metrika yandex
  • $32.51
  • 34.82
  • GA18240

Haberler / Kültür - Sanat

STK ne işe yarar?

24.05.2016

İnsanlık Sürekli Tekâmül Halinde

Evet, İnsanlık sürekli tekâmül halindedir. Zira“İki günü eşit olan ziyandadır.”öğretisinin muhatapları olan insan bu tekâmül/değişim/gelişim/ilerlemede en büyük rol sahibidir. İnsanla birlikte toplumdaki gelişim, değişim ve yenileme de süreklilik arz eder hiç şüphesiz.

Aslında toplumdaki gelişim,  değişim ve ilerleme kişinin bisiklet sürmesi gibidir. Nasıl ki pedalını çevirmediğin bisiklet bir süre sonra durmaya ve düşmeye mahkûm ise; gelişim ve değişim içinde olmayan birey ve toplumlar da bir süre sonra gerilemeye ve yok olmaya mahkûmdurlar.

Çok yönlü olan bu sosyal değişimin en önemli ayağını ise sivil yapılanmalar oluşturmaktadır. Resmi olmayan bütün hareketleri sivil hareketler, kuruluşları da Sivil Toplum Kuruluşu (STK) olarak kabul etmek gerekir. Toplum kalkınmasının da en önemli dinamiğini söz konusu sivil toplum kuruluşları oluşturur. Bu nedenle sivil toplum faaliyetleri güçlü olan toplumlar daha hızlı ilerlemiş ve kalkınmışlardır. Ancak önemli bir husus da söz konusu Sivil Toplum Kuruluşlarının veya daha sade bir ifade ile “halkın talepleri ile devletin taleplerinin örtüşmesi” halinde bu ilerleme, gelişme, değişme ve kalkınma amacına hızlı bir şekilde ulaşır. Aksi takdirde toplum ciddi sosyal, siyasal ve ekonomik krizler yaşayabilir. Çünkü bu tür sosyal faaliyetler mühendislik gibi kesinlik arz etmeyebilir.

Aynı halk ve koşullara sahip olan Güney Kore ve Kuzey Kore bu durumun en karakteristik örneklerinden biridir. Halkın talepleri ile devletin taleplerinin örtüştüğü Güney Kore hızlı bir şekilde değişime ayak uydurup kalkınır iken; Kuzey Kore aç, sefil, perişan vaziyette geri kalmış durumdadır.

İnsanın dolayısı ile de toplumun yapısına/fıtratına uygun olmayan sistemlerin çarpıklığı, kaosu, geri kalmışlığı da burada devreye girmektedir.

 

Sivil Toplum

Resmi olmayan kuruluşlar olan STK’lar “Sivil Toplum Kuruluşları”; vakıf ve dernekleri de içinde barındıran çok geniş bir kavramdır. Fransızca “civil” kelimesinden gelen “sivil” kavramı medeni, Uygur, nazik, kibar… anlamlarına gelmektedir. Şerif Mardin; “civil” kavramının şehir yaşamının beraberinde getirdiği hakları ve yükümlülükleri kapsadığını ifade eder. Hegel ise “sivil toplumu” aile ile devlet arasında bir alan, basamak (aşama) olarak görür. Ona göre sivil toplum; bir geçiş sürecini ifade eder.

Her toplumun gelişim sürecine göre farklı bir kalıp alan sivil toplum; batı toplumlarında bireylerin ekonomik güce ulaşmasının akabinde sosyal ve siyasal alanda gelişim göstermiştir. Kendi kendini yönetme geleneğinin ortaya çıktığı batı toplumlarında ise sivil toplum; demokratik hak arayışının bir aracı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye’de ise sivil toplumun gelişimi batı toplumlarından farklı bir seyir izlemiştir. Sivil toplum kuruluşlarının bir parçası olan cemaat ve tarikatlar, Osmanlı döneminde daha çok vakıfçılık sistemini kullanmışlardır. Bu tür oluşumlar batıda olmayan farklı sivil toplum örnekleridir. Osmanlı döneminde varlıklarını sürdüren sivil toplum kuruluşlarının daha çok sosyal, ekonomi ve hukuk alanında etkili olduğunu görüyoruz.

Sivil Toplumun Kısa Tarihçesi

Osmanlı döneminde ilk sivil siyasal girişim; 1847 yılında vatandaşların bireysel taleplerini bir dilekçe ile hükümete iletmeleri kabul edilir. Kırım Savaşından sonra ise (1856) sivil örgütlenmenin ilk örnekleri kabul edilen dernekler kurulmuştur. Ancak 1860’lı yıllarda fiili olarak sivil toplum kuruluşları ortaya çıkmış ve varlıklarını sürdüregelmişlerdir. II. Meşrutiyetin ilanı (1908) ile sivil örgütlenmelerde artışlar olmuş ve toplumun değişik kesimlerinde yaygınlaşmaya başlamışlardır. Öyle ki üç aylık süre içerisinde 78 adet derneğin kurulduğu kayıtlar arasındadır. Böylece baskı döneminin bir takım illegal yapıları artık sivil faaliyetler içerisine girmeye başlamışlardır.

1924 anayasasında derneklerle ilgili ilk defa resmi düzeyde düzenlemeler yapılmıştır. Yapılan bu düzenlemeler ile dernekler üzerinde sıkı bir denetim yetkisi derneklerin faaliyet alanlarını kısıtlamış ve bu nedenle de dernekler git gide sosyal hayatta silikleşmeye başlamışlardır.

Türkiye’de siyasal partilerin olmadığı 1923-1946 döneminde sivil toplum kuruluşlarından pek söz edemiyoruz. Ancak 1946’da çok partili sisteme geçilmesi ile birlikte sivil toplum faaliyetlerinin de önünün birazcık olsun açılmaya başladığını görüyoruz.

17 Ekim 1946 yılında insan hakları derneği kurulmuştur. 1950’li yıllarda köylerden kentlere göç ile birlikte hemşehri derneklerinin kurulması ihtiyaç haline gelmiş ve 1960’lı yıllarda hemşehri yerel derneklerin kurulması hızla artmaya başlamıştır.

Türkiye’de 1965 yılından önce vakıfların sivil toplum faaliyetlerinde herhangi etkin bir rolünün olmadığını görüyoruz. Çünkü bu döneme kadar vakıfların Osmanlı döneminde olduğu gibi daha çok mal toplama ve parayı bir araya getirme aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. Ancak 1965 yılında yapılan değişikliklerle vakıflara sivil faaliyet alanı açılmış ve 1970 sonrasında siyasal ve sosyal hayatta sivil örgütlenme açsından oldukça verimli bir döneme girilmiştir.

Ancak bu dönem sivil örgütlerin çoğunun siyasal partiler tarafından yönlendirildiklerini de unutmamak gerekir. Şiddet yanlısı olan bu sivil örgütlerin çoğunun sol ideolojisini benimsediklerini görüyoruz.

1980 askeri darbesi akabinde benimsenen 1982 anayasası ile sivil örgütlenmelerin önü kapatılmıştır.

Her ne kadar 1980’li yıllarda vakıflara sivil toplum faaliyet alanı açılmış olsa bile 1980 askeri darbesi bu alanda faaliyet göstermelerine mani olmuştur. Ancak devletin statükocu yapılanması 1980 sonrası küresel değişime fazla direnç gösterememiştir. Bu durum da sağ ve sol görüşlü kesimin faaliyetlerini illegal olarak sürdürmelerine yol açmıştır. Tabii ki bu süreçte içinde dini cemaat ve tarikatların da yer aldığı birçok illegal yapı toplum desteğini yanına alamamış ve marjinalleşmeyle karşı karşıya kalmıştır. 1995 yılına kadar siyasi nedenlerle sivil yapılanmaların etkin bir role sahip olamadığını görüyoruz.

Ancak 2000’li yıllarda AB uyum süreciyle birlikte sivil örgütlenme ve faaliyetlerin önünün açıldığını görüyoruz. Adeta bir cendereye sıkıştırılmış olan birçok cemaat, tarikat de bu süreçte kendilerini yeniden dernek ve vakıflar üzerinden ifade etmeye başlamışlardır.

Bilindiği gibi cemaatler, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana kimi zaman illegal, kimi zaman da legal olarak varlıklarını günümüze kadar sürdüregelmişlerdir. Bu STK açılımıyla birlikte Türkiye’de özellikle dini cemaat yapılanma ve çalışmalarında ciddi bir değişiklik söz konusu olmuştur. Batı toplumlarında farklı bir sosyal ve siyasal değişime tanık olduğumuz Türkiye’de sosyal değişimim en canlı dinamiğini din oluşturuyor şüphesiz. Resmi ideolojinin bütün karşı koyuş ve engellemelerine rağmen varlıklarını sürdüren cemaatsel faaliyetler sosyal yaşantının en önemli kesitini oluşturuyor.

Cemaat Ve Tarikatlar Siyasallaştıkça Yozlaşıyor

Sivil toplum kuruluşlarında esas olan gönüllü olmaktır. Bu ruh cemaat yapılanma anlayışına uymaktadır. Bu nedenle de dernek ve vakıflar aracılığıyla bu gönüllü hizmeti gerçekleştirmek daha verimli olmaktadır. Hakeza birçok tarikat ve cemaat de bu süreçte kendini dernek ve vakıflar aracılığıyla ifade etmeye başlamıştır.

Ancak cemaat ve tarikatların STK’lar üzerinden kendilerini ifade etme, çalışmalarını yürütme girişimi bazı tehlikeleri de beraberinde getirmiştir. Geçmişte Allah rızası için “dini öğretme” ve “insan yetiştirme” odaklı çalışmalar yapan söz konusu cemaat ve tarikatların sivil bir hüviyete bürünerek hükümet tarafından STK’lar üzerinden muhatap alınması tehlikeli bir alan oluşturmuştur. Birincisi; söz konusu cemaat ve tarikatların çoğu toplumdaki asıl varoluş misyonlarını unutarak mevcut imkânlardan -tırnak içerisinde- “nemalanma” yolunda aşırılığa kaçmışlardır. Bu da beraberinde cemaat ve tarikatların asli yapılanmalarında bozulma ve çürümeye yol açmıştır. Dolayısı ile siyasallaşan cemaat ve tarikatların yozlaşmaya mahkûm olduğunu görüyoruz. İkincisi ise; mevcut imkanlardan faydalanma hırsı dolaylı olarak kendilerini siyasal alanda figür olmaya zorlamış ve bu durum da cemaat ve tarikatları politikanın malzemesi haline getirmiştir.

Yapılması gereken; cemaat ve tarikatların politikanın malzemesi olmaktan hızla uzaklaşarak asli vazifelerini icra etme yoluna dönmeleridir. Son dönem siyasal hamlelerini bir de bu gözle okumakta fayda vardır.

Yardımlaşma ve Dayanışma Modeli

İnsan olarak birlikte yaşamaya mecbur varlıklarız. Birlikte yaşıyor olmamız ise beraberinde birtakım ortak yaşam kurallarının oluşmasını zorunlu kılıyor. Toplumsal yaşamın başladığı ilk çağlardan günümüze bu ortak yaşam kriterleri yaşanılan coğrafyaya, kültür yapısına, ekonomik duruma ve inanç yapısına göre farklılıklar arz etmiştir. Özellikle de ekonomik sıkıntıların baş gösterdiği yerlerde toplumsal yardımlaşma ve dayanışma daha çok önemsenmeye başlanmış ve buna bağlı olarak birçok sosyal yardımlaşma ve dayanışma teşkilatları kurulmuştur.

Günümüzde STK olarak adlandırılan bu Sivil Toplum Kuruluşlarının toplumsal yaşam geleneğimizde önemli bir yeri vardır. Yakın geçmişimizde bu tür organizasyon ve teşkilatlanmaların sayısız örneklerini görmek mümkündür. Böylesi bir geleneğin içinden gelen bir millet olarak hala o yardımlaşma ve dayanışma ruhu içimizde canlı olarak duruyor.

Bu ruhun bariz örneği ise son yıllarda çeşitli felaketler (deprem, sel, ekonomik kriz… vs.) yaşayan insanımıza bu sivil kuruluşlar aracılığıyla uzatılan yardım ve şefkat elidir. Yakın geçmişte devlet desteğiyle birlikte sivil toplum kuruluşları aracılığıyla özellikle Afrika ülkelerine dünyada örneği görülmemiş bir destek olmuş ve halen de devam etmektedir.

Dünya çapında katılım ve desteğin olduğu Filistinli kardeşlerimize maddi ve manevi destek amaçlı girişim de sivil organizasyonun ve inisiyatifin gücünü bir kez daha ortaya koymuştur. Ve bu sivil güç bugün dünya gündeminin ilk sırasına oturmuş durumdadır. Sivil güç artık kabına sığmaz hale gelmiş olup kendi kaderleri üzerine ipotek koyan gayri meşru güçlere de meydan okumaya başlamıştır. Arap dünyasındaki gelişmeler bu durumu teyit eder niteliktedir.

1990’lı yıllarda hızla gelişen toplumsal değişimde teknolojinin etkisi kadar STK olarak genel kabul gören Sivil Toplum Kuruluşları’nın etkisi inkâr edilemez. Uzun süren ekonomik buhranlar ve siyasi yelpazedeki istikrarsızlıklar insanımızı zamanla içinden çıkılmaz bir kaosa sürüklemiştir. Yakın geçmiş tarihimizi doğru okuduğumuzda millet olarak ne badirelerden geçtiğimiz hatırlanacaktır. Her şeye rağmen, toplumumuzda geçmişten günümüze süregelen yardımlaşma ve dayanışma ruhu ile çözümü imkânsız gibi görünen büyük sıkıntıların üstesinden gelinebilmiştir. İnanç ruhu ile de beslenen bu yardımlaşma ve dayanışma, pek az toplumda başarıyla sürdürülebilmiştir. Osmanlıyı ayakta tutan bu önemli dinamik, daha çok “Vakıf” türü teşkilatlanmalar ile kurumsal bir yapıya sahip olmuştur.

20. yy.da dünyevileşmenin de beraberinde getirdiği toplum katmanları arasında meydana gelen büyük ekonomik uçurum, içler acısı bir tablo ile bizleri karşı karşıya getirmiştir. Her gün gazete ve TV ekranlarında şahit olduğumuz yürek burkan manzaralar, bu durumu açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Özellikle metropol şehirlerde, toplum katmanları arasındaki bu farklılığı bariz bir şekilde görmek mümkündür. İnsanlığın duygularının da metalaşmaya başladığı böyle bir dönemde şefkat eline daha çok ihtiyaç hisseder durumdayız. Bu durum da hem maddi, hem de manevi yardımlaşma ve dayanışma ruhunu diri tutmamız gerektiğini beraberinde getiriyor. Bu nedenle de toplum içerisinde yer olan “dernek, vakıf, merkez…’ türü yapılanmalara daha çok görev düşmektedir. Çünkü doğu toplumlarını batıdan ayıran en önemli meziyetlerden biridir bu sivil kuruluşlar aracılığıyla insanlığa uzatılan kutlu el. Tamamen gönüllü teşkilatlanmaların ürünü olan bu fedakâr hizmetlerin de etkisiyle yüzyıllardır ayakta kalabilmeyi başarabilmişiz.

Sivil İnisiyatif

Sivil Toplum kurum ve kuruluşlarına sadece yardımlaşma ve dayanışma misyonunu yüklemek, bu tür örgütlenmelerin manevra alanlarını daraltmaktan öteye geçmez. Şüphesiz sivil inisiyatifin de kullanılması, birey ve toplumun bilinçlendirilmesi, sosyal–kültürel canlılığın sağlanması, haksızlığa uğrayan birey ve gruplardan yana tavır alınması da bu yapılanmaların görevleri arasındadır.

Yıllardır ezik bir vaziyette yaşayan insanımızın belki de en çok bu ve benzeri alanlarda ayağa kaldırılması gerekmektedir. Çünkü geleceğe yapılan en önemli yatırım, insana yapılan yatırımdır. Söz konusu istikbalin adresi gençler olunca, konu daha da ciddiyetini korur hale gelmektedir. Çünkü günümüzde gençlik, tarihimizde eşi görülmemiş bir buhranla karşı karşıyadır. Ahlaki yozlaşma hat safhada olan gençliğimiz, tamamen idealsiz ve hedefsiz bir şekilde uçuruma yuvarlanmaktadır. Bu durum da millet olarak geleceğimizin acı fotoğrafını ortaya koymaktadır.

Bu nedenle özellikle de 1990’lı yıllardan bu yana büyük bir buhran yaşayan gençlerimize bu kurum ve kuruluşlar aracılığıyla da el uzatmak boynumuzun borcudur. Bu eğilim bir taraftan toplumumuzdaki maddi ve manevi yardımlaşma ve dayanışmayı canlı tutacak, öte taraftan toplumsal hadiselere karşı insanlığın yararına sivil inisiyatif kullanılacak ve bununla birlikte geleceğin aynası olan gençleri bu bataklıktan kurtarmaya çalışacağız.

Sivil toplum kuruluşlarının dikkat etmesi gereken en önemli hususlardan biri; bu sivil inisiyatif ve gücün doğru ve insanlığa faydalı hizmetler için kullanmalarıdır. Bu gücü kendi emellerine alet etmek isteyen kurum, kuruluş ve kişilere karşı uyanık ve iradeli olunmalıdır. Nehrin bütün coğrafik güçlüklere rağmen kendi yatağını bulması gibi toplum da kendi doğal akışına engel olmaya çalışan güçlere karşı mukavimdir.

Netice olarak diyebiliriz ki; geleceğin şehirlerinde sivil toplum kuruluşları giderek önemli bir güç haline geliyor. STK’lar doğrudan veya dolaylı olarak şehirleşmeye önemli katkılar sunmaktadır.

Kent sosyologlarından Hüseyin Bal’ın yerinde tespiti ile noktalayalım:

“Yerel yönetimler yerel toplumun gereksinimleri doğrultusunda, sivil toplum örgütleri ile işbirliği yapabilme yeteneğine merkezi yönetimlerden daha yatkındırlar. Sivil toplum örgütleri, merkezi otoriteye bağımlı olmayan, kendilerine özgü kuruluş, ilişki ve etkinlik alanına sahip örgütler olarak, merkezi otoritenin devrettiği ya da varlığını tanıdığı yetkilere sahip yerel yönetimlerle, doğaları gereği bir benzerlik içindedir. Sivil toplum kentsel yaşantıya özgüdür ve kentin, siyasal toplumun (devletin) dışında var olabilme, kendi kendine yeterli olabilme olanağını anlatır. Bu nedenle bir sivil toplum olan kent toplumu ve onun yönetim sistemi yerel yönetim ile, bu sivilleşmeyi olanaklı kılan araçlardan biri olan sivil toplum örgütleri arasında amaç birliği ve yapı benzerliği vardır.” (1)

(Hüseyin BAL, Kent Sosyolojisi, Sentez yay. S:320)

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş