ise kız veya erkek ayrımı yapmadan canlı canlı katlediyorlar bebekleri anne karnında, hem de ücretle” diyerek “kürtajın çok büyük bir zulüm olduğunu, ciddi bir katliam olduğunu Ayet bana öğretti” demişti.

ALLAHU EKBER.. MÜTHİŞ