metrika yandex
  • $32.57
  • 34.69
  • GA19020

Haberler / Yazı Dizisi

Tarihin Sonuna Doğru Özgürlük Mücadelesi - Ümit Aktaş

24.01.2019

Tarihin Sonuna Karşı Özgürlük Mücadelesi

Ümit AKTAŞ

Tarihin sonu düşünceleri de, tıpkı doğa toplumu tasarımları gibi, her toplumsal projeksiyonun ve umudun kendisine bir başlangıç ve bir son bulma, yani kendisini bir tarihsel tahkiyeye yerleştirmesiyle ilgili, bir öyküleme ya da bir bilimselleştirme tekniğidir.

Başlangıç ve son, alfa ve omega, aslında bugünümüzü tarihsel bir hakikat kılma ile ilgili açılan parantezlerdir.

Dolayısıyla her kurucu proje, bir başlangıç kadar bir son da öngörecektir kendisine. Bu başlangıç bir doğum öyküsü olduğu kadar, bir aşılma veya yıkım öyküsü de olabilir; son ise elbette sadece kendisine ait bir son değil, tarihin sonudur.

Çünkü tarih artık özgül çığırını bulmuştur ve bu çığır, bir aşılamazlık telakkisi olarak kendisini en sona yerleştirir.

En sona yerleşmek, mütekâmil olma anlamına gelmektedir. Cennet yeryüzüne indirilmiş ve birtakım imgelerle beslenerek insanın muhayyilesine bir efsun olarak sunulmuştur. İnsanoğlunun yeryüzünde belirdiği ya da bir başka deyişle “cennetten düştüğü” andan itibaren varlığına yerleşen bir tereddüt, ikilem, endişe ve tabiata karşı/ait duruşundaki paradoks, bir anlamda attığı her adımda daha da derinleşse de hiçbir zaman nihayetlendirilemeyecek bir sorunsaldır. İnsanın yeryüzünde duruşundaki bu sorunsal, insanın geleceğe açıklığıyla ilgili bir durdurulamazlığın özündeki endişedir.

Zira o kendine kapandığı, yani kendisini kaplayan o cennetsi formla özdeşleştiği zaman tekrar beşeri bir duruma düşmektedir; beri yandan her açıklık tavrı, karmaşık ve belirsiz bir geleceğe açıklık olarak (sözgelimi bir masumiyet yitimi olarak) kendisini riske etmekte ve güvenlik sınırlarını (haddini) aşma anlamına gelmektedir.

Her edimin ve inşanın insanın ait olduğu fıtrattan bir uzaklaşma ve varlığın otantik formundan kopması anlamında nihilistik bir belirsizlik olması kadar, öte yandan bir insan olmanın nihai anlamına doğru bir yürüyüş olmanın mecburiyetine mebni bir teçhizatlanma ve bir hakkın ortaya konulması anlamında da olumlu bir gerçekleşimdir.

Tarihin sonu düşünceleri ise genel olarak ütopyacı eğilimlerin kendi düşünsel sınırlılıklarını veya ideallerini bir tarihin sonu olarak vazetmeleri ve bu sınırlılıklar içerisinde kendilerini edimselleştirilmiş bir bilimin dünyasına kapatmaları anlamına gelmektedir.

Ama bilinen o ki bu, kapalı bir toplum/uygarlık öngörüsünün sınırlılıklarına ilişkin iyimser bir okumaya olduğu kadar, Mesihçi/Mehdici bir kötümser okumaya ve bunun umut(suzluk) ya da beklentilerine ilişkin bir okuma da olabilir. Bu anlamda İslâm’ın kıyamet düşüncesi, bu dünya içre olan ve kendisini bu dünyaya kapatmış ütopik bir tarihsel nihailik ve toplumsal bir sınırlılık öngörüsünden ziyade, kozmolojik bir dönüşüme (açıklığa) dayanmaktadır.

Dolayısıyla İslâm, bir Tanrı Krallığı ya da yeryüzü cenneti, yani tarihe “yer”el bir son öngörmez.

Çatışma ve imtihan, dünya sürdükçe sürecektir ve insanlığın mücadele ve savaşımı hiçbir zaman ideal bir toplumsal sınırda durdurulamayacaktır.

Ama İbrahimî gelenek içerisinde Mesihçi veya Mehdici alt akımlar ortaya çıktığı gibi, Hegel ve Marx gibi önemli seküler düşünürler de, belki de dinsel geleneklerden de mülhem olarak finalist düşünceler geliştirmişlerdir. Hegel’in, Tin’in kendisini Devlet’te gerçekleştirmesi ya da Marx’ın komünist toplum aşaması, kendi tarih-toplum anlayışlarının sonu olarak öngörülmüştür.

Bu son elbet ortaya konulan düşüncenin bir taçlandırılması olduğu kadar, bir sahicileştirilmesi anlamına da gelmektedir.

Ütopik düşünürlerin tarihin sonuna dair dünya tasarımları kadar, kurtuluşçu bir insantanrı arayışı içerisinde olan sözgelimi Nietzsche, Heidegger gibi düşünürler veya tarihi bir ırkın ya da sınıfın egemenliğiyle sonlandırmayı düşünen faşist veya sosyalist ütopyalar da, sonuçta tarihi belli bir dünya anlayışınca kapatmayı tasarlayan, Hakikatin nihai anlamda temellük edilebilir bir şey olduğunu varsayarak onu ele geçirmek ve orada egemenleşmek yurtlanmak isteyen arayışlardır. En son Fukuyama’nın liberal tarihin sonu düşüncesi de böylesi bir öngörüdür.

Bu öngörülerin dayanıksızlığı ise, bugüne değin vazedilen tüm öngörülerin defalarca aşılmasıyla ortaya konulmuştur.

Beri yandan Fukuyama’nın yaklaşımı, Marx ve Hegel’in öngörüleri gibi belli bir dünya tarihi felsefesinden hareketle ortaya konulmuş bir tarihsel toplumsal perspektif olmaktan ziyade, kapitalizm-liberalizm’in rakipsizliği ile ilgili bir durum tespitine dayanmaktadır.

Elbet bu tespit, dünyanın tek yanlı bir yorumuna dayandırılmakta ve kapitalizm-liberalizm’in geldiği tıkanma noktalarını ise görmezlikten gelmektedir.

Bu tıkanma noktaları Heidegger, Baudrillard, Foucault, Wallerstein gibi düşünürlerce ortaya konulmuştur ve giderek daha da belirginleşmektedir. Batı’nın üstünlüğü ise, dünyaya sunulmuş dört başı mamur yeni bir dünya görüşüne dayanmaktan ziyade, belli bir teknolojik sıçramanın sağladığı güce dayanmaktadır ve bu güç etkisini yitirdikçe, kapitalizmliberalizm’in prestiji de ortadan kalkacaktır.

Çünkü bunların insanlığa vaat ettikleri başka bir şey de bulunmamaktadır.

Kapitalizm-liberalizm’in kendisine yakıştırılan tarihin sonuna ilişkin itibarı ise daha çok kendisine bir rakip olduğu söylenen reel sosyalizmin çöküşü ile ilgili bir söyleme dayanmaktadır.

Oysa reel sosyalizm, aslında kapitalizm-liberalizm’in bir rakibi olmaktan çok bir varyasyonudur. Çünkü her ikisi de temel aydınlanma, modernleşme, ulusçuluk, bilimcilik, teknolojizm ve pozitivizm mantığına dayanan, üretimsel performansı artırarak refahı yaygınlaştırmaya çalışan sistemlerdir.

Bu nedenle reel sosyalizm sadece bir devlet kapitalizmi olarak temayüz etmiş ve işçi sınıfını üretici bir ırk-ulus (proletarya) olarak yapılandırmıştır. Reel sosyalizmin maruz kaldığı ideolojik itibarsızlığı ortaya koyan ise kapitalizm-liberalizm’in performansından çok, insanlığa, dünyaya dair sahici ve ikna dünya sürdükçe sürecektir ve insanlığın mücadele ve savaşımı hiçbir zaman ideal bir toplumsal sınırda dur-durula-mayacaktır.

Ama İbrahimî gelenek içerisinde Mesihçi veya Mehdici alt akımlar ortaya çıktığı gibi, Hegel ve Marx gibi önemli seküler düşünürler de, belki de dinsel geleneklerden de mülhem olarak finalist düşünceler geliştirmişlerdir.

Hegel’in, Tin’in kendisini Devlet’te gerçekleştirmesi ya da Marx’ın komünist toplum aşaması, kendi tarih-toplum anlayışlarının sonu olarak öngörülmüştür.

Bu son elbet ortaya konulan düşüncenin bir taçlandırılması olduğu kadar, bir sahicileştirilmesi anlamına da gelmektedir. Ütopik düşünürlerin tarihin sonuna dair dünya tasarımları kadar, kurtuluşçu bir insantanrı arayışı içerisinde olan sözgelimi

Nietzsche, Heidegger gibi düşünürler veya tarihi bir ırkın ya da sınıfın egemenliğiyle sonlandırmayı düşünen faşist veya sosyalist ütopyalar da, sonuçta tarihi belli bir dünya anlayışınca kapatmayı tasarlayan, Hakikatin nihai anlamda temellük edilebilir bir şey olduğunu varsayarak onu ele geçirmek ve orada egemenleşmekyurtlanmak isteyen arayışlardır. En son Fukuyama’nın liberal tarihin sonu düşüncesi de böylesi bir öngörüdür. Bu öngörülerin dayanıksızlığı ise, bugüne değin vazedilen tüm öngörülerin defalarca aşılmasıyla ortaya konulmuştur.

Beri yandan Fukuyama’nın yaklaşımı, Marx ve Hegel’in öngörüleri gibi belli bir dünya tarihi felsefesinden hareketle ortaya konulmuş bir tarihseltoplumsal perspektif olmaktan ziyade, kapitalizm-liberalizm’in rakipsizliği ile ilgili bir durum tespitine dayanmaktadır.

Elbet bu tespit, dünyanın tek yanlı bir yorumuna dayandırılmakta ve kapitalizm-liberalizm’in geldiği tıkanma noktalarını ise görmezlikten gelmektedir.

Bu tıkanma noktaları Heidegger, Baudrillard, Foucault, Wallerstein gibi düşünürlerce ortaya konulmuştur ve giderek daha da belirginleşmektedir. Batı’nın üstünlüğü ise, dünyaya sunulmuş dört başı mamur yeni bir dünya görüşüne dayanmaktan ziyade, belli bir teknolojik sıçramanın sağladığı güce dayanmaktadır ve bu güç etkisini yitirdikçe, kapitalizmliberalizm’in prestiji de ortadan kalkacaktır. Çünkü bunların insanlığa vaat ettikleri başka bir şey de bulunmamaktadır. Kapitalizm-liberalizm’in kendisine yakıştırılan tarihin sonuna ilişkin itibarı ise daha çok kendisine bir rakip olduğu söylenen reel sosyalizmin çöküşü ile ilgili bir söyleme dayanmaktadır.

Oysa reel sosyalizm, aslında kapitalizm-liberalizm’in bir rakibi olmaktan çok bir varyasyonudur. Çünkü her ikisi de temel aydınlanma, modernleşme, ulusçuluk, bilimcilik, teknolojizm ve pozitivizm mantığına dayanan, üretimsel performansı artırarak refahı yaygınlaştırmaya çalışan sistemlerdir. Bu nedenle reel sosyalizm sadece bir devlet kapitalizmi olarak temayüz etmiş ve işçi sınıfını üretici bir ırk-ulus (proletarya) olarak yapılandırmıştır. Reel sosyalizmin maruz kaldığı ideolojik itibarsızlığı ortaya koyan ise kapitalizm-liberalizm’in performansından çok, insanlığa, dünyaya dair sahici ve ikna dığı için, dünya üzerindeki güce dayanan egemenliğini ancak ötekileştirmeler, bastırma, sömürü, asimilasyon ve aşağılamalar üzerinden sürdürebilmektedir. Bu ise kendisine behemehâl düşmanlar bulma ve hatta yaratma psikozunu ilzam etmektedir.

Ancak batı’nın bu tür saldırılarına bir meşruiyet gerekçesi oluşturan ve bir anlamda da bu işgalleri mümkün ve meşru kılan İslam dünyasındaki diktatörlükler ve bilinç yoksunluklarının varlığı da tartışılmaz bir gerçekliktir. Zaten İslam dünyasını madunlaştıran, kapitalizm-liberalizm’lerin fiziksel üstünlüğünden çok, kendisinin duçar olduğu bu bilinçsel çöküntü ve büyük ölçüde buna dayanan ve batılı işgalleri de meşrulaştıran diktatörlük yönetimleri belâlarından kurtulamamasından başka bir şey değildir.

Müslüman’ca Bir Özgürleşme ihtiyacı İşte son zamanlarda özellikle Arap dünyasında ortaya çıkan isyanları bu perspektiften hareket ederek okursak, aslında ortaya çıkan isyanların, Arap dünyasının geç kalmış bir öfkesine ve Müslüman’ca bir özgürleşme ihtiyacına dayandığını açıkça görebiliriz.

Kapitalizm-liberalizm’lerin, diktatörlüklerden hoşnutsuzlukları bir yana, İslâm dünyasında en iyi anlaşabildiği yönetimlerin diktatörlükler olduğu, Arap diktatörlükleriyle olan ilişkilerine bakıldıkça açıkça görülebilmektedir.

O nedenle bu isyanları bir devrim olarak telakki etmek kadar bir batı projesi olarak mütalaa etmek de eşit ölçüde yanlıştır.

Çünkü bu sahici bir toplumsal ihtiyaca mebnidir ve hiçbir kurgulama gücü, bu tip bir sahiciliğin yerini tutamaz ve birbiriyle ilgisiz alanlarda eşzamanlı toplumsal patlamaları yaratamaz.

Özgürlük ihtiyacı ve bir insan olmanın onuruna mebni olan bu isyanları hazırlayan belki derin entelektüel ön hazırlıklar yoktur. Ama insan ile özgürlüğü, et ile deri kadar birbirine yakın ve birbirisi için olup, bunun farkına varmak için çok da bu türlü uyarımlar ve hazırlıklar gerekmeyebilir.

Özgürlük çünkü, tam da bizi insan kılan o yerdedir, bir fikir olarak mevcut olmasa bile. Çünkü bu fıtrî, yani ontolojik bir şeydir. İnsan özgür olduğu anda bir hayvan olmaktan çıkmaktadır çünkü.

Elbet insanın hayvan durumu beşeriliktir. Çünkü o bir beşer olduğu halde bile asla bir hayvan değildir.

Kısacası beşer, hayvandan insana bir atlama tahtası değildir. Fikirler ise sadece bu özgürlük ihtiyacını ya da olgusunu derinleştirir veya çeşitlendirebilirler, yolundan da saptırabileceği gibi. Şeytani iğvalar da bu fikirlerin altında gizlidir çünkü. Mesela ebedileşmek ya da tükenmeyen mal fikirlerinin yarattıkları iğvalar gibi. Özgürleşmek ise ontolojik olsa da verili bir şey değildir. Emekle, sabırla, cehdle elde edilmektedir; tıpkı insan olmak gibi.

Gerçi tahakkümün içselleştirildiği veya inceltildiği atmosferlerde özgürlüksüzlüğün farkına da varılmayabilir; tıpkı insanlığın silindiği yerde beşerîliğin insanlığın yerini tutması gibi.

Ama günümüz Arap diktatörleri işi aleni bir ceberrutluğa götürmüşlerdir. Onlar adeta günümüz dünyasının Nemrutları ve Firavunlarıdır. Bunlar kendilerini bir ilah, toplumları ise kul ya da köleleri olarak gören bir zihniyete sahiptirler. Oysa iletişimin bu kadar yaygınlaştığı ve sınırların şeffaflaştığı bir dünyada hiç kimse bu tür bir baskıcılığı hiçbir topluma sürgit benimsetemez.

Nitekim Arap toplumları da, belki sabırlarının son kertesinde, belki de özgürlüğe duydukları ihtiyacın taşkınlaşmasıyla, kendiliğinden (spontan) bir biçimde özgürlüklerini açığa koyma noktasına gelmişler, kendilerine konulan insanlık dışı sınırları çiğnemişlerdir.

Özgürlük verili olmadığı gibi, toplumsal pratikler ve tecrübelerle pekiştirilen bir şeydir. Dolayısıyla Arap toplumlarının bir kere koyuldukları bu yolun bir geriye gidişi olamaz. Ama bu yol nihayetsiz bir yürüyüştür ve bu anlamda bir kâmilleşme, ancak toplumların ufkunda duran bir ideal olarak mümkündür. Yani özgürlük kazanılıp da bir kenara konulabilecek bir şey değildir. O hep yeniden elde edilmesi ve elde tutulması için de sürekli bir cehd içerisinde olunması gereken bir şeydir.

Bu, yani özgürlük/özgürleşme mücadelesi/mücahedesi, aslında bir anlamda da toplumları belli ütopyalar ve tarihin sonu düşüncelerine kapatan ve bu toplumsallıklar içerisinde “insan”ı silen ya da silmeye çalışan ütopizmlerin despotizmine karşı, “insan”ın hep tarihe açık ve imtihan üzere kılınması; stabilleştirilmiş ve üretilmiş bir şey olmaktan çıkararak özgürleştirmeye çalışan bir anlayışın da ortaya konulmasıdır.

Ve belki de sırf bu yüzden insan olmak, insanın temel ontolojik niteliği olan özgürleşmeyle arasında kurulan bağ nedeniyle, her türlü despotizm ve despotizme içkin olan tarihin sonu düşünceleri kadar, bu tür bir içkinliğe haiz olan kapitalizm-liberalizm’lerle de bir savaşım perspektifinin ortaya konulmasıdır.

Umran Dergisi -  HAZİRAN 2011

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş